ziberkan
Super Moderator
On yedinci yüzyılın ünlü şairlerinden Nâbi çok gazeline şöyle başlıyordu:
"Bâğ-ı dehrin hem hazânın hem bahârın görmüşüz, Biz neşâtın da gâmın da rüzgârın görmüşüz"
Yani şair, "Dünya bahçesinin hem sonbaharını hem de ilkbaharını görmüşüz; neşeli zamanlarımız da, üzüntülü zamanlarımız da olmuştur" demek istiyor.
Niyeti başka da olsa bu beytinde şair, bir bakıma yaşadığı dönemin özetini veriyordu. Çünkü, 1600'lü yılların sonlarına doğru Osmanlı İmparatoru'nun üstüne kara bulutlar dolaşmaya başlamış, Avrupa içlerinde binbir güçlükle alınan kaleler bir bir kaybedilir olmuştu. Orduda yer yer isyanlar çıkıyor; vezirler, paşalar azlettiriliyor ve hatta padişahlar tahttan indiriliyordu. Tabir yerindeyse denizin kabarması bitmiş ve artık sular durulmuştu. Yüreklerde ise bir korku vardı: Ya bir de sular çekilirse!..
İşte korkulan oldu... 1699 yılında yapılan Karlofça Andlaşması Osmanlılar için "sonun başlangıcı" oldu.Bu andlaşma ile Macaristan, Slovenya ve Transilvanya Avusturya'ya bırakıldı. Hırvatistan Almanya'da, Bosna Türkiye'de kaldı. Mora Yarımadası, Dalmaçya'nın bir bölümü ve bazı adalar Venediklilere bırakıldı. Podolya, Galiçya, Ukrayna'da bazı topraklar ve Kamaneçe Kalesi Lehistan'a verildi. 1200'lü yılların sonunda Söğüt'te yeşeren çınar büyümüş; dal - budak salıp 400 yıllık tarihi bir ağaç olmuştu ve şimdi budanıyordu. Buna elbette canlar dayanmazdı ama olan olmuştu. Türkler artık ilerleyen ülke olma durumundan çıkıyor, savunmaya geçiyordu.
İnsanların olduğu gibi milletlerin ve devletlerin de bir kaderi vardı ve kader ağlarını örüyordu... Yer yer iyilik ve güzellikler de oluyordu ama bir süre sonra artık daha çok kötülükler birbiri ardınca gelmeye başladı. Duraklama ve bocalama dönemini gerileme, gerileme dönemini de çöküş takib etti.
Ünlü bir yazarımızın çok güzel ifade ettiği gibi, "Osmanlı değerli bir kristaldi, yere düştü ve kırıldı!" Ama yalnızca o kadar; değerinden hiçbir şey kaybetmedi. Üstelik, içimizde çok derin hatırası olduğu için manevi dünyamızda daha da değer kazandı. O'nun hatırası önünde hürmetle eğiliyor ve güzelliklerini anlatmaya devam ediyoruz.
Osmanlı İmparatorluğu en geniş sınırlarına ne zaman ulaştı, biliyor musunuz? 7 yaşında tahta çıkan ve 39 yıl padişahlık yapan Dördüncü Mehmed zamanında!
Bu dönemde, dünyanın hemen bütün devletleri Türklerin gözüne girmek, onlarla diplomatik ilişki kurmak için gayret gösteriyor ve bu konuda adeta birbirleriyle yarışıyorlardı. Ünlü Fransız tarihçilerinden Albert Vandal bu konuda şunları yazıyor:
"En medeni milletlerden en barbarlarına kadar dünyada her devlet; askeri gücünden korktukları Türk Devleti'nin karşısında eğiliyor ve Türklerle hoş geçinmeye çalışıyordu. İstanbul, her milletin diplomatlarıyla dolup boşalan bir merkezdi. Osmanoğullarının tahtı önünde eğilmek için büyükelçiler birbirleriyle yarışıyorlardı.
Bu tarafta, 'Halife' sıfatını da taşıyan padişaha, hükümdarının yüksek saygılarını sunan Buhara elçisi, diğer tarafta; şaşaada birbirleriyle yarış eden ve bu uğurda herşeyi göze alan Almanya İmparatoru ile Polonya Kralı'nın elçileri görülüyordu. Polonya elçisinin beraberindekileri o derece kalabalıktı ki, İstanbul'a bir Leh ordusunun geldiği sanılabilirdi.
İstanbul'daki büyükelçilerin bando ve mızıka takımlarıyla özel savaş gemileri ve başka donanımları vardı. Törenlerde; önlerinde Hazreti Meryem'in tasvirini götürüyor; Türkler, hiçbir taassub eseri göstermeksizin bu alayları seyrediyorlardı. Büyükelçiler sadrazamın eteğini öpmek ve padişahın huzurunda yere kapanmak için acele ediyor, adeta birbirlerini yiyorlardı!"
Fransız Büyükelçiliği Baştercümanı olarak bu dönemde görev yapan yazar Antoine Galland da padişahın sefere çıkışı ile ilgili gözlemlerini kısaca şöyle anlatıyor:
"Sultan Dördüncü Mehmed, 7 Mayıs 1672 Cumartesi günü Lehistan seferi için İstanbul'dan ayrıldı. Hayatımda bundan daha güzel, daha muhteşem bir alay görmedim. Dünyanın hiçbir yerinde bundan daha parlak, daha düzenli, daha zengin bir geçit töreni yapılamaz.
Ordunun, bizzat padişahın kumandası altında şehirden çıkışı güneşin doğuşundan başlayarak tam beş saat sürdü. Polonya sınırına kadar olan merkezlerdeki Türk birlikleri yolda bu orduya katılacaklardı.
Geçen askerler atları da muhteşemdi. Öyle ki, insan hangisini seyredeceğini şaşırıyordu. Atların üzerinde fevkalâde güzel örtüler vardı, yalnızca başları ve bacakları görünüyordu. Zırhlı olmayanların sağrıları kaplan veya pars postlarıyla örtülmüştü. Üzerlerinde büyük bir ihtişamla oturan sipahiler; kılıç, yay, sırma işlemeli ve içi oklarla dolu bir okluk taşıyorlardı. Gayet güzel cilalanmış kalkanları vardı.
İlk birlikler geçtikten sonra kalabalık bir mehter takımı yürümeye başladı. Hem kendilerine has yürüyüşleriyle yürüyor, hem de çalıp okuyorlardı. Kösler ve davullar vurduğu zaman adeta yer yerinden oynuyordu. Sergiledikleri ihtişam görülmeye değer birşeydi.
Mehter takımından sonra yine, sonu gelmez gibi görünen birlikler geçmeye başladı. Türk askerinin demirden yapılmış işlemeli zırhları; rengârenk satenden sarıkları, ipek kordonlarla süslü kadife cepkenleri, en iyi şekilde yapılmış silahları; seyredenleri hayretle karışık bir hayranlık içinde bırakıyordu. Silahlarına öylesine özen gösterilmişti ki; her ok ayrı ayrı cilalanmış ve süslenmişti..."
İşte, böyle bir dönemde, orta Avrupa'ya açılan en önemli kapılardan biri olan Uyvar Kalesi fethedildi.
Sadrazam Fazıl Ahmed Paşa komutasındaki Türk ordusu 18 Ağustos 1663 günü kuşatma harekatını başlattı. Avrupa'nın en dayanıklı kalesi olarak kabul edilen Uyvar'ın düşeceğini ihtimal verilmiyordu. Ancak, Türk ordusunun iyi yönetilmesi ve ısrarı karşısında çaresiz kalan düşman, kuşatmanın otuz yedinci gününde teslim şartlarını görüşmeyi kabul etti. 24 Eylül günü Türkler Viyana'ya doğru yol alıyorlardı.
Uyvar'ın kaybedilişi Avrupa'da büyük yankılar uyandırdı. Onlara göre Türkler "olmaz"ı daha oldurmuşlardı Onun için, herhangi bir konuda gücünü - kuvvetini ortaya koyan, kararlılık ve kahramanlık gösteren birine, "Uyvar önündeki Türk gibi kuvvetli" diyorlardı. Bu söz Avrupa'da giderek bir "atasözü" haline geldi ve nesilden nesile kullanılır oldu.
Ünlü Türk bilgini Farabi'nin hemşerisi olan İsmail Cevrehi ünlü bir dilciydi ama teknik konulara da merak sarmıştı. Çeşitli hesaplar yapıyor, insanların da kuşlar gibi uçabilmesi için neler yapılması gerektiği üzerine fikir yürütüyordu.
Çalışmalarını belli bir noktaya getirdikten sonra hazırladığı kanatları alarak Nişabur'daki Ulu Cami'nin kubbesine çıktı ve merak içinde kendisini seyretmekte olan halka şöyle seslendi:
- "Ey insanlar! Dünyada benden önce hiç kimseye nasip olmayan bir işe girişiyorum. Boşluğa kendimi bırakıp göklerde uçacağım!.."
Farablı İsmail Cevheri söylediğini yaptı ve kendisini boşluğa bırakıp uçmaya başladı. Bir süre sonra yere inmek istedi ama başaramadı ve aniden düşüp parçalandı. Bu olay 1002 yılında olmuştu.
1159 yılında ise yine bir Türk, Bizans İmparatoru Manuel Kommen ve Anadolu Selçuklu Devleti'nin kurucusu Kutalmış oğlu Süleyman Şah'ın oğlu Kılıç Arslan'ın huzurunda uçuş denemesi yaptı.
Üzerinde bulunan gayet uzun ve geniş elbisesiyle At Meydanı'ndaki Dikilitaş'a çıkan bu Türk az sonra kendisini boşluğa bırakıverdi. Üzerindeki elbise bir paraşüt gibi açıldığı için havada kalmayı başardı ve bir süre sağa sola hamle yaparak uçmaya çalıştı. Ancak bu deneme de başarısız oldu ve yüzlerce - binlerce kişinin bakışları altında yere çakılıp kaldı.
Evet... Bu iki deneme başarısızlıkla sonuçlanmıştı ama uçma konusunda insanlığın önüne ışık yakılmıştı. Bunu başarmak yine Türklere yakışırdı ve öyle de oldu.
Dördüncü Murad zamanında yaşayan ve çeşitli ilimlerde bilgi sahibi olan Hazarfen Ahmed Çelebi Galata Kulesi'nden uçarak boğazı geçeceğini iddia etti ve bunu denemek için harekete geçti.
Başta padişah olmak üzere adeta bütün İstanbul ayaktaydı ve bu heyecanlı anı bekliyordu. Hezarfen Ahmed Çelebi sırtına taktığı iri kartal kanatlarını açtı, kendini boşluğa bıraktı ve uçmaya başladı... Kanatları çırpa çırpa boğazı geçti ve Üsküdar'daki Doğancılar Meydanı'na inmeyi başardı. İşte, ilk başarılı uçuş gerçekleşmişti.
Peki ya roket denemesi?
İnsanların uçabilmesi için bu kadar gayret gösteren ve başarıya ulaşan Türk insanı elbette roket denemesinin şerefini de taşımalıydı. Nitekim öyle oldu...
Dördüncü Murad'ın kızı Sultan'ın doğduğu akşam İstanbul'da şenlikler yapılıyordu. Lagari Hasan Çelebi isimli bir kişi yardımcılarıyla birlikte ortaya çıktı ve "Yedi kollu Fişek" adını verdiği roketine bindi. Kalabalıkla birlikte kendisini seyreden padişaha, "Padişahım, seni Allah'a ısmarladım; ben, İsa Peygamber'le konuşmaya gidiyorum" diye seslendi. Bu arada yardımcıları barutları ateşlemişlerdi. Ateşlemeyle birlikte Yedi Kollu Fişek fırladı ve karanlık gökyüzünde kaybolup gitti. Heyecanlı bekleyiş bir süre devam etti ama, dönüşten ümit kesilince kalabalık dağıldı.
Barutların yanması bitince hızı kesilen Yedi Kollu Fişek düşüşe geçmiş, kartal kanatlarını açan Lagari Hasan Çelebi ise ilerde bir yere inmeyi başarmıştı. Sevinç içinde saraya doğru koştu, sözünü yerine getirmiş olmanın sevinciyle Padişah'a seslendi:
"- Padişahım, İsa Peygamber sana selam söyledi!"
Dördüncü Murad Lagari Hasan Çelebi'yi bir kese altınla ödüllendirdi.
Buraya yazdıklarımız şaka değil, gerçek; ilk uçak, ilk paraşüt ve ilk roket denemesinden sonra yeri gelmişken ilk denizaltı da ecdadımızın yaptığını söylemek zorundayız.
Daha Amerika ve Avrupa'da "denizaltı" diye bir araç bilinmezken Üçüncü Ahmed döneminde "Tahtelbahir" adı verilen ilk Türk denizaltısı yapılmıştı bile.
Mimar İbrahim Efendi'nin buluşu olan bu denizaltı bir timsah şeklinde yapılmıştı. Halk bu denizaltıyı Üçüncü Ahmed'in çocuklarının sünnet törenleri yapılırken gördü ve herkes hayretler içinde kaldı. Tören sırasında Haliç'te denizin dibinden suyun üstüne çıkan bu "Tahtelbahir" ağır ağır ilerleyerek paişahın bulunduğu yere doğru gitti.Yarım saat kadar orada kaldıktan sonra tekrar suyun içine girdi ve az sonra tekrar çıktı. Herkes hayret ve şaşkınlık içindeydi. Timsaha benzeyen bu aracın içinden beş kişinin çıkması hayret ve şaşkınlıkları daha da arttırdı. Bu olay, sünnet töreninin en büyük sürprizi olmuştu. Bu konuda ünlü Surname'de ve Deniz Kuvvetleri Komutanlığı tarafından yayınlanan "Türk Denizaltıcılık Tarihi" adlı eserde gerekli bilgiler yer almaktadır.
Ancak ne var ki, "Tahtelbahir" kısa bir süre sonra unutulup gitmiş ve biz ondan yıllar sonra ilk denizaltıyı Amerikalıların yaptığını sanmışız!
Evet... Uzay teknolojisinin, denizaltı denemesinin temelinde bizim fikirlerimiz var, ilk uygulamaları biz yapmışız ama teşebbüs safhasından öte geçememişiz. Şimdi, başkalarının yaptıklarını hayranlıkla seyrediyor, çocuklarımızın gelecekteki başarıları için dualar ediyoruz.
Dördüncü Murad, Üçüncü Selim ve İkinci Mahmud Osmanlı döneminin iz bırakan Padişahları arasındadırlar. Dördüncü Murad iç isyanları bastırma konusunda gösterdiği kararlıkla ve Bağdat'ı fethetmesiyle, Üçüncü Selim ve İkinci Mahmud da daha çok yenilikleriyle ön plana çıkmışlardır. Ama biz burada onları bir başka yönleriyle tanımak istiyoruz. Mesela, Dördüncü Murad'ın iyi bir sporcu olduğunu biliyor muydunuz..?
İyi kılıç kullanan, iyi ok ve mızrak atan Dördüncü Murad bunu çok çalışmasına ve düzenli olarak spor yapmasına borçluydu. Ağırlık kaldırmada üstüne yoktu ve 260 kiloya yakın gürzlerle idman yapardı. Böyle olunca da pazuları ve kasları oldukça gelişmişti. İri yarı, güçlü kuvvetli bir adam olan Silahdarlık görevinde bulunan Musa Paşa'yı kuşağından kavradığı gibi havaya kaldırıp dolaştırdığı ve hiç yorgunluk duymadığı biliniyor.
Zamanın Hind elçisi bir gün Dördüncü Murad'a gergedan derisinden yapılma bir kalkan getirir ve bu kalkana kurşun ve ok işlemediğini söyler. Dördüncü Murad bunu denemek ister ve kalkanı uygun bir yere koydurduktan sonra "harbe" adı verilen kısa mızrağı fırlatır. Harbe bu kalkanı deler geçer. Hemen ardından yayıyla gerdiği okunu fırlatır ve kalkanı yine deler. Hind elçisinin mahçubiyetini düşünebiliyor musunuz?
Derler ki, Dördüncü Murad'ın fırlattığı ok tüfek mermisinden daha hızlı giderdi. Nitekim Okmeydanı'nda fırlattığı ok 706.5 metre uzağa gitmiş, oraya Dördüncü Murad adına bir nişan taşı dikilmiştir.
Peki ya Üçüncü Selim'le İkinci Murad?
Dördüncü Murad döneminde belki okçulukta "dünya rekoru" sözü edilmiyordu ama, Üçüncü Selim bu konuda dünya rekortmeni olarak adını tarihe yazdırmayı başardı. 1798 yılında ve Üçüncü Selim 37 yaşında iken yayını ayağı ile gerdirdikten sonra oku fırlatıyor ve bu ok tam 888 metre 86 santim uzağa düşüyor. Bu, "dünya rekoru" olarak tescil ediliyor. Aradan 161 yıl geçiyor ve Amerikalı Don Lauvre Üçüncü Selim'in bu rekorunu kırmak istiyor. Büyük iddialarla herkesi başına topluyor; ayağıyla yayı geriyor, geriyor ve okunu fırlatıyor ama bu ok ancak 856 metre 91 santim uzağa düşüyor. Yani Üçüncü Selim'in fırlattığı mesafeden yaklaşık 32 metre daha az!
Don Lauvre bir de ayakta atış yapıyor ve bu atışta ok 777 metre 85 santim uzağa düşüyor. Oysa, 1808 yılında Osmanlı tahtına çıkan İkinci Mahmud Amerikan elçisinin de bulunduğu bir törende oku 792 metreye fırlatmıştı.
Demek ki, oturarak ve ayakta gerdirilen yayla ok atışında dünya rekoru Üçüncü Selim'e, ayakta yapılan atışta da İkinci Mahmud'a ait.
Sözün başında "Cihan Padişahı dediğin böyle olur" demiştik...
Gerçi "Cihan Padişahlığı" dönemi yavaş yavaş sonra eriyordu ama, "devletin ölümü" bile farklıydı ve işte böyle, dosta -düşmana parmak ısırtan güzellikler de yaşanıyordu.
"Bâğ-ı dehrin hem hazânın hem bahârın görmüşüz, Biz neşâtın da gâmın da rüzgârın görmüşüz"
Yani şair, "Dünya bahçesinin hem sonbaharını hem de ilkbaharını görmüşüz; neşeli zamanlarımız da, üzüntülü zamanlarımız da olmuştur" demek istiyor.
Niyeti başka da olsa bu beytinde şair, bir bakıma yaşadığı dönemin özetini veriyordu. Çünkü, 1600'lü yılların sonlarına doğru Osmanlı İmparatoru'nun üstüne kara bulutlar dolaşmaya başlamış, Avrupa içlerinde binbir güçlükle alınan kaleler bir bir kaybedilir olmuştu. Orduda yer yer isyanlar çıkıyor; vezirler, paşalar azlettiriliyor ve hatta padişahlar tahttan indiriliyordu. Tabir yerindeyse denizin kabarması bitmiş ve artık sular durulmuştu. Yüreklerde ise bir korku vardı: Ya bir de sular çekilirse!..
İşte korkulan oldu... 1699 yılında yapılan Karlofça Andlaşması Osmanlılar için "sonun başlangıcı" oldu.Bu andlaşma ile Macaristan, Slovenya ve Transilvanya Avusturya'ya bırakıldı. Hırvatistan Almanya'da, Bosna Türkiye'de kaldı. Mora Yarımadası, Dalmaçya'nın bir bölümü ve bazı adalar Venediklilere bırakıldı. Podolya, Galiçya, Ukrayna'da bazı topraklar ve Kamaneçe Kalesi Lehistan'a verildi. 1200'lü yılların sonunda Söğüt'te yeşeren çınar büyümüş; dal - budak salıp 400 yıllık tarihi bir ağaç olmuştu ve şimdi budanıyordu. Buna elbette canlar dayanmazdı ama olan olmuştu. Türkler artık ilerleyen ülke olma durumundan çıkıyor, savunmaya geçiyordu.
İnsanların olduğu gibi milletlerin ve devletlerin de bir kaderi vardı ve kader ağlarını örüyordu... Yer yer iyilik ve güzellikler de oluyordu ama bir süre sonra artık daha çok kötülükler birbiri ardınca gelmeye başladı. Duraklama ve bocalama dönemini gerileme, gerileme dönemini de çöküş takib etti.
Ünlü bir yazarımızın çok güzel ifade ettiği gibi, "Osmanlı değerli bir kristaldi, yere düştü ve kırıldı!" Ama yalnızca o kadar; değerinden hiçbir şey kaybetmedi. Üstelik, içimizde çok derin hatırası olduğu için manevi dünyamızda daha da değer kazandı. O'nun hatırası önünde hürmetle eğiliyor ve güzelliklerini anlatmaya devam ediyoruz.
Osmanlı İmparatorluğu en geniş sınırlarına ne zaman ulaştı, biliyor musunuz? 7 yaşında tahta çıkan ve 39 yıl padişahlık yapan Dördüncü Mehmed zamanında!
Bu dönemde, dünyanın hemen bütün devletleri Türklerin gözüne girmek, onlarla diplomatik ilişki kurmak için gayret gösteriyor ve bu konuda adeta birbirleriyle yarışıyorlardı. Ünlü Fransız tarihçilerinden Albert Vandal bu konuda şunları yazıyor:
"En medeni milletlerden en barbarlarına kadar dünyada her devlet; askeri gücünden korktukları Türk Devleti'nin karşısında eğiliyor ve Türklerle hoş geçinmeye çalışıyordu. İstanbul, her milletin diplomatlarıyla dolup boşalan bir merkezdi. Osmanoğullarının tahtı önünde eğilmek için büyükelçiler birbirleriyle yarışıyorlardı.
Bu tarafta, 'Halife' sıfatını da taşıyan padişaha, hükümdarının yüksek saygılarını sunan Buhara elçisi, diğer tarafta; şaşaada birbirleriyle yarış eden ve bu uğurda herşeyi göze alan Almanya İmparatoru ile Polonya Kralı'nın elçileri görülüyordu. Polonya elçisinin beraberindekileri o derece kalabalıktı ki, İstanbul'a bir Leh ordusunun geldiği sanılabilirdi.
İstanbul'daki büyükelçilerin bando ve mızıka takımlarıyla özel savaş gemileri ve başka donanımları vardı. Törenlerde; önlerinde Hazreti Meryem'in tasvirini götürüyor; Türkler, hiçbir taassub eseri göstermeksizin bu alayları seyrediyorlardı. Büyükelçiler sadrazamın eteğini öpmek ve padişahın huzurunda yere kapanmak için acele ediyor, adeta birbirlerini yiyorlardı!"
Fransız Büyükelçiliği Baştercümanı olarak bu dönemde görev yapan yazar Antoine Galland da padişahın sefere çıkışı ile ilgili gözlemlerini kısaca şöyle anlatıyor:
"Sultan Dördüncü Mehmed, 7 Mayıs 1672 Cumartesi günü Lehistan seferi için İstanbul'dan ayrıldı. Hayatımda bundan daha güzel, daha muhteşem bir alay görmedim. Dünyanın hiçbir yerinde bundan daha parlak, daha düzenli, daha zengin bir geçit töreni yapılamaz.
Ordunun, bizzat padişahın kumandası altında şehirden çıkışı güneşin doğuşundan başlayarak tam beş saat sürdü. Polonya sınırına kadar olan merkezlerdeki Türk birlikleri yolda bu orduya katılacaklardı.
Geçen askerler atları da muhteşemdi. Öyle ki, insan hangisini seyredeceğini şaşırıyordu. Atların üzerinde fevkalâde güzel örtüler vardı, yalnızca başları ve bacakları görünüyordu. Zırhlı olmayanların sağrıları kaplan veya pars postlarıyla örtülmüştü. Üzerlerinde büyük bir ihtişamla oturan sipahiler; kılıç, yay, sırma işlemeli ve içi oklarla dolu bir okluk taşıyorlardı. Gayet güzel cilalanmış kalkanları vardı.
İlk birlikler geçtikten sonra kalabalık bir mehter takımı yürümeye başladı. Hem kendilerine has yürüyüşleriyle yürüyor, hem de çalıp okuyorlardı. Kösler ve davullar vurduğu zaman adeta yer yerinden oynuyordu. Sergiledikleri ihtişam görülmeye değer birşeydi.
Mehter takımından sonra yine, sonu gelmez gibi görünen birlikler geçmeye başladı. Türk askerinin demirden yapılmış işlemeli zırhları; rengârenk satenden sarıkları, ipek kordonlarla süslü kadife cepkenleri, en iyi şekilde yapılmış silahları; seyredenleri hayretle karışık bir hayranlık içinde bırakıyordu. Silahlarına öylesine özen gösterilmişti ki; her ok ayrı ayrı cilalanmış ve süslenmişti..."
İşte, böyle bir dönemde, orta Avrupa'ya açılan en önemli kapılardan biri olan Uyvar Kalesi fethedildi.
Sadrazam Fazıl Ahmed Paşa komutasındaki Türk ordusu 18 Ağustos 1663 günü kuşatma harekatını başlattı. Avrupa'nın en dayanıklı kalesi olarak kabul edilen Uyvar'ın düşeceğini ihtimal verilmiyordu. Ancak, Türk ordusunun iyi yönetilmesi ve ısrarı karşısında çaresiz kalan düşman, kuşatmanın otuz yedinci gününde teslim şartlarını görüşmeyi kabul etti. 24 Eylül günü Türkler Viyana'ya doğru yol alıyorlardı.
Uyvar'ın kaybedilişi Avrupa'da büyük yankılar uyandırdı. Onlara göre Türkler "olmaz"ı daha oldurmuşlardı Onun için, herhangi bir konuda gücünü - kuvvetini ortaya koyan, kararlılık ve kahramanlık gösteren birine, "Uyvar önündeki Türk gibi kuvvetli" diyorlardı. Bu söz Avrupa'da giderek bir "atasözü" haline geldi ve nesilden nesile kullanılır oldu.
Ünlü Türk bilgini Farabi'nin hemşerisi olan İsmail Cevrehi ünlü bir dilciydi ama teknik konulara da merak sarmıştı. Çeşitli hesaplar yapıyor, insanların da kuşlar gibi uçabilmesi için neler yapılması gerektiği üzerine fikir yürütüyordu.
Çalışmalarını belli bir noktaya getirdikten sonra hazırladığı kanatları alarak Nişabur'daki Ulu Cami'nin kubbesine çıktı ve merak içinde kendisini seyretmekte olan halka şöyle seslendi:
- "Ey insanlar! Dünyada benden önce hiç kimseye nasip olmayan bir işe girişiyorum. Boşluğa kendimi bırakıp göklerde uçacağım!.."
Farablı İsmail Cevheri söylediğini yaptı ve kendisini boşluğa bırakıp uçmaya başladı. Bir süre sonra yere inmek istedi ama başaramadı ve aniden düşüp parçalandı. Bu olay 1002 yılında olmuştu.
1159 yılında ise yine bir Türk, Bizans İmparatoru Manuel Kommen ve Anadolu Selçuklu Devleti'nin kurucusu Kutalmış oğlu Süleyman Şah'ın oğlu Kılıç Arslan'ın huzurunda uçuş denemesi yaptı.
Üzerinde bulunan gayet uzun ve geniş elbisesiyle At Meydanı'ndaki Dikilitaş'a çıkan bu Türk az sonra kendisini boşluğa bırakıverdi. Üzerindeki elbise bir paraşüt gibi açıldığı için havada kalmayı başardı ve bir süre sağa sola hamle yaparak uçmaya çalıştı. Ancak bu deneme de başarısız oldu ve yüzlerce - binlerce kişinin bakışları altında yere çakılıp kaldı.
Evet... Bu iki deneme başarısızlıkla sonuçlanmıştı ama uçma konusunda insanlığın önüne ışık yakılmıştı. Bunu başarmak yine Türklere yakışırdı ve öyle de oldu.
Dördüncü Murad zamanında yaşayan ve çeşitli ilimlerde bilgi sahibi olan Hazarfen Ahmed Çelebi Galata Kulesi'nden uçarak boğazı geçeceğini iddia etti ve bunu denemek için harekete geçti.
Başta padişah olmak üzere adeta bütün İstanbul ayaktaydı ve bu heyecanlı anı bekliyordu. Hezarfen Ahmed Çelebi sırtına taktığı iri kartal kanatlarını açtı, kendini boşluğa bıraktı ve uçmaya başladı... Kanatları çırpa çırpa boğazı geçti ve Üsküdar'daki Doğancılar Meydanı'na inmeyi başardı. İşte, ilk başarılı uçuş gerçekleşmişti.
Peki ya roket denemesi?
İnsanların uçabilmesi için bu kadar gayret gösteren ve başarıya ulaşan Türk insanı elbette roket denemesinin şerefini de taşımalıydı. Nitekim öyle oldu...
Dördüncü Murad'ın kızı Sultan'ın doğduğu akşam İstanbul'da şenlikler yapılıyordu. Lagari Hasan Çelebi isimli bir kişi yardımcılarıyla birlikte ortaya çıktı ve "Yedi kollu Fişek" adını verdiği roketine bindi. Kalabalıkla birlikte kendisini seyreden padişaha, "Padişahım, seni Allah'a ısmarladım; ben, İsa Peygamber'le konuşmaya gidiyorum" diye seslendi. Bu arada yardımcıları barutları ateşlemişlerdi. Ateşlemeyle birlikte Yedi Kollu Fişek fırladı ve karanlık gökyüzünde kaybolup gitti. Heyecanlı bekleyiş bir süre devam etti ama, dönüşten ümit kesilince kalabalık dağıldı.
Barutların yanması bitince hızı kesilen Yedi Kollu Fişek düşüşe geçmiş, kartal kanatlarını açan Lagari Hasan Çelebi ise ilerde bir yere inmeyi başarmıştı. Sevinç içinde saraya doğru koştu, sözünü yerine getirmiş olmanın sevinciyle Padişah'a seslendi:
"- Padişahım, İsa Peygamber sana selam söyledi!"
Dördüncü Murad Lagari Hasan Çelebi'yi bir kese altınla ödüllendirdi.
Buraya yazdıklarımız şaka değil, gerçek; ilk uçak, ilk paraşüt ve ilk roket denemesinden sonra yeri gelmişken ilk denizaltı da ecdadımızın yaptığını söylemek zorundayız.
Daha Amerika ve Avrupa'da "denizaltı" diye bir araç bilinmezken Üçüncü Ahmed döneminde "Tahtelbahir" adı verilen ilk Türk denizaltısı yapılmıştı bile.
Mimar İbrahim Efendi'nin buluşu olan bu denizaltı bir timsah şeklinde yapılmıştı. Halk bu denizaltıyı Üçüncü Ahmed'in çocuklarının sünnet törenleri yapılırken gördü ve herkes hayretler içinde kaldı. Tören sırasında Haliç'te denizin dibinden suyun üstüne çıkan bu "Tahtelbahir" ağır ağır ilerleyerek paişahın bulunduğu yere doğru gitti.Yarım saat kadar orada kaldıktan sonra tekrar suyun içine girdi ve az sonra tekrar çıktı. Herkes hayret ve şaşkınlık içindeydi. Timsaha benzeyen bu aracın içinden beş kişinin çıkması hayret ve şaşkınlıkları daha da arttırdı. Bu olay, sünnet töreninin en büyük sürprizi olmuştu. Bu konuda ünlü Surname'de ve Deniz Kuvvetleri Komutanlığı tarafından yayınlanan "Türk Denizaltıcılık Tarihi" adlı eserde gerekli bilgiler yer almaktadır.
Ancak ne var ki, "Tahtelbahir" kısa bir süre sonra unutulup gitmiş ve biz ondan yıllar sonra ilk denizaltıyı Amerikalıların yaptığını sanmışız!
Evet... Uzay teknolojisinin, denizaltı denemesinin temelinde bizim fikirlerimiz var, ilk uygulamaları biz yapmışız ama teşebbüs safhasından öte geçememişiz. Şimdi, başkalarının yaptıklarını hayranlıkla seyrediyor, çocuklarımızın gelecekteki başarıları için dualar ediyoruz.
Dördüncü Murad, Üçüncü Selim ve İkinci Mahmud Osmanlı döneminin iz bırakan Padişahları arasındadırlar. Dördüncü Murad iç isyanları bastırma konusunda gösterdiği kararlıkla ve Bağdat'ı fethetmesiyle, Üçüncü Selim ve İkinci Mahmud da daha çok yenilikleriyle ön plana çıkmışlardır. Ama biz burada onları bir başka yönleriyle tanımak istiyoruz. Mesela, Dördüncü Murad'ın iyi bir sporcu olduğunu biliyor muydunuz..?
İyi kılıç kullanan, iyi ok ve mızrak atan Dördüncü Murad bunu çok çalışmasına ve düzenli olarak spor yapmasına borçluydu. Ağırlık kaldırmada üstüne yoktu ve 260 kiloya yakın gürzlerle idman yapardı. Böyle olunca da pazuları ve kasları oldukça gelişmişti. İri yarı, güçlü kuvvetli bir adam olan Silahdarlık görevinde bulunan Musa Paşa'yı kuşağından kavradığı gibi havaya kaldırıp dolaştırdığı ve hiç yorgunluk duymadığı biliniyor.
Zamanın Hind elçisi bir gün Dördüncü Murad'a gergedan derisinden yapılma bir kalkan getirir ve bu kalkana kurşun ve ok işlemediğini söyler. Dördüncü Murad bunu denemek ister ve kalkanı uygun bir yere koydurduktan sonra "harbe" adı verilen kısa mızrağı fırlatır. Harbe bu kalkanı deler geçer. Hemen ardından yayıyla gerdiği okunu fırlatır ve kalkanı yine deler. Hind elçisinin mahçubiyetini düşünebiliyor musunuz?
Derler ki, Dördüncü Murad'ın fırlattığı ok tüfek mermisinden daha hızlı giderdi. Nitekim Okmeydanı'nda fırlattığı ok 706.5 metre uzağa gitmiş, oraya Dördüncü Murad adına bir nişan taşı dikilmiştir.
Peki ya Üçüncü Selim'le İkinci Murad?
Dördüncü Murad döneminde belki okçulukta "dünya rekoru" sözü edilmiyordu ama, Üçüncü Selim bu konuda dünya rekortmeni olarak adını tarihe yazdırmayı başardı. 1798 yılında ve Üçüncü Selim 37 yaşında iken yayını ayağı ile gerdirdikten sonra oku fırlatıyor ve bu ok tam 888 metre 86 santim uzağa düşüyor. Bu, "dünya rekoru" olarak tescil ediliyor. Aradan 161 yıl geçiyor ve Amerikalı Don Lauvre Üçüncü Selim'in bu rekorunu kırmak istiyor. Büyük iddialarla herkesi başına topluyor; ayağıyla yayı geriyor, geriyor ve okunu fırlatıyor ama bu ok ancak 856 metre 91 santim uzağa düşüyor. Yani Üçüncü Selim'in fırlattığı mesafeden yaklaşık 32 metre daha az!
Don Lauvre bir de ayakta atış yapıyor ve bu atışta ok 777 metre 85 santim uzağa düşüyor. Oysa, 1808 yılında Osmanlı tahtına çıkan İkinci Mahmud Amerikan elçisinin de bulunduğu bir törende oku 792 metreye fırlatmıştı.
Demek ki, oturarak ve ayakta gerdirilen yayla ok atışında dünya rekoru Üçüncü Selim'e, ayakta yapılan atışta da İkinci Mahmud'a ait.
Sözün başında "Cihan Padişahı dediğin böyle olur" demiştik...
Gerçi "Cihan Padişahlığı" dönemi yavaş yavaş sonra eriyordu ama, "devletin ölümü" bile farklıydı ve işte böyle, dosta -düşmana parmak ısırtan güzellikler de yaşanıyordu.