ATATÜRK DÖNEMİ EKONOMİK POLİTİKA
Hazırlayan: BURHAN POLAT
Atatürk ve arkadaşları 1923’te bağımsız Türkiye Cumhuriyeti’nin dünyaya ilan ettiği zaman, ülke ekonomisi yarı bağımlı durumda idi. Yabancı şirketler ve bankalar, ülke ekonomisini bütünüyle kontrol edebiliyorlardı. Devlet iç ve dış çevrelere mali gücünün üstünde borçlanmış durumdaydı. Birinci Dünya Savaşı’ndan beri yaklaşık on yıldır savaş içinde bulunan ülke yanmış, yıkılmış ve harabe görünümündeydi. Genç erkek nüfusun çok önemli kısmı ölmüştü. Yetişmiş tecrübeli yönetici, memur ve işçi bulunmamaktaydı. Yeterli sayıda okuma-yazma bileni her ilçe ve bulmak mümkün değildi. Ekonomi bütünüyle doğanın cömertliğine terk edilmiş tarımsal faaliyetlerle ayakta duruyordu. Anadolu’da tüketimi karşılayan köyler ve bazı ilçeler dışımda, ülke insanının beslenmesi, giydirilmesi ve çalışabilmesi için ne gerekliyse, dış ülkelerden ithal ediliyordu. Devlet zayıf yerli girişimleri korunak ve vergi gelirlerini arttırmak amacıyla gümrük tarifelerini değiştirmek hakkına sahip değildi. Bütün bu olumsuz koşulların üstüne Büyük Dünya bunalımının dünya ticaretini çökerten, işsizliği yayan sonuçları eklenmiştir. Bu bunalım özellikle yeni toparlanmaya başlayan Türk tarımını durgunluğa itmiştir[1].
Atatürk her alanda olduğu gibi ekonomide de Milliyetçiliği benimsemiştir. Dış pazarlara ve yabancı ekonomilere bağımlılığın kaldırıp milli ekonominin kurulmasını amaç edinmiştir. Çünkü Cumhuriyet Türkiye’sinin devraldığı Osmanlı ekonomisi, daha 1809 ve 1838 ticaret anlaşmalarıyla önce İngiltere ve daha sonra da 1878’den itibaren Bismarch Almanya’sının kontrolüne geçmiş, bu ilişkiler sonucunda ipek, demir ve deri gibi yerli zanaatları çökmüş ve nihayet alt yapı yetersizlikleri yüzünden yurt içinde yetiştirilen ürünlere bile tüketici pazarlarına ulaştırılamaz olmuştu.
Bu durumda yapılacak iş, Osmanlı’nın hatalarına düşmeksizin kendi kendine yeterli, dış ekonomik ilişkilere açık, ama dıştan gelen olumsuz etkilere karşı korumalı, milli bir ekonomi düzenini kurmaktan ibarettir.
İşte bu çerçevede devletçilik ilkesi, hem mili ekonominin kurulması için vazgeçilmez bir araç hem de milliyetçilik ilkesinin, bir türevidir. Devletçiliğin 1929dan ekonomik krizine bir tepki olarak geldiği konusunda bir tartışma ortamı oluşmuştur fakat bu imkânsızdır çünkü ekonomik kalkınmasına sıfırdan başlayan bir ülkede milli ekonominin kurulması, devletin korumacı ve öncü görevleri olmadan asla mümkün olmaz. Dolayısıyla devletçilik Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluş tarihinden itibaren amaçlanan ve uygulanan bir ekonomik politikadır. Sadece 1929’a kadar devletin merkezi ağırlığının, 1929-39 dönemine oranla daha az etkili olması bu düşüncelere sebep vermiş olabilir.
Milli ekonomik kalkınmaya ait düşünceler aslında daha da eskilere dayanmaktadır. Jön Türklerin 1902 Paris Kongresi’nde, Prens Sabahattin, Osmanlı İmparatorluğu’nun ancak yabancı sermayenin ülkeye çekilmesi ile kurtulabileceğini öne sürmüştür. Daha sonra İttihat ve Terakki Cemiyeti’ni oluşturacak olan bir diğer kanat ise, ülkede tarihsel olarak büyük bir sermaye açığı olduğunu ve bu açığın ancak devletin öncülüğünde ve ekonomide milliyetçilik prensibinin ışığında giderilebileceğini söylemişti.
Ekonomide düzelmenin sağlanması için gerekli olan hamlelerden biriside özel girişimciliğin ve özel sektörün yoktan var edilmesi gerekliliğidir. Çünkü Osmanlı toplumunda çok kıt olan özel sermaye, büyük ölçüde Müslüman olmayan azınlıkların elindeydi. Bu çerçevede bir Türk girişimci sınıfının da, yine devlet aracılığıyla yaratılması kaçınılmaz bir hedef olarak görünmektedir. Bunun yolu da devletin temel stratejik sanayiler olarak bilinen demir-çelik, tekstil, kimya, v.s. kurması daha ileri bir aşamada bunları özel sektöre devretmesi ve özel girişimcilere kredi, vergi muafiyeti gibi kolaylıklar sağlaması olarak düşünülmüştür. Bu temel görüşler İzmir İktisat Kongresi’nde, ekonomide milliyetçilik, devletin tamamlayıcı görevi ve özel girişimcilik başlıkları altında tam bir resmiyet kazanmıştır[2].
İZMİR İKTİSAT KONGRESİ (1923)
İzmir İktisat Kongresi İktisat vekili Mahmut Esat’ın “mesleki temsil” ilkesine göre örgütlediği, Kazım Karabekir’in başkanlık yaptığı ve Mustafa Kemal’in açılış konuşmasıyla başlattığı Kongre, yeni rejimin karşılaşabileceği tüm iktisat politikası sorunlarının tartışıldığı ve çiftçi, tüccar, sanayi ve amele gruplarının blok oylarıyla kararların alındığı bir forum olmuştur. Esasen kongre, Milli Mücadele yıllarında Ankara ile sağlıklı bağlar kuramamış olan İstanbul ve İzmir’in Türk-Müslüman sermaye çevrelerinin siyasi iktidarla kaynaşmalarında önemli bir ilk oluşturmuştur[3].
İzmir İktisat Kongresinde Türk Ekonomisinin geleceğini ilgilendiren şu kararlar alındı:
v Aşarın kaldırılması,
v Temettü vergisinin gelir vergisine dönüştürülmesi,
v Reji idare ve yönetiminin kaldırılması,
v Koruyucu gümrük tarifelerinin kabulü ve bu konuda müdahalelerin reddi,
v Bir ticaret ana bankasının kurulması,
v Kambiyo merkezleri, özellikle nakit ve tahviller borsalarının millileştirilmesi, büyük ticaret merkezlerinde hisse senedi vetahvil borsaları açılması,
v Kendi limanlarımızda Kabotaj hakkı tanınması,
v Sanayiyi teşvik kanununun günün ihtiyaçlarını karşılar hale getirilmesi ve beş yıl sonra 25 yıl süreyle uzatılması,
v Her yıl sergiler açılması,
v Sanayi bankasının kurulması,
v İş gücünün sekiz saate çıkması,
v Haftada bir gün çalışanlara tatil imkânı verilmesi,
v İş kazalarına uğrayanların hayatlarının işverenler ve kurumlar tarafından güvence altına alınması,
v Sendika hakkının tanınması[4].
İzmir İktisat Kongresinde alınan kararlar Liberal içerikli kararlardır. Yıkılmış, yakılmış, sermaye birikimi, teknolojisi olmayan bir ekonomide bu prensipler ve uygulamaları yalnızca ekonominin düzenlenmesine ilişkin karar ve uygulamalardan ibaret değildir. Bu kararlar ve prensiplerin bir kısmı doğrudan doğruya ekonomiye müdahale etme, teşebbüs kurma ve işletme ile ilgiliydi. Bundan dolayı İzmir İktisat Kongresi’nce benimsenen sistem Karma Ekonomi Sistemiydi[5].
1923-1929 DÖNEMİNDE İZLENEN SANAYİ POLİTİKASI 1923-1929
Döneminde izlenen sanayi politikalarını beşeri ve mali sermaye yetersizlikleri büyük ölüde etkilemiştir. Lozan anlaşmasına göre Anadolu’dan 1 milyon, Doğu Trakya’dan 190 bin, İstanbul’dan 70 bin, Rum ve Yunanistan’dan 400 bin Türk mübadele işlemine tabi tutulmuştur. Gidenlerin kompozisyonu çoğunlukla tüccarlar, sanayiciler, sanatkârlar, serbest meslek sahipleri oluştururken, gelenlerin büyük bir çoğunluğunu tarım kökenli Türkler oluşturuyordu. Şirket sermayelerinin ve arz edilen emeğin %15’inin Türkler, sermayenin %50’sinin ve iş gücünün %60’ının Rumlar tarafından sağlandığı bir ortamda bu müdahalelerin uzun dönemde ekonomimizin millileştirilmesine olumlu katkısına karşılık, kısa dönem Türk endüstrisi, iş hayatı ve beşeri sermayesi üzerinde olumsuz etkilerinin olduğunu rahatça söylemek mümkündür. Liberal dönem olarak adlandırılan 1923-1930 dönemindeki Devletin sanayi politikalarında rol oynamasının temel nedeni, o dönemde ülkemizde ulusal girişimci sınıfın yeterince bulunmayışının, bu sınıfın oluşturulma isteğinin ve devletin ekonomik kaynaklarının bazı işleri fiilen üstlenmeye yetmemesinin sonucudur. Bu dönemde Devlet doğrudan imalat sanayi yatırımlarına girişmek yerine, Sanayi ve Maden Bankası kurmak (1925) ve Sanayi Teşvik Kanunu çıkarmak şeklinde teşvik ve iştirak yöntemlerini benimsemiştir. Özellikle 1924 yılında kurulan İş Bankası da özel sektör girişimcileri destekleyerek anapara birikimlerini sağlamaya yardımcı olmak ve özel sermayenin iştirakını ve karma ortaklık sistemini özendirmek şeklinde özetlenebilir[6].
SANAYİ TEŞVİK YASASI VE İÇERİĞİ
1923-1929 döneminde sanayi ve yatırım politikasının çerçevesinde belirlenen en önemli atılımlardan birisi de 28 Mayıs 1927 tarih ve 1055 sayılı Sanayi Teşvik Yasası’nın çıkmasıdır. Bu yasa ile getirilen teşvik önlemlerinden bazıları şunlardır:
Arazi Bağışı:
- Sanayi kuruluşlarının tesis, inşa ve tevsii,
- Muharrik güç üretimi ya da nakli,
- Bu kuruluşları en yakın ve uygun ulaşım merkezlerine bağlamak için her türlü ulaştırma, yükleme ve boşaltma araçları ve tesisleri için gerekli arazi eğer özel kişilere ait ise 10 hektar kadar kamulaştırma suretiyle tahsis edilecek.
Kolay Arsa Temini:
Sanayi kuruluşları ve eklerinin tesis, inşa ve tevsii için gerekli olan belediye sınırları içindeki Hazine arazilerinin belirlenen bedelleri 10 yılda ödenmek üzere kurum adına devredilecek.
İletişim Hizmetlerinde Kolaylık Sağlanması:
Sanayi kuruluşları arasında ya da bu kuruluşlarla devlet şebekesi arasında telgraf yada telefon bağlantısı kurulacak ve bu bağlantı resim ve haraçtan muaf olacaktı.
Gümrük Muafiyeti:
- Sanayi kuruluşları ve eklerinin tesis, ima ve tevsilerine ilişkin her tür inşa malzemesi,
- Bu kuruluşların üretim yapabilmesi için gerekli hammaddeler,
- Bu kuruluşlar için gerekli olan her türlü makine, alet ve bunların yedek parçaları ve aksamları,
- Bu kuruluşlara ait olarak yapılacak ulaştırma, yükleme, boşaltma ve muharrik güç üretimi ve nakliyle ilgili tesisler için gerekli tüm malzeme ve donatım gümrük vergilerinden muaf olacaktı.
Çeşitli Vergilerden Muafiyet:
Sanayi yatırımı yapmak isteyen şirketlerin hisse senetleri ve tahvilleri damga resimden muaf olacaktı.
- Müsakkafat vergisinden,
- Arazi vergisinden,
- Kazanç vergisinden,
- Bu vergilerin Özel İdareler ve belediyelere ait ek kısımlarından,
- Maktu zam vergisinden,
- Belediyelere ait inşaat, buhar kazanları, motor ve imbik ruhsat resimlerinden muaf olacaktı.
Nakliye Tarifesinde İndirim[7]:
1923-1929 DÖNEMİNDE İZLENEN TARIM POLİTİKASI
1923-1929 yılları tarımsal üretim bakımından “altın yıllar” olarak görülebilir. Savaş koşullarından %50 dolayında üretim düşmeleri gözlenen başlıca ürünlerde savaş öncesi üretim hacmine 1923’ü izleyen bir iki yıl içinde ulaşıldı. Bu olumlu gelişmede, Anadolu’nun erkek nüfusunun yeniden toprağa dönmesine imkân veren barış koşulları en önemli rolü oynamakla birlikte, tarıma dönük olumlu politikaların fiyat ve vergi değişkenleri yoluyla çiftçiler lehine kaynak yaratma sonuçları da belirleyici olmuştur. Özellikle Batı Anadolu’da nüfus mübadelesinin yarattığı değişmeler bazı ticari ürünlerin olumsuzluğa sebep olsa da sinai büyüme hemen hemen iki katı büyüme hızına ulaşmıştır[8].
Hükümetin girişimleriyle düzenlenen İzmir İktisat Kongresinde Tarımla ilgili düzenlemelere yer verilmiş, sorunlara çözümler aranmıştı. Oy birliği ile kabul edilen kararlardan biri, çiftçi grubunca önerilen Tütün Rejisi’nin kaldırılmasıdır. Tarım kesimi açısından alınan en önemli karar olan, yine çiftçi grubunun önerdiği Aşar vergisinin kaldırılması oy birliği ile kabul edilmiştir. Nitekim bu iki karar da uygulamaya geçilmiş, 1925 yılında Aşar vergisi kaldırılmış, 1926 yılında ise tütün tekeline sahip olan Reji İdaresi’nin imtiyazına son verilmiştir.
Aşarın kaldırılmasının etkileri konusunda birbirinden çok farklı görüşler öne sürülmektedir. Bu görüşleri çok kısa olarak iki grupta toplamak mümkündür. Birincisi bu kararın devlet gelirlerinde önemli bir azalışa, tarım kesiminin vergi dışı kalmasına yol açtığı biçimdedir. Diğer yaklaşıma göre ise, köylünün ezilmesine ve sömürülmesine yol açan, tahsilât sistemi bakımından feodal düzenden kalma, çağdışı bir kurum olan aşar vergisinin kaldırılması zaten bir zorunluluk idi. Esasında Cumhuriyetin ilk yıllarında iltizam usulü kaldırılıp, aşar devlet memurları tarafından tahsil edilen bir vergi haline getirilebilseydi, tarım kazançlarının vergilendirilmesi sorunu da belki çoktan çözüm getirilmiş olacaktı[9].
Aşar vergisinin kaldırılması bazı olumsuzluklara da neden olmuştur. Aşardan doğan gelir kaybının 1926 yılından başlayarak dolaylı vergilerde artışlara ve esas olarak şeker ve gazyağının vergilenmesiyle karşılandığı ortaya çıkmıştır. Buda ana hatlarıyla vergilerin yükseltilmesi kentli emekçi-tüketici sınıflardan tarım kesimine bir gelir aktarımı olarak yorumlanmıştır.
1923-1929 DÖNEMİNDE İZLENEN BANKACILIK POLİTİKASI
Bankacılıkla ilgili ilk önermeler İzmir İktisat Kongresinde İktisat Bakanı Mahmut Esat Bozkurt tarafından ortaya atılmıştır. Mahmut Esat Bozkurt’un sözleriyle yabancı sermayenin hegemonyasından milli bankalar kurulmak suretiyle kurtulunacak, iktisadi gelişme bankalarla başlayacak, Türkiye’nin iktisadi hudutlarının siperleri bankalar olacak, devlet büyük bir bankanın kurulmasında öncülük edecekti. Nitekim İktisat Kongresi sonucunda bankacılıkla ilgili olarak bir ana ticaret bankası ve ona bağlı özel ticaret bankalarından oluşan bir ticari banka sistemi yaratılması, sanayi erbabına kredi vermek üzere bir sanayi bankasının kurulması, bu bankaya devletin ve diğer bankaların iştirakinin sağlanması karar altına alınmıştır.
İzmir İktisat Kongresi’nde alınan kararlar hemen uygulanmaya başlanmış, ticaretin finansmanı için ana banka hüviyetindeki İş Bankası 1924 yılında kurulmuştur. Böylece ticaret bu banka etrafında kümelenmiş özel bankalarla yürütülecektir.
Sanayi kesiminin finansmanı için de Sanayi ve Maadin Bankası’nın kuruluşu gündeme gelmiştir. Bu banka 1925 yılında kurulmuş, kamuya ait pek çok sanayi kuruluşunun hissesi bu bankaya geçmiştir. Ayrıca, özellikle sanayi kesimine işletme kredisi vermek üzere Türk Sanayi Kredi Bankası kurulmuştur.
Tarımın finansman sorunu ise Ziraat Bankasının yeniden organizasyonuyla çözümlenmeye çalışılmıştır. Banka anonim şirket statüsüne kavuşturulmuş, ayrıca sermayesi de artırılmıştır.
Bur döneme damgasını vuran bir diğer gelişme de yerel bankanın hızla artmasıdır. Osmanlı Devleti zamanında bankacılık sisteminde büyük şehirler dışında faaliyet göstermeyip Anadolu’ya inememesi bazı olumsuzluklara sebep olurken şubelerin artırılması bunun önüne geçmiştir. Arzu ve ihtiyaçlara paralel olarak banka sayısında büyük patlama olmuştur[10].
1929 KRİZİ VE TÜRKİYE EKONOMİSİ ÜZERİNE ETKİLERİ
Ülkemizde geleneksel ihracat mallarımızın çoğunluğu Türk köylüsünün ürettiği tütün, fındık, pamuk, incir vb. gibi ürünler oluşturmaktadır. O halde kırsal alanlarda yaşayan halkımızın çoğunluğu bu malları satarak karşılığında elde ettiği gelirle piyasa ekonomisine girmektedir.
Türk köylüsü doğrudan doğruya malını ihraç etmediği için, kriz ilk aşamada tüccarı etkilemiştir. Tüccarda krizden etkilendiği ölçüde ürünü üreticiden yani köylüden daha ucuz alma yoluna gitmiş, böylece köylünün eline çok az para geçmiştir. Hatta borçlanmak suretiyle üretim faaliyetini sürdüren köylüler sattıkları mallardan ellerine geçen parayla borçlarını ödeyemez duruma düşmüşlerdir. Köylü kesim, borçlarını ödeyebilmek için elinde birikmiş servetini satmak zorunda kalmıştır. Ürettiği ürünün para etmediğini gören üretimi terk etmiş yalnızca kişisel gereksinimlerine yönelik ürünleri kendisi için üretmeye yönelmiştir. Böylece köylüde kendi içine kapanma olgusu oluşmuştur.
Üreticilerin büyük bir kısmı üretim vasıtalarını terk ederek emeklerini satan kişiler olmuşlardır. Malını satmayan, buna karşılı aracıya, tefeciye, olan borcundan dolayı elindeki tüm üretim araçlarını borcuna karşılık alacaklarıyla devreden üretici, yaşamak için ancak emeğini satmak zorunda kalmıştır. Böylece binlerce köylü şehirlere iş merkezlerine, demiryolu inşaatı olan yerlere akın etmiştir[11].
1929 KRİZ SONRASI EKONOMİK POLİTİKA
Kriz sonrası iktisadi politika açısından, Türkiye’nin önünde iki temel sorun vardı. Birincisi, büyük buhranın olumsuz etkilerine karşı korunmak, ikincisi de daha önceden planlanan sanayileşme hamlesini başlatmak. Bu da devletçiliğin sosyalizm ayağının daha ağır basmasıyla mümkün olacaktır.
1930’lu yıllarda Türkiye’de izlenen devletçilik politikasının biçimlenmesinde şu etmenler etkili olmuştur.
-1923-1929 yılları arasında izlenen liberal iktisat politikalarından fazla başarılı sonuç elde edilmemesi,
- 1929 Ekonomik krizinin tüm dünya ekonomilerini olumsuz yönde etkilemesi,
- Sovyetler Birliğinde uygulanmakta olan planlı iktisat politikalarının ilk sonuçlarının başarılı olması,
- Batı ülkelerinde klasik iktisat politikalarının 1929 krizine çözüm getirememesi üzerine Devletin ekonomiye müdahale etmesini savunan yan görüşlerin ortaya atılmaya başlanması ve bu yönde iktisat politikalarının uygulanmaya başlanması.
Devletçilik yaklaşımı ilk kez İsmet İNÖNÜ’NÜN 30 Ağustos 1930 da Sivas Demiryolunun açılışında yaptığı aşağıdaki konuşma ile gündeme gelmiştir.“liberalizm teorisi bütün bu memleketin güç anlayacağı bir şeydir. Biz iktisadiyatta hakikaten mutedil devletçiyiz. Bizi bu yöne yönelten bu memleketin ihtiyacı ve bu milletin fikri eğilimidir. Devletçilikten büsbütün vazgeçip her nimeti sermayelerin faaliyetinden beklemek yöneltmek bu ülkenin anlayacağı bir şey değildir?” Nitekim 1931 yılında devletçilik Cumhuriyet Halk Partisinin altı ilkesinden biri olmuştur. Resmi ağızdan ilk kez 1930 yılında devletçiliği İsmet İNÖNÜ dile getirmesine rağmen Devletçilik düşüncesi Atatürk’ün düşüncesinde de vardı. Nitekim 1 Mart 1922’de T.B.M.M. sinin birinci dönem üçüncü toplanma yılı açılış konuşmasında “Ekonomi politikamızın önemli amaçlarından biri de toplumun genel faydasını doğrudan doğruya ilgilendirecek kuruluşlarla, ekonomik alanlardaki teşebbüsleri mali ve teknik gücümüze uygun olarak devletleştirmektir[12].” Bu dönemde, sanayileşme anan hedefin gerçekleştirilebilmesi için alınan üç karar vardır ki, bunlar o dönemin iktisat politikasının felsefi temellerini oluşturuyordu. Bunlardan birincisi, sanayi-tarım ikilemi içinde sanayi kesimine ağırlık verilmesi kararıydı. Hala bir tarım ülkesi özelliğini koruyan Türkiye de bu kararın alınması ve uygulanması hiç de kolay olmamıştır. Ancak temel sanayilerin ve özellikle de makine sanayinin kurulması ile tarımda mekanizasyonun başlatılabileceğini ve iş gücü verimliliğinin artırabileceği düşünülmüştür. Aksi halde, hem tarım hem de sanayinin tüm gereksinimlerinin ithal yoluyla karşılanmasına hem döviz rezervleri açısından hem de kalkınma strateji açısından olanak yoktu. Kalkınma strateji diyoruz çünkü İngiltere gibi tarihsel doğal akışı içinde değil tam tersine hızlandırılmıştır. Bir kalkınma süresi söz konusuydu. Bunun için de sanayinin önceliği mutlaka gerekliydi.İkinci olarak, alt yapı yatırımları ve stratejik sanayilerin kurulmasıyla diğer yan ve bağımsız sanayi dallarının da teşvik edilmesi böylelikle geniş bir iç Pazar yaratılması düşünülmüştür. Örneğin, demir-çelik sanayinin kurulması demir cevheri ve kömür üretimi alanlarında yaratabilecekti. Devlet ayrıca en büyük tüketici olduğuna göre geniş bir fabrika ağının kurulmasıyla özel sektör tarafından üretilen mallara da büyük bir talep yaratacaktı. Sonunda tüketim malları sanayide zorunlu olarak stratejik sanayilerden makine techizat ve enerji almak durumunda kalacak ve bu da ağır sanayinin kurulma aşamasında bir iç Pazar sorunuyla karşılaşmasını önlemiş olacaktı. Görüldüğü gibi sanayileşmenin en temel zorluklarından birisi olan iç Pazar yaratma ve genişletme sorununda son derece isabetli iktisadi kararlar ve rasyonel düşünce biçimleri gündeme getirilmekteydi. Yalnız sanayi politikasında tarıma öncelik verilmesi ve kurulacak stratejik sanayilere iç Pazar yaratılması sadece alınmış kararlar olarak kalmamalıydı. Bunların tam olarak uygulanması için bir de iktisadi yönetim modeli gerekiyordu. İşte bu düşüncenin ışığında plancılık anlayışı ilk kez geliştirilmeye başlandı. Birinci beş yıllık planda üç hedef gözetiliyordu. Birincisi, eldeki tüm sermayenin mümkün olduğu kadar sanayi sektörüne aktarılması veya sanayileşme için kullanılması öngörülmüştü. İkinci olarak, özel girişimciliğin nispeten zayıf olduğu ülkemizde daha çok sayıda kamu iktisadi kuruluşunun meydana getirilmesi sanayileşmede devletin öncülüğü ilkesi açısından uygun görülmüştü. Sonuncu ve en önemli hedef ise, Türkiye’de hammaddesi bulunan üretim alanlarında temel sanayilerin kurulması idi. Bu gün gelişmekte olan ülkelerin, başta petrol olmak üzere bir sürü hammadde ve mal açısından dünya pazarlarına nasıl bağımlı olduklarını, ekonomilerinin bütünüyle çökmemesi için döviz rezervlerinin büyük bir kısmını bu iş için nasıl seferber ettiklerini düşünürsek birinci beş yıllık planın son derece gerçekçi ve büyük bir ileri görüşlülük içerisinde hazırlandığını söyleyebiliriz. Ayrıca, daha önce de sözünü ettiğimiz bağımsız milli ekonominin kurulması ve ülkenin tarihsel koşullarının bir zorunluluk haline getirdiği devletçilik esaslarını, bu planın hedefleri çerçevesinde tam olarak görebiliriz. Ülkenin o gün ki kısıtlı imkanları içinde bu kaynak, büyük ölçüde deniz ve demiryolu taşımacılığı, posta servisleri ve temel ihtiyaç mallarını kapsayan, devlet tekelleri aracılığıyla yaratılmıştır. Sanayi yatırımlarının önemli bir kısmını Sümerbank ve Etibank gerçekleştirmiş ve demir-çelik, tekstil ve çimento sanayileri bu dönemde kurulmuştur[13].
KAYNAKÇA
1. AKŞİN, Sina, Çağdaş Türkiye, İstanbul 2005
1. ÖKÇÜN, A. Gündüz, Türkiye İktisat Kongresi 1923-İzmir, Ankara 1997
2. PARASIZ, M. İlker, Türkiye Ekonomisi, Bursa 1998
3. TOSUN, Hüseyin, Türkiye Cumhuriyeti Tarihi, II, Ankara 2002
4. TÜNAY, Muharrem, Atatürk Dönemi Ekonomi Politikası, Ankara 1985
________________________________________
[1] Hüseyin Tosun, Türkiye Cumhuriyeti Tarihi, II, Ankara 2002, s. 327.
[2] Muharrem Tünay, Atatürk Dönemi Ekonomi Politikası, Ankara 1985, s. 245-246.
[3] Sina Akşin, Çağdaş Türkiye, İstanbul 2005, s. 314.
[4] A. Gündüz Ökçün, Türkiye İktisat Kongresi 1923-İzmir, Ankara 1997, s. 38
[5] M. İlker Parasız, Türkiye Ekonomisi, Bursa 1998, s.3.
[6] İlker Parasız, a.g.e., s. 18-19,
[7] İlker Parasız, a.g.e., s. 19-20.
[8] Sina Akşin, a.g.e., s.317-318.
[9] İlker Parasız, a.g.e., s. 23-24.
[10] İlker Parasız, a.g.e., s. 24-25.
[11] İlker Parasız, a.g.e., s. 26.
[12] İlker Parasız, a.g.e., s. 29.
[13] Muharrem Tünay, a.g.e., 249-252.
Son Güncelleme ( 10 03 2007 )
ALINTIDIR
Hazırlayan: BURHAN POLAT
Atatürk ve arkadaşları 1923’te bağımsız Türkiye Cumhuriyeti’nin dünyaya ilan ettiği zaman, ülke ekonomisi yarı bağımlı durumda idi. Yabancı şirketler ve bankalar, ülke ekonomisini bütünüyle kontrol edebiliyorlardı. Devlet iç ve dış çevrelere mali gücünün üstünde borçlanmış durumdaydı. Birinci Dünya Savaşı’ndan beri yaklaşık on yıldır savaş içinde bulunan ülke yanmış, yıkılmış ve harabe görünümündeydi. Genç erkek nüfusun çok önemli kısmı ölmüştü. Yetişmiş tecrübeli yönetici, memur ve işçi bulunmamaktaydı. Yeterli sayıda okuma-yazma bileni her ilçe ve bulmak mümkün değildi. Ekonomi bütünüyle doğanın cömertliğine terk edilmiş tarımsal faaliyetlerle ayakta duruyordu. Anadolu’da tüketimi karşılayan köyler ve bazı ilçeler dışımda, ülke insanının beslenmesi, giydirilmesi ve çalışabilmesi için ne gerekliyse, dış ülkelerden ithal ediliyordu. Devlet zayıf yerli girişimleri korunak ve vergi gelirlerini arttırmak amacıyla gümrük tarifelerini değiştirmek hakkına sahip değildi. Bütün bu olumsuz koşulların üstüne Büyük Dünya bunalımının dünya ticaretini çökerten, işsizliği yayan sonuçları eklenmiştir. Bu bunalım özellikle yeni toparlanmaya başlayan Türk tarımını durgunluğa itmiştir[1].
Atatürk her alanda olduğu gibi ekonomide de Milliyetçiliği benimsemiştir. Dış pazarlara ve yabancı ekonomilere bağımlılığın kaldırıp milli ekonominin kurulmasını amaç edinmiştir. Çünkü Cumhuriyet Türkiye’sinin devraldığı Osmanlı ekonomisi, daha 1809 ve 1838 ticaret anlaşmalarıyla önce İngiltere ve daha sonra da 1878’den itibaren Bismarch Almanya’sının kontrolüne geçmiş, bu ilişkiler sonucunda ipek, demir ve deri gibi yerli zanaatları çökmüş ve nihayet alt yapı yetersizlikleri yüzünden yurt içinde yetiştirilen ürünlere bile tüketici pazarlarına ulaştırılamaz olmuştu.
Bu durumda yapılacak iş, Osmanlı’nın hatalarına düşmeksizin kendi kendine yeterli, dış ekonomik ilişkilere açık, ama dıştan gelen olumsuz etkilere karşı korumalı, milli bir ekonomi düzenini kurmaktan ibarettir.
İşte bu çerçevede devletçilik ilkesi, hem mili ekonominin kurulması için vazgeçilmez bir araç hem de milliyetçilik ilkesinin, bir türevidir. Devletçiliğin 1929dan ekonomik krizine bir tepki olarak geldiği konusunda bir tartışma ortamı oluşmuştur fakat bu imkânsızdır çünkü ekonomik kalkınmasına sıfırdan başlayan bir ülkede milli ekonominin kurulması, devletin korumacı ve öncü görevleri olmadan asla mümkün olmaz. Dolayısıyla devletçilik Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluş tarihinden itibaren amaçlanan ve uygulanan bir ekonomik politikadır. Sadece 1929’a kadar devletin merkezi ağırlığının, 1929-39 dönemine oranla daha az etkili olması bu düşüncelere sebep vermiş olabilir.
Milli ekonomik kalkınmaya ait düşünceler aslında daha da eskilere dayanmaktadır. Jön Türklerin 1902 Paris Kongresi’nde, Prens Sabahattin, Osmanlı İmparatorluğu’nun ancak yabancı sermayenin ülkeye çekilmesi ile kurtulabileceğini öne sürmüştür. Daha sonra İttihat ve Terakki Cemiyeti’ni oluşturacak olan bir diğer kanat ise, ülkede tarihsel olarak büyük bir sermaye açığı olduğunu ve bu açığın ancak devletin öncülüğünde ve ekonomide milliyetçilik prensibinin ışığında giderilebileceğini söylemişti.
Ekonomide düzelmenin sağlanması için gerekli olan hamlelerden biriside özel girişimciliğin ve özel sektörün yoktan var edilmesi gerekliliğidir. Çünkü Osmanlı toplumunda çok kıt olan özel sermaye, büyük ölçüde Müslüman olmayan azınlıkların elindeydi. Bu çerçevede bir Türk girişimci sınıfının da, yine devlet aracılığıyla yaratılması kaçınılmaz bir hedef olarak görünmektedir. Bunun yolu da devletin temel stratejik sanayiler olarak bilinen demir-çelik, tekstil, kimya, v.s. kurması daha ileri bir aşamada bunları özel sektöre devretmesi ve özel girişimcilere kredi, vergi muafiyeti gibi kolaylıklar sağlaması olarak düşünülmüştür. Bu temel görüşler İzmir İktisat Kongresi’nde, ekonomide milliyetçilik, devletin tamamlayıcı görevi ve özel girişimcilik başlıkları altında tam bir resmiyet kazanmıştır[2].
İZMİR İKTİSAT KONGRESİ (1923)
İzmir İktisat Kongresi İktisat vekili Mahmut Esat’ın “mesleki temsil” ilkesine göre örgütlediği, Kazım Karabekir’in başkanlık yaptığı ve Mustafa Kemal’in açılış konuşmasıyla başlattığı Kongre, yeni rejimin karşılaşabileceği tüm iktisat politikası sorunlarının tartışıldığı ve çiftçi, tüccar, sanayi ve amele gruplarının blok oylarıyla kararların alındığı bir forum olmuştur. Esasen kongre, Milli Mücadele yıllarında Ankara ile sağlıklı bağlar kuramamış olan İstanbul ve İzmir’in Türk-Müslüman sermaye çevrelerinin siyasi iktidarla kaynaşmalarında önemli bir ilk oluşturmuştur[3].
İzmir İktisat Kongresinde Türk Ekonomisinin geleceğini ilgilendiren şu kararlar alındı:
v Aşarın kaldırılması,
v Temettü vergisinin gelir vergisine dönüştürülmesi,
v Reji idare ve yönetiminin kaldırılması,
v Koruyucu gümrük tarifelerinin kabulü ve bu konuda müdahalelerin reddi,
v Bir ticaret ana bankasının kurulması,
v Kambiyo merkezleri, özellikle nakit ve tahviller borsalarının millileştirilmesi, büyük ticaret merkezlerinde hisse senedi vetahvil borsaları açılması,
v Kendi limanlarımızda Kabotaj hakkı tanınması,
v Sanayiyi teşvik kanununun günün ihtiyaçlarını karşılar hale getirilmesi ve beş yıl sonra 25 yıl süreyle uzatılması,
v Her yıl sergiler açılması,
v Sanayi bankasının kurulması,
v İş gücünün sekiz saate çıkması,
v Haftada bir gün çalışanlara tatil imkânı verilmesi,
v İş kazalarına uğrayanların hayatlarının işverenler ve kurumlar tarafından güvence altına alınması,
v Sendika hakkının tanınması[4].
İzmir İktisat Kongresinde alınan kararlar Liberal içerikli kararlardır. Yıkılmış, yakılmış, sermaye birikimi, teknolojisi olmayan bir ekonomide bu prensipler ve uygulamaları yalnızca ekonominin düzenlenmesine ilişkin karar ve uygulamalardan ibaret değildir. Bu kararlar ve prensiplerin bir kısmı doğrudan doğruya ekonomiye müdahale etme, teşebbüs kurma ve işletme ile ilgiliydi. Bundan dolayı İzmir İktisat Kongresi’nce benimsenen sistem Karma Ekonomi Sistemiydi[5].
1923-1929 DÖNEMİNDE İZLENEN SANAYİ POLİTİKASI 1923-1929
Döneminde izlenen sanayi politikalarını beşeri ve mali sermaye yetersizlikleri büyük ölüde etkilemiştir. Lozan anlaşmasına göre Anadolu’dan 1 milyon, Doğu Trakya’dan 190 bin, İstanbul’dan 70 bin, Rum ve Yunanistan’dan 400 bin Türk mübadele işlemine tabi tutulmuştur. Gidenlerin kompozisyonu çoğunlukla tüccarlar, sanayiciler, sanatkârlar, serbest meslek sahipleri oluştururken, gelenlerin büyük bir çoğunluğunu tarım kökenli Türkler oluşturuyordu. Şirket sermayelerinin ve arz edilen emeğin %15’inin Türkler, sermayenin %50’sinin ve iş gücünün %60’ının Rumlar tarafından sağlandığı bir ortamda bu müdahalelerin uzun dönemde ekonomimizin millileştirilmesine olumlu katkısına karşılık, kısa dönem Türk endüstrisi, iş hayatı ve beşeri sermayesi üzerinde olumsuz etkilerinin olduğunu rahatça söylemek mümkündür. Liberal dönem olarak adlandırılan 1923-1930 dönemindeki Devletin sanayi politikalarında rol oynamasının temel nedeni, o dönemde ülkemizde ulusal girişimci sınıfın yeterince bulunmayışının, bu sınıfın oluşturulma isteğinin ve devletin ekonomik kaynaklarının bazı işleri fiilen üstlenmeye yetmemesinin sonucudur. Bu dönemde Devlet doğrudan imalat sanayi yatırımlarına girişmek yerine, Sanayi ve Maden Bankası kurmak (1925) ve Sanayi Teşvik Kanunu çıkarmak şeklinde teşvik ve iştirak yöntemlerini benimsemiştir. Özellikle 1924 yılında kurulan İş Bankası da özel sektör girişimcileri destekleyerek anapara birikimlerini sağlamaya yardımcı olmak ve özel sermayenin iştirakını ve karma ortaklık sistemini özendirmek şeklinde özetlenebilir[6].
SANAYİ TEŞVİK YASASI VE İÇERİĞİ
1923-1929 döneminde sanayi ve yatırım politikasının çerçevesinde belirlenen en önemli atılımlardan birisi de 28 Mayıs 1927 tarih ve 1055 sayılı Sanayi Teşvik Yasası’nın çıkmasıdır. Bu yasa ile getirilen teşvik önlemlerinden bazıları şunlardır:
Arazi Bağışı:
- Sanayi kuruluşlarının tesis, inşa ve tevsii,
- Muharrik güç üretimi ya da nakli,
- Bu kuruluşları en yakın ve uygun ulaşım merkezlerine bağlamak için her türlü ulaştırma, yükleme ve boşaltma araçları ve tesisleri için gerekli arazi eğer özel kişilere ait ise 10 hektar kadar kamulaştırma suretiyle tahsis edilecek.
Kolay Arsa Temini:
Sanayi kuruluşları ve eklerinin tesis, inşa ve tevsii için gerekli olan belediye sınırları içindeki Hazine arazilerinin belirlenen bedelleri 10 yılda ödenmek üzere kurum adına devredilecek.
İletişim Hizmetlerinde Kolaylık Sağlanması:
Sanayi kuruluşları arasında ya da bu kuruluşlarla devlet şebekesi arasında telgraf yada telefon bağlantısı kurulacak ve bu bağlantı resim ve haraçtan muaf olacaktı.
Gümrük Muafiyeti:
- Sanayi kuruluşları ve eklerinin tesis, ima ve tevsilerine ilişkin her tür inşa malzemesi,
- Bu kuruluşların üretim yapabilmesi için gerekli hammaddeler,
- Bu kuruluşlar için gerekli olan her türlü makine, alet ve bunların yedek parçaları ve aksamları,
- Bu kuruluşlara ait olarak yapılacak ulaştırma, yükleme, boşaltma ve muharrik güç üretimi ve nakliyle ilgili tesisler için gerekli tüm malzeme ve donatım gümrük vergilerinden muaf olacaktı.
Çeşitli Vergilerden Muafiyet:
Sanayi yatırımı yapmak isteyen şirketlerin hisse senetleri ve tahvilleri damga resimden muaf olacaktı.
- Müsakkafat vergisinden,
- Arazi vergisinden,
- Kazanç vergisinden,
- Bu vergilerin Özel İdareler ve belediyelere ait ek kısımlarından,
- Maktu zam vergisinden,
- Belediyelere ait inşaat, buhar kazanları, motor ve imbik ruhsat resimlerinden muaf olacaktı.
Nakliye Tarifesinde İndirim[7]:
1923-1929 DÖNEMİNDE İZLENEN TARIM POLİTİKASI
1923-1929 yılları tarımsal üretim bakımından “altın yıllar” olarak görülebilir. Savaş koşullarından %50 dolayında üretim düşmeleri gözlenen başlıca ürünlerde savaş öncesi üretim hacmine 1923’ü izleyen bir iki yıl içinde ulaşıldı. Bu olumlu gelişmede, Anadolu’nun erkek nüfusunun yeniden toprağa dönmesine imkân veren barış koşulları en önemli rolü oynamakla birlikte, tarıma dönük olumlu politikaların fiyat ve vergi değişkenleri yoluyla çiftçiler lehine kaynak yaratma sonuçları da belirleyici olmuştur. Özellikle Batı Anadolu’da nüfus mübadelesinin yarattığı değişmeler bazı ticari ürünlerin olumsuzluğa sebep olsa da sinai büyüme hemen hemen iki katı büyüme hızına ulaşmıştır[8].
Hükümetin girişimleriyle düzenlenen İzmir İktisat Kongresinde Tarımla ilgili düzenlemelere yer verilmiş, sorunlara çözümler aranmıştı. Oy birliği ile kabul edilen kararlardan biri, çiftçi grubunca önerilen Tütün Rejisi’nin kaldırılmasıdır. Tarım kesimi açısından alınan en önemli karar olan, yine çiftçi grubunun önerdiği Aşar vergisinin kaldırılması oy birliği ile kabul edilmiştir. Nitekim bu iki karar da uygulamaya geçilmiş, 1925 yılında Aşar vergisi kaldırılmış, 1926 yılında ise tütün tekeline sahip olan Reji İdaresi’nin imtiyazına son verilmiştir.
Aşarın kaldırılmasının etkileri konusunda birbirinden çok farklı görüşler öne sürülmektedir. Bu görüşleri çok kısa olarak iki grupta toplamak mümkündür. Birincisi bu kararın devlet gelirlerinde önemli bir azalışa, tarım kesiminin vergi dışı kalmasına yol açtığı biçimdedir. Diğer yaklaşıma göre ise, köylünün ezilmesine ve sömürülmesine yol açan, tahsilât sistemi bakımından feodal düzenden kalma, çağdışı bir kurum olan aşar vergisinin kaldırılması zaten bir zorunluluk idi. Esasında Cumhuriyetin ilk yıllarında iltizam usulü kaldırılıp, aşar devlet memurları tarafından tahsil edilen bir vergi haline getirilebilseydi, tarım kazançlarının vergilendirilmesi sorunu da belki çoktan çözüm getirilmiş olacaktı[9].
Aşar vergisinin kaldırılması bazı olumsuzluklara da neden olmuştur. Aşardan doğan gelir kaybının 1926 yılından başlayarak dolaylı vergilerde artışlara ve esas olarak şeker ve gazyağının vergilenmesiyle karşılandığı ortaya çıkmıştır. Buda ana hatlarıyla vergilerin yükseltilmesi kentli emekçi-tüketici sınıflardan tarım kesimine bir gelir aktarımı olarak yorumlanmıştır.
1923-1929 DÖNEMİNDE İZLENEN BANKACILIK POLİTİKASI
Bankacılıkla ilgili ilk önermeler İzmir İktisat Kongresinde İktisat Bakanı Mahmut Esat Bozkurt tarafından ortaya atılmıştır. Mahmut Esat Bozkurt’un sözleriyle yabancı sermayenin hegemonyasından milli bankalar kurulmak suretiyle kurtulunacak, iktisadi gelişme bankalarla başlayacak, Türkiye’nin iktisadi hudutlarının siperleri bankalar olacak, devlet büyük bir bankanın kurulmasında öncülük edecekti. Nitekim İktisat Kongresi sonucunda bankacılıkla ilgili olarak bir ana ticaret bankası ve ona bağlı özel ticaret bankalarından oluşan bir ticari banka sistemi yaratılması, sanayi erbabına kredi vermek üzere bir sanayi bankasının kurulması, bu bankaya devletin ve diğer bankaların iştirakinin sağlanması karar altına alınmıştır.
İzmir İktisat Kongresi’nde alınan kararlar hemen uygulanmaya başlanmış, ticaretin finansmanı için ana banka hüviyetindeki İş Bankası 1924 yılında kurulmuştur. Böylece ticaret bu banka etrafında kümelenmiş özel bankalarla yürütülecektir.
Sanayi kesiminin finansmanı için de Sanayi ve Maadin Bankası’nın kuruluşu gündeme gelmiştir. Bu banka 1925 yılında kurulmuş, kamuya ait pek çok sanayi kuruluşunun hissesi bu bankaya geçmiştir. Ayrıca, özellikle sanayi kesimine işletme kredisi vermek üzere Türk Sanayi Kredi Bankası kurulmuştur.
Tarımın finansman sorunu ise Ziraat Bankasının yeniden organizasyonuyla çözümlenmeye çalışılmıştır. Banka anonim şirket statüsüne kavuşturulmuş, ayrıca sermayesi de artırılmıştır.
Bur döneme damgasını vuran bir diğer gelişme de yerel bankanın hızla artmasıdır. Osmanlı Devleti zamanında bankacılık sisteminde büyük şehirler dışında faaliyet göstermeyip Anadolu’ya inememesi bazı olumsuzluklara sebep olurken şubelerin artırılması bunun önüne geçmiştir. Arzu ve ihtiyaçlara paralel olarak banka sayısında büyük patlama olmuştur[10].
1929 KRİZİ VE TÜRKİYE EKONOMİSİ ÜZERİNE ETKİLERİ
Ülkemizde geleneksel ihracat mallarımızın çoğunluğu Türk köylüsünün ürettiği tütün, fındık, pamuk, incir vb. gibi ürünler oluşturmaktadır. O halde kırsal alanlarda yaşayan halkımızın çoğunluğu bu malları satarak karşılığında elde ettiği gelirle piyasa ekonomisine girmektedir.
Türk köylüsü doğrudan doğruya malını ihraç etmediği için, kriz ilk aşamada tüccarı etkilemiştir. Tüccarda krizden etkilendiği ölçüde ürünü üreticiden yani köylüden daha ucuz alma yoluna gitmiş, böylece köylünün eline çok az para geçmiştir. Hatta borçlanmak suretiyle üretim faaliyetini sürdüren köylüler sattıkları mallardan ellerine geçen parayla borçlarını ödeyemez duruma düşmüşlerdir. Köylü kesim, borçlarını ödeyebilmek için elinde birikmiş servetini satmak zorunda kalmıştır. Ürettiği ürünün para etmediğini gören üretimi terk etmiş yalnızca kişisel gereksinimlerine yönelik ürünleri kendisi için üretmeye yönelmiştir. Böylece köylüde kendi içine kapanma olgusu oluşmuştur.
Üreticilerin büyük bir kısmı üretim vasıtalarını terk ederek emeklerini satan kişiler olmuşlardır. Malını satmayan, buna karşılı aracıya, tefeciye, olan borcundan dolayı elindeki tüm üretim araçlarını borcuna karşılık alacaklarıyla devreden üretici, yaşamak için ancak emeğini satmak zorunda kalmıştır. Böylece binlerce köylü şehirlere iş merkezlerine, demiryolu inşaatı olan yerlere akın etmiştir[11].
1929 KRİZ SONRASI EKONOMİK POLİTİKA
Kriz sonrası iktisadi politika açısından, Türkiye’nin önünde iki temel sorun vardı. Birincisi, büyük buhranın olumsuz etkilerine karşı korunmak, ikincisi de daha önceden planlanan sanayileşme hamlesini başlatmak. Bu da devletçiliğin sosyalizm ayağının daha ağır basmasıyla mümkün olacaktır.
1930’lu yıllarda Türkiye’de izlenen devletçilik politikasının biçimlenmesinde şu etmenler etkili olmuştur.
-1923-1929 yılları arasında izlenen liberal iktisat politikalarından fazla başarılı sonuç elde edilmemesi,
- 1929 Ekonomik krizinin tüm dünya ekonomilerini olumsuz yönde etkilemesi,
- Sovyetler Birliğinde uygulanmakta olan planlı iktisat politikalarının ilk sonuçlarının başarılı olması,
- Batı ülkelerinde klasik iktisat politikalarının 1929 krizine çözüm getirememesi üzerine Devletin ekonomiye müdahale etmesini savunan yan görüşlerin ortaya atılmaya başlanması ve bu yönde iktisat politikalarının uygulanmaya başlanması.
Devletçilik yaklaşımı ilk kez İsmet İNÖNÜ’NÜN 30 Ağustos 1930 da Sivas Demiryolunun açılışında yaptığı aşağıdaki konuşma ile gündeme gelmiştir.“liberalizm teorisi bütün bu memleketin güç anlayacağı bir şeydir. Biz iktisadiyatta hakikaten mutedil devletçiyiz. Bizi bu yöne yönelten bu memleketin ihtiyacı ve bu milletin fikri eğilimidir. Devletçilikten büsbütün vazgeçip her nimeti sermayelerin faaliyetinden beklemek yöneltmek bu ülkenin anlayacağı bir şey değildir?” Nitekim 1931 yılında devletçilik Cumhuriyet Halk Partisinin altı ilkesinden biri olmuştur. Resmi ağızdan ilk kez 1930 yılında devletçiliği İsmet İNÖNÜ dile getirmesine rağmen Devletçilik düşüncesi Atatürk’ün düşüncesinde de vardı. Nitekim 1 Mart 1922’de T.B.M.M. sinin birinci dönem üçüncü toplanma yılı açılış konuşmasında “Ekonomi politikamızın önemli amaçlarından biri de toplumun genel faydasını doğrudan doğruya ilgilendirecek kuruluşlarla, ekonomik alanlardaki teşebbüsleri mali ve teknik gücümüze uygun olarak devletleştirmektir[12].” Bu dönemde, sanayileşme anan hedefin gerçekleştirilebilmesi için alınan üç karar vardır ki, bunlar o dönemin iktisat politikasının felsefi temellerini oluşturuyordu. Bunlardan birincisi, sanayi-tarım ikilemi içinde sanayi kesimine ağırlık verilmesi kararıydı. Hala bir tarım ülkesi özelliğini koruyan Türkiye de bu kararın alınması ve uygulanması hiç de kolay olmamıştır. Ancak temel sanayilerin ve özellikle de makine sanayinin kurulması ile tarımda mekanizasyonun başlatılabileceğini ve iş gücü verimliliğinin artırabileceği düşünülmüştür. Aksi halde, hem tarım hem de sanayinin tüm gereksinimlerinin ithal yoluyla karşılanmasına hem döviz rezervleri açısından hem de kalkınma strateji açısından olanak yoktu. Kalkınma strateji diyoruz çünkü İngiltere gibi tarihsel doğal akışı içinde değil tam tersine hızlandırılmıştır. Bir kalkınma süresi söz konusuydu. Bunun için de sanayinin önceliği mutlaka gerekliydi.İkinci olarak, alt yapı yatırımları ve stratejik sanayilerin kurulmasıyla diğer yan ve bağımsız sanayi dallarının da teşvik edilmesi böylelikle geniş bir iç Pazar yaratılması düşünülmüştür. Örneğin, demir-çelik sanayinin kurulması demir cevheri ve kömür üretimi alanlarında yaratabilecekti. Devlet ayrıca en büyük tüketici olduğuna göre geniş bir fabrika ağının kurulmasıyla özel sektör tarafından üretilen mallara da büyük bir talep yaratacaktı. Sonunda tüketim malları sanayide zorunlu olarak stratejik sanayilerden makine techizat ve enerji almak durumunda kalacak ve bu da ağır sanayinin kurulma aşamasında bir iç Pazar sorunuyla karşılaşmasını önlemiş olacaktı. Görüldüğü gibi sanayileşmenin en temel zorluklarından birisi olan iç Pazar yaratma ve genişletme sorununda son derece isabetli iktisadi kararlar ve rasyonel düşünce biçimleri gündeme getirilmekteydi. Yalnız sanayi politikasında tarıma öncelik verilmesi ve kurulacak stratejik sanayilere iç Pazar yaratılması sadece alınmış kararlar olarak kalmamalıydı. Bunların tam olarak uygulanması için bir de iktisadi yönetim modeli gerekiyordu. İşte bu düşüncenin ışığında plancılık anlayışı ilk kez geliştirilmeye başlandı. Birinci beş yıllık planda üç hedef gözetiliyordu. Birincisi, eldeki tüm sermayenin mümkün olduğu kadar sanayi sektörüne aktarılması veya sanayileşme için kullanılması öngörülmüştü. İkinci olarak, özel girişimciliğin nispeten zayıf olduğu ülkemizde daha çok sayıda kamu iktisadi kuruluşunun meydana getirilmesi sanayileşmede devletin öncülüğü ilkesi açısından uygun görülmüştü. Sonuncu ve en önemli hedef ise, Türkiye’de hammaddesi bulunan üretim alanlarında temel sanayilerin kurulması idi. Bu gün gelişmekte olan ülkelerin, başta petrol olmak üzere bir sürü hammadde ve mal açısından dünya pazarlarına nasıl bağımlı olduklarını, ekonomilerinin bütünüyle çökmemesi için döviz rezervlerinin büyük bir kısmını bu iş için nasıl seferber ettiklerini düşünürsek birinci beş yıllık planın son derece gerçekçi ve büyük bir ileri görüşlülük içerisinde hazırlandığını söyleyebiliriz. Ayrıca, daha önce de sözünü ettiğimiz bağımsız milli ekonominin kurulması ve ülkenin tarihsel koşullarının bir zorunluluk haline getirdiği devletçilik esaslarını, bu planın hedefleri çerçevesinde tam olarak görebiliriz. Ülkenin o gün ki kısıtlı imkanları içinde bu kaynak, büyük ölçüde deniz ve demiryolu taşımacılığı, posta servisleri ve temel ihtiyaç mallarını kapsayan, devlet tekelleri aracılığıyla yaratılmıştır. Sanayi yatırımlarının önemli bir kısmını Sümerbank ve Etibank gerçekleştirmiş ve demir-çelik, tekstil ve çimento sanayileri bu dönemde kurulmuştur[13].
KAYNAKÇA
1. AKŞİN, Sina, Çağdaş Türkiye, İstanbul 2005
1. ÖKÇÜN, A. Gündüz, Türkiye İktisat Kongresi 1923-İzmir, Ankara 1997
2. PARASIZ, M. İlker, Türkiye Ekonomisi, Bursa 1998
3. TOSUN, Hüseyin, Türkiye Cumhuriyeti Tarihi, II, Ankara 2002
4. TÜNAY, Muharrem, Atatürk Dönemi Ekonomi Politikası, Ankara 1985
________________________________________
[1] Hüseyin Tosun, Türkiye Cumhuriyeti Tarihi, II, Ankara 2002, s. 327.
[2] Muharrem Tünay, Atatürk Dönemi Ekonomi Politikası, Ankara 1985, s. 245-246.
[3] Sina Akşin, Çağdaş Türkiye, İstanbul 2005, s. 314.
[4] A. Gündüz Ökçün, Türkiye İktisat Kongresi 1923-İzmir, Ankara 1997, s. 38
[5] M. İlker Parasız, Türkiye Ekonomisi, Bursa 1998, s.3.
[6] İlker Parasız, a.g.e., s. 18-19,
[7] İlker Parasız, a.g.e., s. 19-20.
[8] Sina Akşin, a.g.e., s.317-318.
[9] İlker Parasız, a.g.e., s. 23-24.
[10] İlker Parasız, a.g.e., s. 24-25.
[11] İlker Parasız, a.g.e., s. 26.
[12] İlker Parasız, a.g.e., s. 29.
[13] Muharrem Tünay, a.g.e., 249-252.
Son Güncelleme ( 10 03 2007 )
ALINTIDIR