Kıbrıs Adası, 3.572 milkarelik yüzölçümüyle Akdeniz’in üçüncü büyük adası olup, bu ada Türkiye’ye 40; Yunanistan’a ise 600 mil uzaklıkta yer almaktadır. Bilindiği gibi Kıbrıs, 15 Mayıs 1571 tarihinde Lâlâ Mustafa Paşa tarafından Osmanlı İmparatorluğu’na katılmış ve 1878 tarihinde geçici olarak İngiltere’nin egemenliğine verilinceye kadar, 308 yıl kesintisiz olarak, Osmanlı yönetiminde kalmıştır. İngiltere, Birinci Dünya Savaşı başladıktan kısa bir süre sonra, 5 Kasım 1914’de burayı kendi topraklarına kattığını açıklamış, daha sonra bu karar, Türkiye Büyük Millet Meclisi Hükümeti’nin 23 Temmuz 1923 tarihinde imzaladığı Lozan Ant-laşması’nın 20. maddesi ile onaylanmıştır.
İngiltere’nin 1925 yılında sömürge (Crown Colony) ilan ettiği Kıbrıs’ta yaşayan Rumlar, adanın Yunanistan’a katılmasını savunmaya başlamışlar ve bu amaçlarına ulaşabilmek için de örgütlenmişlerdir. Rumlar bu amaçları doğrultusunda yaptıkları çalışmaların bir sonucu olarak, 1947 yılı Ekimi’nde, Başpiskopos Yardımcısı’nın başkanlığında bir kurul oluşturarak Londra’ya göndermişler, o zamanki İngiltere Sömürgecilik Ba-kanından, “ Adanın, Yunanistan’a verilmesini” sağlamasını istemişlerdir.Bu durum, Kıbrıs Türk toplumu tarafından tepkiyle karşılanmıştır. Buna karşı bir tepki olarak da, Yunan başkenti Atina’da üniversite öğrencileri bir miting düzenleyerek, Rum görüşüne destek vermişler, bu mitinglere ise; Türkiye’nin çeşitli kentlerinde öğrenim gören üniversiteli gençler, yine mitinglerle karşılık vermişlerdir. Bütün bu gelişmelere karşın Kıbrıs konusu, gerek Türkiye ve gerekse Yunanistan tarafından resmi bir sorun olarak siyasal platforma taşınmamıştır. Bu noktadan olmak üzere, C.H.P. iktidarının son Dışişleri Bakanı Necmeddin Sadak, 23 Ocak 1950 tarihinde T.B.M.M.’nde yaptığı konuşmada, “Kıbrıs meselesi diye bir mesele olmadığını...” savunarak,” İngiltere’nin adayı bir bir başka devlete vermek niyetinde bulunmadığını”, bu nedenle gençlerin “beyhude yere heyecana kapıldıklarını...” öne sürmüştü.
Demokrat Parti’nin, 14 Mayıs 1950 seçimlerini kazanarak iktidarı devralmasından sonra, Dışişleri Bakanlığı görevine getirilen Prof. Dr. Fuad Köprülü de, 20 Haziran 1950 tarihinde yapılan D.P. Grup toplantısında, Sadak’ın görüşlerini benimsediğini ortaya koymuş ve şunları söylemişti;
“Kıbrıs meselesi diye şimdilik bir mesele bizim ittilamızda değildir. Çünkü. Yunan Hükümeti de resmen Kıbrıs meselesiyle meşgul olmamaktadır. Binaenaleyh Hariciyemiz de böyle bir hadisenin mevcudiyetinden resmen haberdar değildir.”
O günlerde Türkiye’nin Kıbrıs konusundaki bu duyarsızlığına karşın Yunanistan tam tersine bir politika izlemeye başlamıştı. Yunan Başbakanı Sfokles Venizelos, daha önce babası Elefterios Venizelos’un Girit’te uyguladığı ve Girit’in Yunanistan’a katılmasiyle sonuçlanan senaryonun bir benzerini gerçekleştirmek için kolları sıvamıştı. Sfokles Venizelos, 16 Şubat 1951’de Yunan Parlamentosu’nda yaptığı konuşmada bu niyetini şöyle açığa vurmuştu;
“Biz, Kıbrıs Adası’nın ilhakını bugün değil, 1915 senesinden beri müteaddit defalar istedik. O zamandan bugüne kadar, iş başına gelen bütün Yunan Hükümetleri de bu talebi tekrarladılar.
Biz yeni bir müracaatta bulunmadıysak bundan, bu işten vazgeçtiğimiz mânası çıkarılmamalıdır.
Sükutumuz, siyasî iz’anımızın zaruri bir tecellisinden ibarettir. Hakikatte. Kıbrıs’ı istemekten hiçbir zaman vazgeçecek değiliz.”
SofoklesVenizelos konuşmasında; Kıbrıs’ın ülkesine bırakılması durumunda, Amerika Birleşik Devletleri ve İngiltere’ye bu adada askeri üsler verebileceklerini de savunarak onların desteğini kazanmayı umuyordu.
Bu gelişmeler üzerine, dönemin Cumhurbaşkanı Celâl Bayar’a açık bir mektup yazan Kıbrıs Türkleri temsilcileri, Yunanistan’ın Ada’yı resmen istediğine dikkati çekerek, Kıbrıs’ın “Türk tarihinde ikinci bir Hatay olması için...” çaba gösterilmesini istemişlerdir.
Yunanistan ise, Kıbrıs konusunun bir an önce ve resmen uluslararası platforma çekilmesini sağlamak için, çalışmalara başlamıştır. Bu amaçla Yunanistan’ın Birleşmiş Milletler’deki temsilcisi Loukis Akritas, 17 Aralık 1951 tarihinde, İnsan Haklan Komitesi’nde yaptığı konuşmada; İngiltere’yi, Ada’nın Yunanistan ile birleşmesine engel olmaması için uyarmış ve 1950 yılında , Ada’da yapılan bir plebisitte; “halkın % 90’ının Yunanistan ile birleşmek için oy verdiğini ve buradaki nüfusun da % 81 ‘e yakın bir kısmının Rum olduğunu...” öne sürmüştür.
O günlerde,Yunanistan Başbakanı Papagos’un da, Kıbrıs konusunu BM’in gündemine getirmeleri için, bu kuruluştaki Yunan temsilcilerine talimat verdiği yolunda basında haberler çıkmış, Kıbrıs Rumları adına hareket eden Makarios da, İngiliz İşçi Partisi milletvekili Tom Criberg’e;
“Birleşmiş Milletler’in kararı ne olursa olsun, bu konudaki tek çözüm yolunun Ada’nın Yunanistan’a katılması olduğunu...” söylemişti.
Türkiye’de ise, muhalefet, iktidarı Kıbrıs konusunda “tavırsızlıkla” suçlamıştır.” Kıbrıs konusu, 1954 yılında Türk kamuoyu gündeminin ilk sıralarına yerleşmiştir. Ancak bu yıl içinde Kıbrıs ile ilgili olarak yapılması planlanan mitinglere Başbakan Adnan Menderes, o sıralarda zaten çökmekte olan Balkan Paktı’na zarar vereceği endişesiyle karşı çıkmıştır.
Yunanistan ise, daha önceden planlandığı gibi, Kıbrıs konusunu 24 Eylül 1954 tarihinde resmen gündeme getirerek, bu sorunu BM toplantısında 19 olumsuz, 11 çekimser oya karşın, 30 oy ile gündeme aldırmayı başarmıştır. Bu oylama sırasında; Sovyet Bloku, Yugoslavya, Irak dışındaki Arap devletleri, Birmanya, Endonezya Filipinler ve Meksika, Yunan görüşüne olumlu oy vermişlerdir.1’1 Kıbrıs konusunun BM’in gündemine alınmaması yolundaki İngiliz önerisine ise; Avustralya, Belçika, Danimarka, Dominik Cumhuriyeti, Fransa, Güney Afrika Cumhuriyeti, Hollanda, İsveç, Kanada, Kolombiya, Liberya, Lüksemburg, Norveç, Paraguay, Peru, Şili, Türkiye ve Yeni Zelanda olumlu oy vermişlerdir. Amerika Birleşik Devletleri, Arjantin, Bolivya, Brezilya, Habeşistan, Hindistan, Irak, İran, Pakistan, Panama ve Venezüella çekimser oy kullamışlardır.Bu oylamadan sonra söz alan İngiliz yetkililer,”her şeye karşın meselenin görüşülmesi halinde, müzakereleri terk edecekleri” tehdidinde bulunmuşlardır. Türkiye, Kıbrıs konusunun BM’in gündemine alınmasına sert tepki göstermiş, iktidar yanlısı Zafer Gazetesi’nde 30 Eylül 1954 tarihinde yayımlanan imzasız bir başyazıda; Yunanistan, Lozan Ant-laşması’na uymamakla suçlanmış ve Ada’nın “başka bir devlete devrinin söz konusu olması durumunda bu devletin, Türkiye olması gerektiği...” görüşüne yer verilmiştir ki ; bu görüş, 1956 yılına kadar Demokrat Parti iktidarının savunacağı “ilhak politikası”nın da temelini oluşturacaktı.
Birleşmiş Milletler’in Yunan başvurusunu olumlu karşılamasının bir sonucu olarak Kıbrıs konusu, bu kuruluşun 14 Aralık 1954 tarihindeki oturumunda ele alınmış, aynı gün Siyasi Komisyon’da söz alan Türkiye temsilcisi Selim Sarper, Yunanistan’ın ENOSİS doğrultusunda bir politika izlemesini eleştirdikten sonra, bu adanın Türkiye için taşıdığı önemi açıklamıştır.Siyasi Komisyon, Yeni Zelanda’nın önerisi üzerine, 11 çekimsere karşı, 49 olumlu oy ile, BM’de Kıbrıs konusundaki görüşmelere devam edilmesi yolunda bir karar almıştır.18 Böylelikle Yunanistan, oyunun ilk aşamasında istediği sonuca ulaşmıştır. Bu karar üzerine, Yunanistan’da binlerce öğrenci sokağa döküldü, gösteriler yapıldı ve olayların da çıktığı bu gösterilerde ABD, İngiliz bayrakları ve ABD Başkanı Ei-senhower’in fotoğrafları yakıldı. Kıbrıs’ta da, Rumlar 24 saat süreyle greve gittiler ve buradaki olaylarda da bir kişi öldürüldü, 13 kişi yaralandı ve tutuklananların sayısı 200’ü buldu.19 Bu olaylar olduğu sırada Yunanistan, Türkiye’ye bir nota vererek, Selim Sarper’in konuşmasını protesto etti. Türkiye ise, BM’in kararını olumlu karşıladı. Hatta Başbakan Menderes bu kararı “Kıbrıs meselesinin kapanması” şeklinde yorumladı.
Aradan kısa bir süre geçtikten sonra Yunanistan, Kıbrıs sorununun “Türkiye’nin katılımı olmaksızın çözülemeyeceğini” anlamış olmalıdır ki ; Yunan Büyükelçisi Jean Kalergis, 23 Aralık 1954 tarihinde yaptığı bir konuşmada sorunun; Türkiye, İngiltere ve Yunanistan arasında görüşülmesini ve bunun için bir konferans toplanmasını önerecekti.22 Bu arada adada silahlanmaya büyük bir hız veren Rumlar yığmak yapmaya başlamışlar 23 bu gelişme üzerine İngiltere Hükümeti de, çıkabilecek olaylara müdahale edebilmek için, adaya on uçak dolusu asker göndermişti.24 Ada’daki durumun böylesine kritik bir hal alması üzerine, İngiltere Başbakanı Anthony Eden, 30 Haziran 1955 tarihinde Avam Kamarası’nda yaptığı konuşmada Türkiye ve Yunanistan’a; bu sorunun çözümü için üçlü bir konferans önerisinde bulundu.25 Bu öneri, Türkiye tarafından da olumlu karşılandı. Ancak Türkiye’nin yarattığı bu ılımlı hava sürerken, basında, Rumlar’ın Kıbrıs’ta toplu kıyım yapmaya hazırlandıkları yolunda haberler çıktı. Bu haberler üzerine bir değerlendirmede bulunan Başbakan Menderes, 24 Ağustos 1955 tarihinde yaptığı bir açıklamada; “Kıbrıs Türkleri’ni savunmasız bırakmayacaklarını ve Ada’nın statüsünde bir değişiklik yapılması halinde, “Kıbrıs’ın, Türkiye’ye geri verilmesini ...” isteyerek, adanın iki toplum arasında bölünmesine karşı olduğunu ifade etti.26 Ana muhalefet partisi lideri İsmet İnönü de, Hükümetin Kıbrıs konusunda izlediği politikayı desteklediklerini belirtti.
29 Ağustos-7 Eylül 1955 tarihleri arasında yapılan Birinci Londra Konferansı’nda Türkiye’nin görüşlerini açıklayan Dışişleri Bakanı Fatin Rüştü Zorlu, self determination ilkesine tümüyle karşı olmamakla birlikte, bunun “bir adaletsizlik, huzursuzluk, güvensizlik ve suriş unsuru haline gelmesinin önlenmesini ve toplumlararası eşitlik esasının sağlanmasını” istedi.Bu konferansın devam ettiği sırada, İstanbul’da 6-7 Eylül Olayları olarak bilinen olaylar meydana gelmiş, bu olayların yarattığı olumsuzlukların bir sonucu olarak konferans, bir sonuç almamadan dağılmıştır. Konferansta, İngiltere Dışişleri Bakanı Mac Millan’ın self-determination önerisine oldukça soğuk baktığı ortaya çıkmıştır. Fatin Rüştü Zorlu ise, İngiltere’nin önerdiği “dahili muhtariyet” plânına sıcak bakmakla birlikte, bu çözümün dışında bir yola gidilecekse, adanın Türkiye’ye geri verilmesi gerektiği yolundaki görüşlerini bir defa daha tekrarlamıştır. Başka bir deyişle, bu konferansta İngiltere’nin, Orta-Doğu ve Doğu Akdeniz’deki güvenliğini tehlikeye düşüreceği endişesiyle, Kıbrıs’tan çekilmek niyetinde olmadığı, ancak adaya self-goverment verilmesi yolundaki görüşü kabule yatkın olduğu anlaşılmıştır. Yunanistan’ın ise, adaya self-goverment verilmesi konusundaki ısrarından vazgeçmeyeceği anlaşılmıştır.
6-7 Eylül Olayları’ndan sonra ortaya çıkan gerginlik, Türkiye’nin olaylarda zarar görenlere tazminat ödemeyi kabul etmesi ve 24 Ekim 1955 tarihinde İzmir’de Yunanistan’a tahsis edilen Başkonsolosluk binasına bayrak çekilmesi töreninde Ulaştırma Bakanı Muammer Çavuşoğlu’nun da bu-lunmasiyle, biraz olsun azaltılabilmiştir.
Türkiye’nin bu iyi niyetli girişimlerine karşın, Kıbrıs’taki terör olaylarında önemli bir artış gözlenmişti. Kıbrıs’ta terör olaylarını gerçekleştiren EOKA’nın bu olaylar sırasında İngilizlere de zarar vermesinden rahatsız olan Kıbrıs Valisi John Harding, bu olayların artmasından sorumlu tuttuğu Makarios ve üç EOKA’cıyı Seychelles Adaları’na sürgüne göndermiştir.33 Bu sürgün, gerek Yunanistan’da ve gerekse Kıbrıs Rumları arasında büyük tepkilere yolaçmış, Atina’da yapılan gösteriler sırasında, 75 kişi yaralanmış, Girit’teki İngiliz Konsolosluğu kapatılmış, Kıbrıs’ta ise Rumlar genel greve gitmişlerdir. Bütün bunların yanı sıra basında, Ortodoks Rum Kilisesi’nin, Moskova’dan yardım istediği yolunda haberler çıkmıştır.34 Bu gelişmeler üzerine, Ankara’ya ani bir ziyarette bulunan İngiltere Dışişleri Bakanı Selwyn Lloyd, taraflara “muhtariyet üzerinde anlaşmalarını” önermiştir.
Kıbrıs’ta ise, Makarios’un sürgüne gönderilmesinden sonra meydana gelen olaylarda yine artışlar görülmüş, ilk yirmi gün içinde çıkan olaylarda, 2’si Türk, 8’i İngiliz ve 12’si de EOKA’cı olmak üzere, toplam 22 kişi yaşamını yitirmiş ve 39 kişi de yaralanmıştır.Bu olaylardaki maddi zarar tutarı da 113.000 Sterlingi bulmuştur.16 Olaylarda suçlu görülen iki Rum’a ölüm cezası verilmesinden sonra, 9 Mayıs 1956 tarihinde Atina’da çıkan olaylarda ise, 7 kişi ölmüş, 200 kişi de yaralanmıştır.37 Bu olaylar devam ederken, 26 Haziran 1956 tarihinde EOKA militanlarının, kendilerini izleyen İngiliz askerlerinin bulunduğu ormanı ateşe vermeleri sonucunda ise, 19 İngiliz askeri ölmüş, 18’i de yaralanmıştır.
Bu gelişmeler sırasında, 3 Temmuz 1956 tarihinde, bir A3D televizyonunda konuşan Başbakan Menderes, “İngiltere’nin Kıbrıs üzerindeki hükümranlığından vazgeçmesinin, uluslararası bir felakete yol açacağını...”,39 öne sürmüştür. Menderes, 5 Temmuz’da DP. Grup toplantısında yaptığı konuşmada ise, İngiltere’nin, Hükümeti’ne sunduğu öneri konusunda da şu bilgileri vermiştir;
“İngilizler derler ki, evvela tethiş hareketlerine son verilecektir. Tethiş hareketlerine son verildikten sonra, 10 senelik bir müddet kabul edilecektir. On senenin hitamında Adanın idaresinde mukayyet bir self-determination prensibinin tatbike konulması hususu, NATO’nun üçte iki ekseriyetiyle karara bağlanabilecektir. İngilizlerin tekliflerinin esası budur... On senenin sonunda, NATO’nun üçte iki azasının vereceği kararla, İngiliz hâkimiyetinin baki kalması Türk-Yunan-İngiltere arasında bir pakt aktedilmesi şartiyle, bir sureti halle bağlamak...”
Menderes konuşmasında, kendilerine yapılan bu önerinin bütünüyle reddedildiğini belirttikten sonra, self-determination plânını tanımadıklarını, eğer böyle bir öneriden söz edilecek olursa, Türkiye’nin de Lozan Ant-laşması’nın çözümlediği bütün sorunların yeniden ele alınmasını isteyeceğini söylemiştir. Menderes aynı konuşmasında; Orta-Doğu’daki olumsuz gelişmelere de değinerek, bu bölgede Sovyet Rusya’nın yarattığı tehlikeye dikkat çekmiş ve Kıbrıs sorununu çözmek için, gerekirse, “Ada’ya askeri bir müdahalede bulunabileceklerini” açıklamıştır.40 D.P. Grup toplantısında söz alan konuşmacılar da, “İngiltere’nin Orta-Doğu petrolleri nedeniyle ada ile yakından ilgilendiğini” vurguladıktan sonra, “Kıbrıs’ı Yunanistan’a kaptırmamak için, burada yaşayan Türkler’in bir an önce örgütlenmesi zorunluluğu” üzerinde durmuşlardır.
İngiltere bir süre sonra, kendi çıkarlarını da zedeleyeceği endişesiyle, self-determination yolundaki çözüm önerisine karşı ilgi duymaktan vazgeçmiş, bununla birlikte self-goverment yolunu açacak olan bir anayasanın hazırlanması için gerekli çalışmalara başlamıştır. Bu durum Türk Hükümeti tarafından da olumlu karşılanmıştır. Kıbrıs ile ilgili gelişmeler Menderes Hükümeti ve Türk kamuoyunun en önemli dış sorunu olarak gündemde kalmaya devam etmiştir. Buna uygun olarak D.P. Grubu da Kıbrıs konusunda sık sık toplantılar yaparak Yunanistan’ın iddialarını ele almıştır. D.P. Grubu, 5 Temmuz 1956 tarihindeki toplantısında bir bildiri metni hazırlamış ve bu bildiride; Kıbrıs’ta yaşayan 500.000 kişilik nüfustan en az 120.000’inin Türk olduğu ve bunların ada topraklarının 6/4’ üne sahip oldukları, geriye kalan nüfusun büyük çoğunluğunun ise, Yunan asıllı olmayıp Levantin olduğu. Yunan isteklerinin Lozan Antlaşması ile bağdaşmadığı şeklindeki görüşlere yer verildikten sonra Yunanistan’ın bu isteklerinde ısrar etmesi durumunda bütün Trakya ve Oniki Adalar sorunlarının gündeme getirileceği hatırlatılmıştır.
Kıbrıs sorununda çözümsüzlük devam edip giderken, Mısır’da iş başına gelen darbeci yönetimin Süveyş Kanalı’nı devletleştirmesi, Kıbrıs adasının İngiltere açısından önemini daha da arttırmıştı. İngiltere gerek bu olumsuzluk ve gerekse Rum terörünün giderek artmasından duyduğu endişenin sonucu olarak, Kıbrıs’a bir alaydan oluşan bir paraşütçü birliği göndermiştir. Bundan sonra bile Rum terörü devam etmiş, 28 Ekim 1956 tarihinde iki İngiliz askeri öldürülmüştür. Sadece 1956 yılı Kasım ayında meydana gelen olay sayısı 416’yı bulmuş, bu olaylarda tutuklananların toplamı da 693’e ulaşmıştır.
İngiltere 1956 yılında, Türkiye’nin itirazlarına ve Makarios’un reddetmesine karşın, Kıbrıs’a “mahalli muhtariyet verilmesi” için çabalarını sürdürmüş, bu amacı gerçekleştirmek için de Lord Radcliffe’e bir anayasa tasarısı hazırlatmıştır. Bu tasarıda self-determination konusuna yer ve-rilmemekle beraber, self-goverment üzerinde sıkça durulmakta idi.48 19 Aralık 1956 tarihinde kabul edilen bu anayasaya göre, kurulması öngörülen ve 36 üyeden oluşacak olan Kıbrıs Meclisi’nde; Türkler 6, Rumlar 24 üye ile temsil olunacak, geriye kalan 6 üye de adanın Valisi tarafından seçilecekti. Kurulması planlanan Kabine’de ise, Türkler’e yalnızca bir Bakanlık verilecekti. Aynı tarihte İngiltere Sömürgeler Bakanı Lennox Boyd, Avam Kamarası’da yaptığı konuşmasında;
“İngiliz Hükümeti’nin, Kıbrıs gibi gayet karışık bir ahali için self-determination hakkının tatbiki için muhtelif hal çareleri arasına Ada’nın taksimi hususunun da ithal edilmesi gerektiğini kabul etmektedir." diyecekti.
Yukarıda kısaca özetlemeye çalıştığımız gelişmeler, Türkiye’nin “taksim” tezine yönelmesinde etkili olmuş, Başbakan A. Menderes, 28 Ocak 1957 tarihinde, bütçe görüşmeleri sırasında yaptığı konuşmada; “taksim”e taraftar olduklarının açık işaretlerini vermiştir.Daha sonraki günlerde ise, Dışişleri Bakanı Fatin Rüştü Zorlu da Türkiye’nin bu teze yönelmesinin nedenlerini açıklarken;
“İngiltere’nin Ada’da belirli bir zaman yönetimini sürdürmek ve yedi sekiz yıl sonra da selfdetermination’a gitmek ve bu arada da Türkiye ve öteki ilgili devletlere Ada’da üsler vermek düşüncesinde olduğunu bu nedenle de kendilerinin bir taviz olmak üzere, ilhaktan vazgeçerek, taksim’e razı oldukları...”
şeklinde bir savunma yapmıştır. Taksim tezi, iktidar yanlısı Zafer Gazetesi tarafından da desteklenmeye başlanmıştır. Bu yıllarda artık DP.’nin Kıbrıs konusunda danışmanlığını üstlenen Prof. Dr. Nihat Erim de, New York Times’de yazdığı açık bir mektupta, Türk Hükümeti’nin Kıbrıs konusundaki görüşlerini açıklamış ve Başbakan Menderes’in, Kıbrıs sorununun,” NATO, Bağdat Paktı ve bütünü ile Batı güvenlik sistemini sarsmağa başlaması karşısında, Ada’nın taksimini kabul ettiğini...”öne sürmüştür.
Türkiye’nin,” taksim” tezine yönelmesinde etkili olan nedenleri kısaca şöyle sıralayabiliriz;
1. Türkiye, artık Kıbrıs’ın bütünüyle kendisine verilmeyeceğini anlamış ve daha gerçekçi bir politika izlemek zorunluluğunu görmüştü.
2. İlhak tezinden vazgeçerek, başka bir deyişle bu tezden ödün vererek, dünya kamuoyu önünde “uzlaşmaz bir tutum içinde olmadığını” göstermek istemiştir.
3. Yunanistan bu sorunu bahane ederek, sürekli şekilde “NATO’dan ayrılacağı” tehdidinde bulunuyordu. Türkiye, bu yardımlaşma örgütünde huzursuzluk yaratılmasından yana olmadığını göstermek istemiştir.
4. Amerika Birleşik Devletleri ve İngiltere’deki Rum lobilerinin, bu ülke hükümetlerine yaptıkları baskılar ve bu hükümetlerin söz konusu baskılara boyun eğerek, Yunanistan yanlısı bir tutum içine girmelerinin de bu politikalarda etkili olmuştur.
5. İngiltere, Kıbrıs’ta bir federe yönetim kurulmasında kendi çıkarları bakımından yarar görmüş ve bu konuda ısrarlı olduğunu ortaya koymuş bulunuyordu.
6. Kıbrıs Rum lideri Makarios, Kıbrıs sorununu uluslararası platforma taşımayı başarmış ve bu konuyu adeta bir “Haçlı Seferi”ne dönüştürmüştü.
7. Kıbrıs’taki terör olaylarında, İngiltere’nin de can kaybına uğraması İngiliz kamuoyunda da önemli tepkilere yol açmış ve halk bu sorunun biran önce çözüme bağlanmasını istemeye başlamıştı. Başka bir deyişle bu konuda bir kamuoyu baskısı oluşmuştu.
8. İngiltere’nin, Mısır yönetimi tarafından Süveyş’ten atılması, bu ülke için Kıbrıs Adası’nın önemini daha da arttırmış bulunuyordu.
9. Türkiye’nin iç siyasi ve ekonomik sorunları bu dönemde bir hayli artmış, bu durum da Demokrat Parti iktidarını oldukça yıpratmış görünüyordu. Bu durum Demokratlar’da iktidarı kaybedebilecekleri yolunda önemli bir endişe yaratmıştı. Öte yandan Demokrat Parti yönetimi, Türkiye’nin bu sorunlarının “Batı’nın desteği olmaksızın çözümlenemeyeceği” kaygısına kapılmıştı.
10. İngiltere’de de muhalefetteki İşçi Partisi, iktidarı Kıbrıs konusunda tutarsızlıkla suçlamakta ve kendilerinin iktidara gelmesi durumunda, Ada’yı ramlara vereceği yolunda propagandalar yapmakta idi. Bu durum Türkiye’de bile rahatsızlık yaratmıştı.
Türkiye’nin, taksim tezini benimseyerek, önemli bir ödün vermesine karşın, Rumlar’ın yarattığı terör olayları durmamış, tam tersine artmıştır. Örneğin; 22 Ocak 1957 tarihinde, Kıbrıs’ta incelemeler yapan ve aralarında Nihat Erim’in de bulunduğu Türk delegasyonunun aracına Rum teröristlerce bombalı suikasta bulunulmuş, ancak bu terör eylemi amacına ulaşamamıştı.55 Bu olayın olduğu gün, bir Türk Polisi, 28 Ocak’ta ise 8 Türk, Rumlar tarafından katledilmişlerdi. Türkiye’de büyük bir gerginliğe yol açan bu olaylar üzerine, 6-7 Eylül Olayları’nın yeniden yaşanmaması için, İngiltere ve Yunanistan Konsoloslukları polis tarafından güvenlik kordonuna alınmış, radyodan da normal yayınlara ara verilerek”yas”ilan edilmiştir.
Bu gergin günler yaşanırken, Kıbrıs sorunu Yunanistan tarafından yeniden Birleşmiş Milletler’e götürülmüştür. BM’deki Türkiye temsilcisi Selim Sarper hükümetinin Kıbrıs konusundaki görüşlerini açıklamış, Yunanistan’ın Ada’daki terör eylemlerini desteklemekten vazgeçmesini ve Yunan hükümetinin ilhak isteğinin reddedilmesini istemiştir. Yunanistan temsilcisi ise, hükümetinin self-determination tezini savunarak, bu görüşlerinin kabul edilmemesi durumunda, Yunanistan’ın NATO’dan ayrılacağı tehdidini bir defa daha tekrarlamıştır.57 BM, 26 Şubat 1957 ta-rihinde, 1 çekimsere karşın, 55 olumlu oy ile, taraflar arasında görüşmelere devam edilmesi yolunda karar vermiştir.”“8 Bu gelişmeler yaşanırken İngiltere, daha önce Seychelles Adaları’na sürgüne gönderilen Makarios’un, “Ada’ya dönmemesi koşuluyla” serbest bırakılmasına karar vermiştir.59 İngiltere’nin bu kararı, Türkiye’de tepkilere neden olmuş, Yunanistan bu duruma tepki göstererek, Büyükelçisi Jean Kalergis’i Atina’ya çağırmıştır. İngiltere ise, Türkiye’ye satışına karar verdiği 4 kruvazörün satışını durdurduğunu açıklamıştır. Bu gelişmeler üzerine Türk Hükümeti de , Londra Büyükelçisi’ni Ankara’ya çağırmıştır.60 NATO üyeleri arasında ortaya çıkan bu gerginlik, NATO Genel Sekreteri Lord Ismay’ı harekete geçirmiş ve Ismay 20 Mart 1957 tarihinde, Türkiye, İngiltere ve Yunanistan temsilcilerine birer mektup göndererek, arabuluculuk önerisinde bulunmuştur. Bu girişim, Türkiye ve İngiltere tarafından sıcak karşılanırken, Yunanistan’ın olumsuz bir tutum alması yüzünden başarısızlığa uğramış, girişimden bir sonuç alınamamıştır.
İngiltere’nin 1925 yılında sömürge (Crown Colony) ilan ettiği Kıbrıs’ta yaşayan Rumlar, adanın Yunanistan’a katılmasını savunmaya başlamışlar ve bu amaçlarına ulaşabilmek için de örgütlenmişlerdir. Rumlar bu amaçları doğrultusunda yaptıkları çalışmaların bir sonucu olarak, 1947 yılı Ekimi’nde, Başpiskopos Yardımcısı’nın başkanlığında bir kurul oluşturarak Londra’ya göndermişler, o zamanki İngiltere Sömürgecilik Ba-kanından, “ Adanın, Yunanistan’a verilmesini” sağlamasını istemişlerdir.Bu durum, Kıbrıs Türk toplumu tarafından tepkiyle karşılanmıştır. Buna karşı bir tepki olarak da, Yunan başkenti Atina’da üniversite öğrencileri bir miting düzenleyerek, Rum görüşüne destek vermişler, bu mitinglere ise; Türkiye’nin çeşitli kentlerinde öğrenim gören üniversiteli gençler, yine mitinglerle karşılık vermişlerdir. Bütün bu gelişmelere karşın Kıbrıs konusu, gerek Türkiye ve gerekse Yunanistan tarafından resmi bir sorun olarak siyasal platforma taşınmamıştır. Bu noktadan olmak üzere, C.H.P. iktidarının son Dışişleri Bakanı Necmeddin Sadak, 23 Ocak 1950 tarihinde T.B.M.M.’nde yaptığı konuşmada, “Kıbrıs meselesi diye bir mesele olmadığını...” savunarak,” İngiltere’nin adayı bir bir başka devlete vermek niyetinde bulunmadığını”, bu nedenle gençlerin “beyhude yere heyecana kapıldıklarını...” öne sürmüştü.
Demokrat Parti’nin, 14 Mayıs 1950 seçimlerini kazanarak iktidarı devralmasından sonra, Dışişleri Bakanlığı görevine getirilen Prof. Dr. Fuad Köprülü de, 20 Haziran 1950 tarihinde yapılan D.P. Grup toplantısında, Sadak’ın görüşlerini benimsediğini ortaya koymuş ve şunları söylemişti;
“Kıbrıs meselesi diye şimdilik bir mesele bizim ittilamızda değildir. Çünkü. Yunan Hükümeti de resmen Kıbrıs meselesiyle meşgul olmamaktadır. Binaenaleyh Hariciyemiz de böyle bir hadisenin mevcudiyetinden resmen haberdar değildir.”
O günlerde Türkiye’nin Kıbrıs konusundaki bu duyarsızlığına karşın Yunanistan tam tersine bir politika izlemeye başlamıştı. Yunan Başbakanı Sfokles Venizelos, daha önce babası Elefterios Venizelos’un Girit’te uyguladığı ve Girit’in Yunanistan’a katılmasiyle sonuçlanan senaryonun bir benzerini gerçekleştirmek için kolları sıvamıştı. Sfokles Venizelos, 16 Şubat 1951’de Yunan Parlamentosu’nda yaptığı konuşmada bu niyetini şöyle açığa vurmuştu;
“Biz, Kıbrıs Adası’nın ilhakını bugün değil, 1915 senesinden beri müteaddit defalar istedik. O zamandan bugüne kadar, iş başına gelen bütün Yunan Hükümetleri de bu talebi tekrarladılar.
Biz yeni bir müracaatta bulunmadıysak bundan, bu işten vazgeçtiğimiz mânası çıkarılmamalıdır.
Sükutumuz, siyasî iz’anımızın zaruri bir tecellisinden ibarettir. Hakikatte. Kıbrıs’ı istemekten hiçbir zaman vazgeçecek değiliz.”
SofoklesVenizelos konuşmasında; Kıbrıs’ın ülkesine bırakılması durumunda, Amerika Birleşik Devletleri ve İngiltere’ye bu adada askeri üsler verebileceklerini de savunarak onların desteğini kazanmayı umuyordu.
Bu gelişmeler üzerine, dönemin Cumhurbaşkanı Celâl Bayar’a açık bir mektup yazan Kıbrıs Türkleri temsilcileri, Yunanistan’ın Ada’yı resmen istediğine dikkati çekerek, Kıbrıs’ın “Türk tarihinde ikinci bir Hatay olması için...” çaba gösterilmesini istemişlerdir.
Yunanistan ise, Kıbrıs konusunun bir an önce ve resmen uluslararası platforma çekilmesini sağlamak için, çalışmalara başlamıştır. Bu amaçla Yunanistan’ın Birleşmiş Milletler’deki temsilcisi Loukis Akritas, 17 Aralık 1951 tarihinde, İnsan Haklan Komitesi’nde yaptığı konuşmada; İngiltere’yi, Ada’nın Yunanistan ile birleşmesine engel olmaması için uyarmış ve 1950 yılında , Ada’da yapılan bir plebisitte; “halkın % 90’ının Yunanistan ile birleşmek için oy verdiğini ve buradaki nüfusun da % 81 ‘e yakın bir kısmının Rum olduğunu...” öne sürmüştür.
O günlerde,Yunanistan Başbakanı Papagos’un da, Kıbrıs konusunu BM’in gündemine getirmeleri için, bu kuruluştaki Yunan temsilcilerine talimat verdiği yolunda basında haberler çıkmış, Kıbrıs Rumları adına hareket eden Makarios da, İngiliz İşçi Partisi milletvekili Tom Criberg’e;
“Birleşmiş Milletler’in kararı ne olursa olsun, bu konudaki tek çözüm yolunun Ada’nın Yunanistan’a katılması olduğunu...” söylemişti.
Türkiye’de ise, muhalefet, iktidarı Kıbrıs konusunda “tavırsızlıkla” suçlamıştır.” Kıbrıs konusu, 1954 yılında Türk kamuoyu gündeminin ilk sıralarına yerleşmiştir. Ancak bu yıl içinde Kıbrıs ile ilgili olarak yapılması planlanan mitinglere Başbakan Adnan Menderes, o sıralarda zaten çökmekte olan Balkan Paktı’na zarar vereceği endişesiyle karşı çıkmıştır.
Yunanistan ise, daha önceden planlandığı gibi, Kıbrıs konusunu 24 Eylül 1954 tarihinde resmen gündeme getirerek, bu sorunu BM toplantısında 19 olumsuz, 11 çekimser oya karşın, 30 oy ile gündeme aldırmayı başarmıştır. Bu oylama sırasında; Sovyet Bloku, Yugoslavya, Irak dışındaki Arap devletleri, Birmanya, Endonezya Filipinler ve Meksika, Yunan görüşüne olumlu oy vermişlerdir.1’1 Kıbrıs konusunun BM’in gündemine alınmaması yolundaki İngiliz önerisine ise; Avustralya, Belçika, Danimarka, Dominik Cumhuriyeti, Fransa, Güney Afrika Cumhuriyeti, Hollanda, İsveç, Kanada, Kolombiya, Liberya, Lüksemburg, Norveç, Paraguay, Peru, Şili, Türkiye ve Yeni Zelanda olumlu oy vermişlerdir. Amerika Birleşik Devletleri, Arjantin, Bolivya, Brezilya, Habeşistan, Hindistan, Irak, İran, Pakistan, Panama ve Venezüella çekimser oy kullamışlardır.Bu oylamadan sonra söz alan İngiliz yetkililer,”her şeye karşın meselenin görüşülmesi halinde, müzakereleri terk edecekleri” tehdidinde bulunmuşlardır. Türkiye, Kıbrıs konusunun BM’in gündemine alınmasına sert tepki göstermiş, iktidar yanlısı Zafer Gazetesi’nde 30 Eylül 1954 tarihinde yayımlanan imzasız bir başyazıda; Yunanistan, Lozan Ant-laşması’na uymamakla suçlanmış ve Ada’nın “başka bir devlete devrinin söz konusu olması durumunda bu devletin, Türkiye olması gerektiği...” görüşüne yer verilmiştir ki ; bu görüş, 1956 yılına kadar Demokrat Parti iktidarının savunacağı “ilhak politikası”nın da temelini oluşturacaktı.
Birleşmiş Milletler’in Yunan başvurusunu olumlu karşılamasının bir sonucu olarak Kıbrıs konusu, bu kuruluşun 14 Aralık 1954 tarihindeki oturumunda ele alınmış, aynı gün Siyasi Komisyon’da söz alan Türkiye temsilcisi Selim Sarper, Yunanistan’ın ENOSİS doğrultusunda bir politika izlemesini eleştirdikten sonra, bu adanın Türkiye için taşıdığı önemi açıklamıştır.Siyasi Komisyon, Yeni Zelanda’nın önerisi üzerine, 11 çekimsere karşı, 49 olumlu oy ile, BM’de Kıbrıs konusundaki görüşmelere devam edilmesi yolunda bir karar almıştır.18 Böylelikle Yunanistan, oyunun ilk aşamasında istediği sonuca ulaşmıştır. Bu karar üzerine, Yunanistan’da binlerce öğrenci sokağa döküldü, gösteriler yapıldı ve olayların da çıktığı bu gösterilerde ABD, İngiliz bayrakları ve ABD Başkanı Ei-senhower’in fotoğrafları yakıldı. Kıbrıs’ta da, Rumlar 24 saat süreyle greve gittiler ve buradaki olaylarda da bir kişi öldürüldü, 13 kişi yaralandı ve tutuklananların sayısı 200’ü buldu.19 Bu olaylar olduğu sırada Yunanistan, Türkiye’ye bir nota vererek, Selim Sarper’in konuşmasını protesto etti. Türkiye ise, BM’in kararını olumlu karşıladı. Hatta Başbakan Menderes bu kararı “Kıbrıs meselesinin kapanması” şeklinde yorumladı.
Aradan kısa bir süre geçtikten sonra Yunanistan, Kıbrıs sorununun “Türkiye’nin katılımı olmaksızın çözülemeyeceğini” anlamış olmalıdır ki ; Yunan Büyükelçisi Jean Kalergis, 23 Aralık 1954 tarihinde yaptığı bir konuşmada sorunun; Türkiye, İngiltere ve Yunanistan arasında görüşülmesini ve bunun için bir konferans toplanmasını önerecekti.22 Bu arada adada silahlanmaya büyük bir hız veren Rumlar yığmak yapmaya başlamışlar 23 bu gelişme üzerine İngiltere Hükümeti de, çıkabilecek olaylara müdahale edebilmek için, adaya on uçak dolusu asker göndermişti.24 Ada’daki durumun böylesine kritik bir hal alması üzerine, İngiltere Başbakanı Anthony Eden, 30 Haziran 1955 tarihinde Avam Kamarası’nda yaptığı konuşmada Türkiye ve Yunanistan’a; bu sorunun çözümü için üçlü bir konferans önerisinde bulundu.25 Bu öneri, Türkiye tarafından da olumlu karşılandı. Ancak Türkiye’nin yarattığı bu ılımlı hava sürerken, basında, Rumlar’ın Kıbrıs’ta toplu kıyım yapmaya hazırlandıkları yolunda haberler çıktı. Bu haberler üzerine bir değerlendirmede bulunan Başbakan Menderes, 24 Ağustos 1955 tarihinde yaptığı bir açıklamada; “Kıbrıs Türkleri’ni savunmasız bırakmayacaklarını ve Ada’nın statüsünde bir değişiklik yapılması halinde, “Kıbrıs’ın, Türkiye’ye geri verilmesini ...” isteyerek, adanın iki toplum arasında bölünmesine karşı olduğunu ifade etti.26 Ana muhalefet partisi lideri İsmet İnönü de, Hükümetin Kıbrıs konusunda izlediği politikayı desteklediklerini belirtti.
29 Ağustos-7 Eylül 1955 tarihleri arasında yapılan Birinci Londra Konferansı’nda Türkiye’nin görüşlerini açıklayan Dışişleri Bakanı Fatin Rüştü Zorlu, self determination ilkesine tümüyle karşı olmamakla birlikte, bunun “bir adaletsizlik, huzursuzluk, güvensizlik ve suriş unsuru haline gelmesinin önlenmesini ve toplumlararası eşitlik esasının sağlanmasını” istedi.Bu konferansın devam ettiği sırada, İstanbul’da 6-7 Eylül Olayları olarak bilinen olaylar meydana gelmiş, bu olayların yarattığı olumsuzlukların bir sonucu olarak konferans, bir sonuç almamadan dağılmıştır. Konferansta, İngiltere Dışişleri Bakanı Mac Millan’ın self-determination önerisine oldukça soğuk baktığı ortaya çıkmıştır. Fatin Rüştü Zorlu ise, İngiltere’nin önerdiği “dahili muhtariyet” plânına sıcak bakmakla birlikte, bu çözümün dışında bir yola gidilecekse, adanın Türkiye’ye geri verilmesi gerektiği yolundaki görüşlerini bir defa daha tekrarlamıştır. Başka bir deyişle, bu konferansta İngiltere’nin, Orta-Doğu ve Doğu Akdeniz’deki güvenliğini tehlikeye düşüreceği endişesiyle, Kıbrıs’tan çekilmek niyetinde olmadığı, ancak adaya self-goverment verilmesi yolundaki görüşü kabule yatkın olduğu anlaşılmıştır. Yunanistan’ın ise, adaya self-goverment verilmesi konusundaki ısrarından vazgeçmeyeceği anlaşılmıştır.
6-7 Eylül Olayları’ndan sonra ortaya çıkan gerginlik, Türkiye’nin olaylarda zarar görenlere tazminat ödemeyi kabul etmesi ve 24 Ekim 1955 tarihinde İzmir’de Yunanistan’a tahsis edilen Başkonsolosluk binasına bayrak çekilmesi töreninde Ulaştırma Bakanı Muammer Çavuşoğlu’nun da bu-lunmasiyle, biraz olsun azaltılabilmiştir.
Türkiye’nin bu iyi niyetli girişimlerine karşın, Kıbrıs’taki terör olaylarında önemli bir artış gözlenmişti. Kıbrıs’ta terör olaylarını gerçekleştiren EOKA’nın bu olaylar sırasında İngilizlere de zarar vermesinden rahatsız olan Kıbrıs Valisi John Harding, bu olayların artmasından sorumlu tuttuğu Makarios ve üç EOKA’cıyı Seychelles Adaları’na sürgüne göndermiştir.33 Bu sürgün, gerek Yunanistan’da ve gerekse Kıbrıs Rumları arasında büyük tepkilere yolaçmış, Atina’da yapılan gösteriler sırasında, 75 kişi yaralanmış, Girit’teki İngiliz Konsolosluğu kapatılmış, Kıbrıs’ta ise Rumlar genel greve gitmişlerdir. Bütün bunların yanı sıra basında, Ortodoks Rum Kilisesi’nin, Moskova’dan yardım istediği yolunda haberler çıkmıştır.34 Bu gelişmeler üzerine, Ankara’ya ani bir ziyarette bulunan İngiltere Dışişleri Bakanı Selwyn Lloyd, taraflara “muhtariyet üzerinde anlaşmalarını” önermiştir.
Kıbrıs’ta ise, Makarios’un sürgüne gönderilmesinden sonra meydana gelen olaylarda yine artışlar görülmüş, ilk yirmi gün içinde çıkan olaylarda, 2’si Türk, 8’i İngiliz ve 12’si de EOKA’cı olmak üzere, toplam 22 kişi yaşamını yitirmiş ve 39 kişi de yaralanmıştır.Bu olaylardaki maddi zarar tutarı da 113.000 Sterlingi bulmuştur.16 Olaylarda suçlu görülen iki Rum’a ölüm cezası verilmesinden sonra, 9 Mayıs 1956 tarihinde Atina’da çıkan olaylarda ise, 7 kişi ölmüş, 200 kişi de yaralanmıştır.37 Bu olaylar devam ederken, 26 Haziran 1956 tarihinde EOKA militanlarının, kendilerini izleyen İngiliz askerlerinin bulunduğu ormanı ateşe vermeleri sonucunda ise, 19 İngiliz askeri ölmüş, 18’i de yaralanmıştır.
Bu gelişmeler sırasında, 3 Temmuz 1956 tarihinde, bir A3D televizyonunda konuşan Başbakan Menderes, “İngiltere’nin Kıbrıs üzerindeki hükümranlığından vazgeçmesinin, uluslararası bir felakete yol açacağını...”,39 öne sürmüştür. Menderes, 5 Temmuz’da DP. Grup toplantısında yaptığı konuşmada ise, İngiltere’nin, Hükümeti’ne sunduğu öneri konusunda da şu bilgileri vermiştir;
“İngilizler derler ki, evvela tethiş hareketlerine son verilecektir. Tethiş hareketlerine son verildikten sonra, 10 senelik bir müddet kabul edilecektir. On senenin hitamında Adanın idaresinde mukayyet bir self-determination prensibinin tatbike konulması hususu, NATO’nun üçte iki ekseriyetiyle karara bağlanabilecektir. İngilizlerin tekliflerinin esası budur... On senenin sonunda, NATO’nun üçte iki azasının vereceği kararla, İngiliz hâkimiyetinin baki kalması Türk-Yunan-İngiltere arasında bir pakt aktedilmesi şartiyle, bir sureti halle bağlamak...”
Menderes konuşmasında, kendilerine yapılan bu önerinin bütünüyle reddedildiğini belirttikten sonra, self-determination plânını tanımadıklarını, eğer böyle bir öneriden söz edilecek olursa, Türkiye’nin de Lozan Ant-laşması’nın çözümlediği bütün sorunların yeniden ele alınmasını isteyeceğini söylemiştir. Menderes aynı konuşmasında; Orta-Doğu’daki olumsuz gelişmelere de değinerek, bu bölgede Sovyet Rusya’nın yarattığı tehlikeye dikkat çekmiş ve Kıbrıs sorununu çözmek için, gerekirse, “Ada’ya askeri bir müdahalede bulunabileceklerini” açıklamıştır.40 D.P. Grup toplantısında söz alan konuşmacılar da, “İngiltere’nin Orta-Doğu petrolleri nedeniyle ada ile yakından ilgilendiğini” vurguladıktan sonra, “Kıbrıs’ı Yunanistan’a kaptırmamak için, burada yaşayan Türkler’in bir an önce örgütlenmesi zorunluluğu” üzerinde durmuşlardır.
İngiltere bir süre sonra, kendi çıkarlarını da zedeleyeceği endişesiyle, self-determination yolundaki çözüm önerisine karşı ilgi duymaktan vazgeçmiş, bununla birlikte self-goverment yolunu açacak olan bir anayasanın hazırlanması için gerekli çalışmalara başlamıştır. Bu durum Türk Hükümeti tarafından da olumlu karşılanmıştır. Kıbrıs ile ilgili gelişmeler Menderes Hükümeti ve Türk kamuoyunun en önemli dış sorunu olarak gündemde kalmaya devam etmiştir. Buna uygun olarak D.P. Grubu da Kıbrıs konusunda sık sık toplantılar yaparak Yunanistan’ın iddialarını ele almıştır. D.P. Grubu, 5 Temmuz 1956 tarihindeki toplantısında bir bildiri metni hazırlamış ve bu bildiride; Kıbrıs’ta yaşayan 500.000 kişilik nüfustan en az 120.000’inin Türk olduğu ve bunların ada topraklarının 6/4’ üne sahip oldukları, geriye kalan nüfusun büyük çoğunluğunun ise, Yunan asıllı olmayıp Levantin olduğu. Yunan isteklerinin Lozan Antlaşması ile bağdaşmadığı şeklindeki görüşlere yer verildikten sonra Yunanistan’ın bu isteklerinde ısrar etmesi durumunda bütün Trakya ve Oniki Adalar sorunlarının gündeme getirileceği hatırlatılmıştır.
Kıbrıs sorununda çözümsüzlük devam edip giderken, Mısır’da iş başına gelen darbeci yönetimin Süveyş Kanalı’nı devletleştirmesi, Kıbrıs adasının İngiltere açısından önemini daha da arttırmıştı. İngiltere gerek bu olumsuzluk ve gerekse Rum terörünün giderek artmasından duyduğu endişenin sonucu olarak, Kıbrıs’a bir alaydan oluşan bir paraşütçü birliği göndermiştir. Bundan sonra bile Rum terörü devam etmiş, 28 Ekim 1956 tarihinde iki İngiliz askeri öldürülmüştür. Sadece 1956 yılı Kasım ayında meydana gelen olay sayısı 416’yı bulmuş, bu olaylarda tutuklananların toplamı da 693’e ulaşmıştır.
İngiltere 1956 yılında, Türkiye’nin itirazlarına ve Makarios’un reddetmesine karşın, Kıbrıs’a “mahalli muhtariyet verilmesi” için çabalarını sürdürmüş, bu amacı gerçekleştirmek için de Lord Radcliffe’e bir anayasa tasarısı hazırlatmıştır. Bu tasarıda self-determination konusuna yer ve-rilmemekle beraber, self-goverment üzerinde sıkça durulmakta idi.48 19 Aralık 1956 tarihinde kabul edilen bu anayasaya göre, kurulması öngörülen ve 36 üyeden oluşacak olan Kıbrıs Meclisi’nde; Türkler 6, Rumlar 24 üye ile temsil olunacak, geriye kalan 6 üye de adanın Valisi tarafından seçilecekti. Kurulması planlanan Kabine’de ise, Türkler’e yalnızca bir Bakanlık verilecekti. Aynı tarihte İngiltere Sömürgeler Bakanı Lennox Boyd, Avam Kamarası’da yaptığı konuşmasında;
“İngiliz Hükümeti’nin, Kıbrıs gibi gayet karışık bir ahali için self-determination hakkının tatbiki için muhtelif hal çareleri arasına Ada’nın taksimi hususunun da ithal edilmesi gerektiğini kabul etmektedir." diyecekti.
Yukarıda kısaca özetlemeye çalıştığımız gelişmeler, Türkiye’nin “taksim” tezine yönelmesinde etkili olmuş, Başbakan A. Menderes, 28 Ocak 1957 tarihinde, bütçe görüşmeleri sırasında yaptığı konuşmada; “taksim”e taraftar olduklarının açık işaretlerini vermiştir.Daha sonraki günlerde ise, Dışişleri Bakanı Fatin Rüştü Zorlu da Türkiye’nin bu teze yönelmesinin nedenlerini açıklarken;
“İngiltere’nin Ada’da belirli bir zaman yönetimini sürdürmek ve yedi sekiz yıl sonra da selfdetermination’a gitmek ve bu arada da Türkiye ve öteki ilgili devletlere Ada’da üsler vermek düşüncesinde olduğunu bu nedenle de kendilerinin bir taviz olmak üzere, ilhaktan vazgeçerek, taksim’e razı oldukları...”
şeklinde bir savunma yapmıştır. Taksim tezi, iktidar yanlısı Zafer Gazetesi tarafından da desteklenmeye başlanmıştır. Bu yıllarda artık DP.’nin Kıbrıs konusunda danışmanlığını üstlenen Prof. Dr. Nihat Erim de, New York Times’de yazdığı açık bir mektupta, Türk Hükümeti’nin Kıbrıs konusundaki görüşlerini açıklamış ve Başbakan Menderes’in, Kıbrıs sorununun,” NATO, Bağdat Paktı ve bütünü ile Batı güvenlik sistemini sarsmağa başlaması karşısında, Ada’nın taksimini kabul ettiğini...”öne sürmüştür.
Türkiye’nin,” taksim” tezine yönelmesinde etkili olan nedenleri kısaca şöyle sıralayabiliriz;
1. Türkiye, artık Kıbrıs’ın bütünüyle kendisine verilmeyeceğini anlamış ve daha gerçekçi bir politika izlemek zorunluluğunu görmüştü.
2. İlhak tezinden vazgeçerek, başka bir deyişle bu tezden ödün vererek, dünya kamuoyu önünde “uzlaşmaz bir tutum içinde olmadığını” göstermek istemiştir.
3. Yunanistan bu sorunu bahane ederek, sürekli şekilde “NATO’dan ayrılacağı” tehdidinde bulunuyordu. Türkiye, bu yardımlaşma örgütünde huzursuzluk yaratılmasından yana olmadığını göstermek istemiştir.
4. Amerika Birleşik Devletleri ve İngiltere’deki Rum lobilerinin, bu ülke hükümetlerine yaptıkları baskılar ve bu hükümetlerin söz konusu baskılara boyun eğerek, Yunanistan yanlısı bir tutum içine girmelerinin de bu politikalarda etkili olmuştur.
5. İngiltere, Kıbrıs’ta bir federe yönetim kurulmasında kendi çıkarları bakımından yarar görmüş ve bu konuda ısrarlı olduğunu ortaya koymuş bulunuyordu.
6. Kıbrıs Rum lideri Makarios, Kıbrıs sorununu uluslararası platforma taşımayı başarmış ve bu konuyu adeta bir “Haçlı Seferi”ne dönüştürmüştü.
7. Kıbrıs’taki terör olaylarında, İngiltere’nin de can kaybına uğraması İngiliz kamuoyunda da önemli tepkilere yol açmış ve halk bu sorunun biran önce çözüme bağlanmasını istemeye başlamıştı. Başka bir deyişle bu konuda bir kamuoyu baskısı oluşmuştu.
8. İngiltere’nin, Mısır yönetimi tarafından Süveyş’ten atılması, bu ülke için Kıbrıs Adası’nın önemini daha da arttırmış bulunuyordu.
9. Türkiye’nin iç siyasi ve ekonomik sorunları bu dönemde bir hayli artmış, bu durum da Demokrat Parti iktidarını oldukça yıpratmış görünüyordu. Bu durum Demokratlar’da iktidarı kaybedebilecekleri yolunda önemli bir endişe yaratmıştı. Öte yandan Demokrat Parti yönetimi, Türkiye’nin bu sorunlarının “Batı’nın desteği olmaksızın çözümlenemeyeceği” kaygısına kapılmıştı.
10. İngiltere’de de muhalefetteki İşçi Partisi, iktidarı Kıbrıs konusunda tutarsızlıkla suçlamakta ve kendilerinin iktidara gelmesi durumunda, Ada’yı ramlara vereceği yolunda propagandalar yapmakta idi. Bu durum Türkiye’de bile rahatsızlık yaratmıştı.
Türkiye’nin, taksim tezini benimseyerek, önemli bir ödün vermesine karşın, Rumlar’ın yarattığı terör olayları durmamış, tam tersine artmıştır. Örneğin; 22 Ocak 1957 tarihinde, Kıbrıs’ta incelemeler yapan ve aralarında Nihat Erim’in de bulunduğu Türk delegasyonunun aracına Rum teröristlerce bombalı suikasta bulunulmuş, ancak bu terör eylemi amacına ulaşamamıştı.55 Bu olayın olduğu gün, bir Türk Polisi, 28 Ocak’ta ise 8 Türk, Rumlar tarafından katledilmişlerdi. Türkiye’de büyük bir gerginliğe yol açan bu olaylar üzerine, 6-7 Eylül Olayları’nın yeniden yaşanmaması için, İngiltere ve Yunanistan Konsoloslukları polis tarafından güvenlik kordonuna alınmış, radyodan da normal yayınlara ara verilerek”yas”ilan edilmiştir.
Bu gergin günler yaşanırken, Kıbrıs sorunu Yunanistan tarafından yeniden Birleşmiş Milletler’e götürülmüştür. BM’deki Türkiye temsilcisi Selim Sarper hükümetinin Kıbrıs konusundaki görüşlerini açıklamış, Yunanistan’ın Ada’daki terör eylemlerini desteklemekten vazgeçmesini ve Yunan hükümetinin ilhak isteğinin reddedilmesini istemiştir. Yunanistan temsilcisi ise, hükümetinin self-determination tezini savunarak, bu görüşlerinin kabul edilmemesi durumunda, Yunanistan’ın NATO’dan ayrılacağı tehdidini bir defa daha tekrarlamıştır.57 BM, 26 Şubat 1957 ta-rihinde, 1 çekimsere karşın, 55 olumlu oy ile, taraflar arasında görüşmelere devam edilmesi yolunda karar vermiştir.”“8 Bu gelişmeler yaşanırken İngiltere, daha önce Seychelles Adaları’na sürgüne gönderilen Makarios’un, “Ada’ya dönmemesi koşuluyla” serbest bırakılmasına karar vermiştir.59 İngiltere’nin bu kararı, Türkiye’de tepkilere neden olmuş, Yunanistan bu duruma tepki göstererek, Büyükelçisi Jean Kalergis’i Atina’ya çağırmıştır. İngiltere ise, Türkiye’ye satışına karar verdiği 4 kruvazörün satışını durdurduğunu açıklamıştır. Bu gelişmeler üzerine Türk Hükümeti de , Londra Büyükelçisi’ni Ankara’ya çağırmıştır.60 NATO üyeleri arasında ortaya çıkan bu gerginlik, NATO Genel Sekreteri Lord Ismay’ı harekete geçirmiş ve Ismay 20 Mart 1957 tarihinde, Türkiye, İngiltere ve Yunanistan temsilcilerine birer mektup göndererek, arabuluculuk önerisinde bulunmuştur. Bu girişim, Türkiye ve İngiltere tarafından sıcak karşılanırken, Yunanistan’ın olumsuz bir tutum alması yüzünden başarısızlığa uğramış, girişimden bir sonuç alınamamıştır.