Dinler Tarihi

ziberkan Çevrimdışı

ziberkan

Super Moderator

By ziberkan

Buda


Tanrısız bir dinin, Budizm'in kurucusu (M.Ö. 560'a doğru).

Kral Suddhodana ile kraliçe Maya'nın oğlu, sonradan Buda (yani «Tanrı'dan esin almış») adını alacak olan bu bilge, M.Ö. VI. yy.'da Hindistan'ın kuzeyinde doğdu. Mutlu bir gençlik dönemi geçirdi ama bir gün, insanların çektiği acıları seyretmek, onun yaşamını altüst edecekti. 29 yaşında, bir incir ağacının altına oturmuş düşünürken, «ilham» geliverdi: her türlü ıstırabın kaynağı, başkalarının olan şeylere göz dikmekti. Ve sağduyunun yolu, en yüce mutluluk hali olan nirvana'ya ulaşmaktı. Bunun için her türlü isteğin kesinlikle yok edilmesi gerekiyordu.

Ganj kıyılarının kutsal kenti Benares ve dolaylarında, Buda, tam dört yıl vaazlar verdi. Vaazlarında dile getirdiği ilkeler ölümünden sonra Asya'ya yayılmağa başladı.


Günümüzde Hinduluk, Budizm'in (Budacılık) yerini almıştır; ancak, 1949'da komünizmin yerleşmesine kadar Çin'de derin etki gösterdikten sonra, gene de, Güneydoğu Asya'nın, Moğolistan'ın, Kore ve Japonya'nın esas dinlerinden biridir. 500 milyon mensubu vardır, bunlara örnek kişiler, bonzlar yön verir ve bu bonzlar, din eğitimi yaptıkları gibi, bazı ülkelerde (bu arada Vietnam'da), siyasal yaşamı da derinden etkiler.

Acaba, Budacılık gerçekten bir din midir? Batılıların genellikle olumlu cevap verdikleri bu soru, her zaman rahatça sorulabilir. Bununla birlikte, bonz topluluğu gerçek bir din adamları sınıfı oluşturmaz ve budistler, Hıristiyanlığa veya Müslümanlığa benzetilebilecek bir inanç sahibi olmağa yanaşmazlar. Onlara göre Budacılık, bir tanrı olmayan ve insan sağduyusunun örneği olan Buda'nın koyduğu temel kurallara uyarak, bir tür yaşam tarzına yönelmekten başka bir şey değildir.

Çağımızda, Buda ve Budacılık üstüne yapılan incelemelerde büyük bir gelişme oldu. Buda dinine ait kuralların yorumunu ve tarihini konu alan bu yeni bilim dalına Budabilim denir.
 
ziberkan Çevrimdışı

ziberkan

Super Moderator
Ynt: Dinler Tarihi

4 İncil
LUKA İNCİLİ

Dört İncil’den biridir. Yazarı Luka, Antakyalı Yahudi olmayan bir aileden gelir. Luka’nın kaynakları hem yazılı kaynaklardır hem de İsa ile birlikte bulunmuş olanların sözlü şahitliğidir. Antakya'daki bir çok Hıristiyanın sözleri Onun için belirleyici olmuştur.

Luka’nın yazdığı İncil, daha çok Yahudi kökenli olmayan Hıristiyanlar içindir. Bunun için inananları cezbedecek öykülere yer vermiştir. Hıristiyan görüşüne göre, Luka ve diğer İncil yazarları, bu metinleri kaleme alırlarken, Kutsal Ruh’dan ilham almışlardır. Bu İncillerin kıymeti de buradan kaynaklanır.


MATTA İNCİLİ


Bu İncili havari Matta’nın yazdığı düşünülmektedir. Matta aslında bir vergi memurudur ve İsa’nın ilk havarilerinden biridir. Matta İncilinin 65 yılları dolaylarında yazıldığı sanılmaktadır. Önce Aramice yazılmıştır ve sonra Yunanca’ya tercüme edilmiştir.

Matta İncili'nin en büyük özelliği sık sık Tevrat’a göndermeler yapması, onu kendisine kaynak olarak göstermesi, ona karşı haklı olma çabası içinde olması ve İsa’nın şeriatı değiştirmek için değil de onu geliştirmek için geldiğini belirtmesidir.

MARKOS İNCİLİ

Markos, havari Petrus’un şakirdidir. Pavlus’a birinci seyyahatinde eşlik etmiştir. İskenderiye Hıristiyan Cemaati'nin kurucusudur. İsa ile ilgili bilgilerini Petrus’un vaazlarından öğrenmiştir. İncilini 63-70 yıllarında Roma cemaatının yoğun isteği üzerine yazmıştır. İncil yazarları arasında anlatım kalitesi en düşük olan yazar Markos’dur. Bir çok cümleyi ‘ve’ bağlacıyla bağlayıp geçirir. Sözcük dağarcığı çok küçüktür.


YUHANNA İNCİLİ

On iki havariden biridir. Havarilerin en genç olanıdır. 90-110 tarihleri arasında Efes ya da Antakya’da yazdığı tahmin edilmektedir. Yuhanna, İsa’nın öğretisini mistik bir şekilde anlatır. Örneğin girişteki ilk cümlesi “önce söz vardı” çok tartışmalar yaratan, bir çok değişik yoruma götüren bir cümledir. İsa’nın mucizelerinden çok az söz eder. Sadece yedi tanesinden. Felsefi olarak yeni Platonculukla yakınlığı göze çarpmaktadır.

Yuhanna İncili özellikle İsa’nın tanrılığına vurgu yapar. Bir çok yorumcu İsa’nın tanrılığını kabul etmeyenleri ikna etmek için yazıldığını düşünmektedir.

Bu da yeni bir İncil ( codex ) bulunuşunu anlatan bir video

[youtube=425,350]vkW_-RJtcpE[/youtube]
 
ziberkan Çevrimdışı

ziberkan

Super Moderator
Ynt: Dinler Tarihi

Aforoz
Gerek Hıristiyanlık'ta ve gerekse Musevilik'te, dinin hak ve ayrıcalıklarına karşı suç işleyen kişilerin din dışı sayılması demektir. Bu ceza Hıristiyanlığın ilk günlerinden itibaren uygulanmaktadır. Ortaçağ'da Papalar, aforozu bir silah gibi kullanarak, kralların, imparatorların bile gözünü korkutmuşlardır.

Aforoz cezasını vermeye yalnızca papalar, piskoposlar, bir de ruhani meclisler yetkiliydi. Aforozun kaldırılması ise ancak papayla ruhani meclisin elindeydi.

Katoliklerde iki tür aforoz vardır: Büyük ve küçük aforoz. Büyük aforoza uğrayan bir kimse, bütün dini haklarını kaybettiği gibi, başka Hıristiyanlarla görüşmesi de yasak edilir. Küçük aforozda ise sadece bazı haklarda kısıntı yapılır. Aforoz cezasının ayrıca sürekli ve geçici şekilleri de vardır.


Avrupa tarihinde aforoza uğramış pekçok hükümdar vardır. Bunların en tanınmışı Alman Kralı 3. Heinrich'tir. 1077 yılında aforoz edilen kral, kendisini bağışlaması için Papa 7. Gregorius'un kapısında yalınayak beklemek zorunda kalmıştır. Aforoz cezası Musevilerde de vardır. Filozof Spinoza, Musevi aforozuna uğrayanların en ünlüsüdür
 
ziberkan Çevrimdışı

ziberkan

Super Moderator
Ynt: Dinler Tarihi

Şeytan, Tanrı'nın rakibi olan, cennetten kovulmuş bir kötülük meleğidir. Çeşitli kılıklara bürünür ve her kötülüğün altında onun parmağı vardır, cehennemin efendisi, karanlıkların hükümdarıdır.

Ortaçağ'da bilgisiz toplumlar, açıklayamadıkları ve bu nedenle de korktukları olayların (yıldırım, şimşek v.b.), sara gibi bazı sinir hastalıklarının, kısaca olağanüstü saydıkları her olayın ardında şeytanı aradılar. Şeytanın kötülüklerinden korunmak için muskaların, okunup üflenmiş suların, istavroz çıkarmanın koruyucu gücüne sığındılar. Şeytanın insanlara acı çektirmek ya da onları kötü yola saptırmak için yılan, kurbağa, yarasa hattâ güzel bir kadın kılığına büründüğüne inanırlardı. Yarı insan-yarı hayvan olan bu yaratık genellikle korkunç resimlerle canlandırılırdı; bu resimlerde çoğu zaman vücudu sert kıllarla kaplı, boynuzlu, ayakları çatallı, uzun kuyruklu ve korkunç bakışlı olarak tasvir edilir.
 
ziberkan Çevrimdışı

ziberkan

Super Moderator
Ynt: Dinler Tarihi

Afrika Dinleri
Afrika insanının dinsel dünyası Avrupalılarınkinden oldukça farklıdır. Bununla birlikte Avrupa dininin temelinde yatan birçok kavramda Mısır, Hint ve Avrupa etkisini birarada görmek mümkündür. Bu nedenle de çeşitli inanç sistemleriyle dolu olan Zenci Afrika'nın dinsel yaşamını bütünüyle kavramak oldukça güçtür. Ne var ki, Afrika'daki yerli dillerin yeterince öğrenilmesi ve Afrika asıllı incelemecilerin katkıları ile Afrika dinleri daha bir açıklık kazanmış, dinsel olguları açıklamak için gerekli olan terim ve kavramları saptamak kolaylaşmıştır.

Afrika'daki ilkel çağdaş dinler arasında en çok Animizm, Fetişizm ve Totemizm yaygındır. Özellikle Orta Afrika'da, Asya'da ve Pasifik Okyanusu'nun bazı adalarında, hâlâ, yaklaşık olarak 140 milyon kadar insanın kabul ettiği Animizm (Canlıcılık) inanışına göre, yalnız canlı varlıkları değil cansız varlıkları da, birer rufa yönetir. Animizmi tabiatta insan ruhuna az çok benzer ruhlar bulunduğunu kabul eden din olarak tanımlayabiliriz. Zenci Afrika'da Animizm, tslamiyetten hemen sonra gelmektedir. Yapılan istatistiklere göre Afrika'daki müslüman sayısı 102 milyon, animist sayısı 95 milyon, Hıristiyan (katolik, protestan ve kıptî) sayısı ise, yaklaşık olarak 60 milyondur.

Animizm terimini, ilk kez 1871 yılında antropolog E.B. Taylor "ruhsal varlıklar" a inanma anlamında kullanmıştır. Taylor'a göre animizm, tikel ruhların ölümden ya da bedenin tahribinden sonra da yaşamaya devam ettikleri inancına dayanır. Buna göre ruhlar, önemle-lerine göre, değişik düzeylerde bulunan ve tikel ruhlardan tanrılara kadar uzanan bir hiyerarşi meydana getirir.

Taylor, "ruh" kavramının kökenini, insanların rüyalarında ve hayallerinde temellendirmiştir. Ona göre ilkel insanlar, özellikle uyku sırasında ruhun bedenden ayrılıp dolaştığını, değişik biçimler aldığını düşünmüşler, bu yüzden insanın ölümünde de ruhun, ama bu kez sürekli olarak, bedenden ayrıldığını sanmışlardır, Çağdaş antropoloji açısından kesinlikle bilinen bir şey varsa o da, birbirinden çok farklı kültür ortamlarında yaşayan insan topluluklarının tümünde "hayalet-ruh" kavramının bulunduğudur. Taylor, bu verilere dayanarak "Animizm" i, dinlerin evreminde bir başlangıç aşaması saymıştır.

Animizm, ruhun bedenden ayrıldıktan sonra başıboş kalmadığına, canlı ya da cansız başka nesnelere de girdiğine, başka bir deyişle "ruh gücü"ne inanır. Yalnız hayvanlar yada bitkiler değil, taşlar bile, ölümle bedenden ayrılan insan ruhu için birer barınak meydana getirir. Animizm inancına göre, ruhun bedenden kesinlikle ayrılması için, ölümü beklemek de şart değildir. Ruh, geçici bir süre için bedenden ayrılıp, canlı ya da cansız başka bir bedene girebilir, daha sonra yeniden eski bedeninedönebilir. Dinsel anlamda fetişizm düşüncesi de bu inanca bağlanır.

Devam Edecek...
 
ziberkan Çevrimdışı

ziberkan

Super Moderator
Ynt: Dinler Tarihi

Agnostisizm
Bu anlayış, Tanrı'nın varlığı karşısında şüpheci bir tavır almaktır. Bu görüş, İlkçağ'da Sofist filozof Protagoras tarafından öne sürülmüştür. Protagoras'a göre, Tanrı'nın duyularla algılanamaması, insanın ömrünün kısa oluşu, Tanrı hakkında bilgi edinmeyi engeller.
Huxley, agnostisizm deyimini ilk kullanandır. Ona göre, duyularımızın kavrayamadığı şeyler arasında Tanrı kavramı da vardır. Tanrı'yı duyularımızla algılayamadığımız için var olup olmadığını yargılayamayız. Agnostisizm, doğrudan Tanrı'yı reddetmemekte, ancak onu bilmenin mümkün olmadığını öne sürmektedir.
 
ziberkan Çevrimdışı

ziberkan

Super Moderator
Ynt: Dinler Tarihi

Animizm
Animizm, doğada insan ruhuna az çok benzer ruhlar bulunduğunu kabul eden dindir. Ruh, sadece insanda yoktur. Canlı cansız her şeyin ruhu vardır.

İnsan, teolojik hale fetişizm ile başlamış, buna iyi ve kötü ruhları sokmuştur. Sonra çoktanrıcılığa geçmiş daha az ama daha kudretli ruhları işin içine katmıştır. Ardından bu tanrıları tek bir tanrıda birleştirerek tektanrıcılığa geçmiştir.

İlkel insana göre ruh, bedene veya bedenin belli parçalarına bağlıdır. Can,insanın dışına çıkabilir ama bu halde bile bedeni yönetir. Can (dış can) çalınabilir, yenebilir, geri getirilebilir, bazen yamanabilir, onarılabilir ya da yerine başkası konabilir.

Kişilik üstülük, sadece bedende değil onun attığı salgılar, saç, tırnak, sperm, idrar gibi bütün atıklarında da bulunur. Onun için bu atıkların kötü niyetli bir başkasının eline geçmemesi için herkes bunları saklar. Hatta bazen buna ayak izi bile eklenir.

Kişinin gölgesi, sudaki aksi ve resmi, kişiliğine dahil nesnelerdir. Bu nedenle hemen tüm ilkel toplumlarda insanlar, resimlerinin yapılmasına karşı çıkarlar. Hatta insanın ismi bile bu listeye dahil olabilir. Bazen giysi de kişiliğe ait sayılır.

Hayatın özü olan can, bedeni terkedince, insan ölür. Bununla beraber ruhun bedende kaldığına ve yaşayanlardan öç alabileceğine inanıldığından, cesede büyük saygı ve özen gösterilir. Ölüler, bu alemin tam tersi bir alemde yaşamaktadırlar. Buradaki her şeyin tersi, ölüler aleminde geçerlidir.

Ölülerin öbür alemde yaşadığına inanılır. Bu düşünce, hemen hemen evrenseldir. Yine bunun gibi evrensel olan bir başka düşünce ise ölülerin de öldüğüdür. Onlar için geçerli bir sonsuz hayat yoktur.

Animizmin başlangıcı, ruhun öldükten sonra varolduğu düşüncesidir. Böylece ruh, insanların etrafında dolaşan, onlara müdahale eden doğaüstü bir hal alır. O zaman bu ruha adaklar adamak, dualar etmek, kurbanlar kesmek eylemleri başlar ki bunlar dinin temel öğelerindendir.

Zamanla sadece insanın değil, hayvanların ve bitkilerin de ruhları olduğuna, bunların da insanları iyi-kötü yolda etkilediğine inanılarak, bunlara da tapılmaya başlanmıştır. Böylece, önce atalarının ruhlarına tapan insanlar, daha sonra doğaya tapmaya başlamışlardır. Her nesnede ruh olduğuna inanılmasıyla, insanlarda canlı-cansız ayrımı kalkar.

Bu dinin mistik yanını Levy-Bruhl şöyle anlatıyor: "İlkel zihniyetin müşterek tezahürlerinde nesneler, varlıklar, olaylar, bizim için anlaşılmaz bir şekilde hem kendileri, hem kendilerinden başka şey olabilirler. Yine aynı anlaşılmaz şekilde bir takım kuvvetler, meziyetler, mistik hareketler neşreder veya alırlar ki bunlar oldukları yerde kalmaya devam etmekle beraber, kendilerini yine de bulundukları yerin dışında hissettirirler."

Maddi alemin dışında, manâ alemi düşüncesini geliştirmişlerdir ki mistik yan budur. Bu insanların ibadetlerinin amacı; manâ ile temasa hazırlıksız oldukları zaman, kendilerini ondan korumak ya da hazır oldukları zaman manânın daha fazlasını benliklerinde tutmaktır.

Rahip, manâya tamamen sahip olan kişidir ve bunu istediği gibi kullanabilir. Tapınak ise manânın büyük miktarda toplandığı yerdir.

Mistik kuvvetler, doğada da vardır ve insan bunlara hakim olabilir: Bir takım sözler söyleyip, danslar edip, değişik karışımlar oluşturarak ya da bazı ufak heykelcikler yaparak. İşte büyü buradan doğmuştur.

Salomon Reinach’a göre büyü, Animizm’in tekniği ve stratejisidir. Bazı nesnelerde büyülü bir kuvvet vardır; felaketi kovar ve mutluluk getirirler. Büyünün iyi tarafı (rahipler yapar) ve kötü tarafı vardır (büyücüler yapar).

Bu inanışşa göre, resmin, heykelin, dansın, müziğin, bütün güzel sanatların ana kaynağı doğrudan doğruya veya dolaylı olarak Animizm’dir.
 
ziberkan Çevrimdışı

ziberkan

Super Moderator
Ynt: Dinler Tarihi

Antoinizm
Tanrı'ya ermişliği ülkü edinen bir dindir. Kurucusu Belçikalı bir maden işçisi olan Louis Antoine'dır. Antoine, kendinde hastaları iyi etme yeteneği olduğunu ileri süren, ispirtizma meraklısı bir kimseydi. Çevresine birçok çömez toplamayı başardı. Bunlar, kiliseler kurdular, bu kiliselerin papazları için özel üniformalar yaptırdılar. Belçika'da, Fransa'nın kuzeyinde, Paris'te, Almanya'da, Polonya'da bu dine inanmış kimselere rastlanır.

Louis Antoine 1905- 1910 yılları arasında kurduğu dinin ilkelerini kaleme almıştır. Buna göre, Antoinizm insanın tanrılaşmasına, madde ile maddeden doğan hastalığın yokluğuna dayanır. Akıl yavaş yavaş kaybolup yerini bilince bırakmalıdır. İnsanın Tanrı'ya karşı bağımsız olmasını gerektiren ahlâk, başkalarını, bu arada düşmanlarımızı da sevmemizi öğütler. Antoinizm'e göre, insan ölünce ruhu bedeninden ayrılıp yeni bir bedenle ortaya çıkar. Bu din, hastaların iyileştirilmesini sağlamak bakımından, takdis törenlerine, duaya büyük önem verir.
 
ziberkan Çevrimdışı

ziberkan

Super Moderator
Ynt: Dinler Tarihi

Firavun’un Ahit’i

Monoteizm gerçekte nasıl oluştu?
Ejiptologlar, Nil nehrindeki Piramid devletinden Kudüs’e kadar uzanan heyecan verici bir izi takip ediyorlar. Görüldüğüne göre Musa, esrarlı “Rafızi Firavun” Eknaton ile bağlantılı.
Tek Tanrı’lı bir din zorunlu olarak şiddete mi sürükler?

Dünya tarihinin ilk din savaşı olan Makabeler ayaklanmasında(M.Ö. 167) “Ehad” – “Allah birdir” diyerek binlerce yahudi öldü. Kendilerine işkence eden cellatlar onları işkence sehpalarına yatırıp tırnaklarını söktüler.
Roma İmparatorluğundaki ilk hıristiyanların durumu da daha iyi değildi. Bunların çoğu Koloseyum’un karnında kayboldular. Orada asansörlerle arenaya çıkartılıp, ağızlarından salyalar akan Roma halkının çığlıkları altında arslanlar tarafından parçalandılar. Havari Petrus başı aşağı olarak çarmıh’ta canını verdi.

Bu şehitlerin hepsi de canlarını bundan yaklaşık 3000 yıl önce Kenan’da başlamış bir hareket uğruna verdiler. Sami kavimleri o zamanlar, bugün 3,3 milyar yahudi, hıristiyan ve müslümanın inandığı bir Tanrı tablosu çizdiler. Zeytin dalı ve kılıç ile İncil’in resimsiz Tüm-babası’nı dünya’ya getirdiler. Muhammed, “Bizim Allahımız ve sizin Allahınız tek Allahtır” diyerek bu fikire yğun destek verdi.
Bu varlık, dağları yerinden oynatıyor, çekirge yağdırıyor ve yedi günde yeri ve göğü yaratıyor. Ancak hıristiyan klise orglarında onun yüceliğinden bir nebze anlaşılıyor gibiydi. Antik devrin yahudileri ona YHWH kısaltmasını kullanarak tapıyorlardı. Kendisi kendini İncil’de şöyle takdim ediyor: “Ben, ben olanım.”

Fakat ancak şimdi bu her şeye kadir olan Kudret’in karanlık ön hikayesi gün ışığına çıkıyor. Ejiptologlar hep beraber ve aynı zamanda Tanrı’nın beşiğini buldular. Takip ettikleri iz onları Firavun Eknaton’a (M.Ö. 1353-1336) götürüyor. Eknaton, yahudilerden henüz 600 yıl önce devasa bir deney başlatmış. Eknaton artık tek bir puta’a tapınıyordu, ışık varlığı Aton’a.

Şimdi artık görünüyor ki: Eknaton kısa bir zaman sonra başarısız ve dışlanmış olsa da icraatı İsrail’e kadar uzanmış. İncildeki Musa “Zındık Firavun” Eknaton’un rakibi idi – Din bilimleri’nin yeni ifadesi özünde bu şekildedir.

Ancak bu kimseye şok edecek kadar değil. Araştırmacılar bilimsel yöntemlerle Kutsal Yazıt’ın tarihi çekirdeğinin daha derinliklerine inerken Garp Dünyası’nın inancı eriyip gidiyor. Reformcu Calvin dahi en yüksek varlığı inkar edenleri kırbaç ve kamçı ile cezanladırmak istedi. Fakat bu hiç bir işe yaramadı. 3000 yıl sonra Nietzsche “Allah’ın öldüğünü” tespit etti. Çamurdan insan yaratan ve yanan çalılarda görünen bir Allah’a, rasyonel işleyen bir zininde yer yok.

Bunun kaçınılmaz sonucu: “Allahsız bir gençlik” (“Frankfurter Allgemeine” gazetesinin ifadesi) yetişip gelmekte. Alman öğrencilerin ancak %23’ü İncil’in öğretisine inanmakta. Saksonya ve Thüringen eyaletlerinin halkının yarısından fazlası dinsiz, Schleswig-Holstein eyaletinin dinsiz oranı %40.
Yıkılmaya yakın ve oanrılmaya muhtaç kliseler, boş para kasaları – protestan cemaatlar 2030 yılına kadar gelirlerinin yarıya düşeceğini söylüyorlar.
Din’in çöküşünü “Süddeutsche Zeitung Gaztesi” bundan kısa zaman önce “Ruhuna Fatiha” diyerek yorumladı. Başkaları ise rahatsız olmaya başladılar. Bir koruyucu ve muahafaza edici kaybolup gitmekte ve bir çoğu onu koyvermek istemiyor. Almanların %64’ü bir Tanrı’ya inanıyor fakat hangi Tanrı’ya?

Rahatsız olanlar çoğunlukla, gelenekleri savunan kesim. Onların korkusu, siyasal iyi insanlıklılığın ve etik komisyonların kurulması, birlik beraberlik ve yanındaki insanı sevmek gibi değerlerin kökleşmesini sağlayamayacak olması. Bunların sağlanması için daha fazla gotik domlar’a, buhur kokusuna, koral seslerine ve Tanrı’nın günah uyarılarına ihtiyaç varmış.
Fakat şimdi artık Luther’in eski “Kuvvetli ‘ahlak’ kalelerinin” en sonuncusu da sallanmaya başladı. Allah’ın ahlaki kusursuzluğu şüphe altında. Deniliyor ki, monoteizm baştan itibaren şiddetçi bir din’dir. Garp Dünya’sı bundan 2500 yıl önce acaba sapık bir yola mı başvurdu?
Bu şüphenin en yoğun takipcisi ejiptolog Jan Assman’dır ve kendisi mesleğinde Dünya çapında en etkinlerden biridir ve şimdi ise suratı asık bir sfenks gibi gelecek Dünya’ya girmekte. Çok sayıdaki kitaplarında (En son kitabı Aralık ayının başında yayınlandı): “Tek Tanrı dini düşmanca ve sabırsızdır.” diye iddia ediyor.
Profesör, yargısını destekleyen vahşice İncil alıntılarını yeterince bulmakta. İsraillilerin efsanelerden şekillenmiş geçmişleri, prensip olarak; katliamlar, cezalandırmalar ve kan dökmeden ibarettir. Yahve’nin adına sürgünler yapılıyor, karışık evlilikler zorla boşanıyor.
“Özellikle Musa şüphelerin hedefinde.” diyor bu profesör. “Bu (din) kurucu Sina dağından elinde yıkıcı bir mesajl ile döndü. O, doğru ve yanlış din arasında ayırt ediyor.” Demek oluyor ki, sadece o’nun (Musa’nın) Tanrı’sı iyi dir, diğerleri ise sadece ıvır kıvır, pislik ve güçsüz lüzümsuzluklar.

Böylece, diyor Assmann, “Musa gerçi Dünya’yı kökünden değiştiren devrimsel bir yenilik getirdi. Fakat bu değişiklik ille de iyiye doğru olmadı. Ondan önce, yani politeizm’de parola yaşamak ve yaşatmak idi. Fakat Yahve ise intikama susamış ve çok bilmiş bir gök gücüydü. Yanında hiç bir şeye ve hiç kimseye yer tanımayan bir gök gücü.”
“Bu yüzden” diyor ejiptolog Assmann, “Dünya’ya başka bir kindarlık geldi. Çok tanrıcılara, putperestlere ve mürtedlere karşı olan bir kindarlık.”

Bu açıdan bakıldığında Tevrat’ın 2. Kitabı Exodus’da anlatılan Altın Buzağı’nın etrafındaki dans bir anahtar sahne gibi geliyor. “Musa karargah kapısına geldi ve dedi ki: Kim Tanrı’dan yanaysa bana gelsin.” Kafile reisi (Musa) öfkeden patlıyordu ve günahkaraların hepsi de ölmeliydi, isterse kendi öz kardeşi, arkadaşı veya en yakını olsun. Daha aynı günde 3000 yoldan sapmışlar toz içinde yatıyordu. “Yahve’nin zorla dayattığı anlaşma, sunduğu ve herşeyin üstüne çıkardığı ahit, her türlü insani bağları kopardı.” diyor Assmann
 
ziberkan Çevrimdışı

ziberkan

Super Moderator
Ynt: Dinler Tarihi

Bu ifadenin teologları tahrik ettiği şaşışalacak bir şey değil. Yoğun bir tartışma tutuştu. Bir kaç hafta önce Lugano’da (İsviçre) kültür bilim adamlarının toplantısı yapıldı, Mart ayında Mainz Ebernburg’ta ayrı bir toplantı düzenlenecek. Rostock’lu Eski Ahid uzmanı Martin Rösel şöyle diyor: “Temel inançları prensipel sorgulamaya çıkararak Assmann yoğun bir tartışmayı başlattı.” Bazıları da bu atıfları biraz daha serin karşıladı. Bu tartışmayla bazıları çok şamatalı ve paganistik bir hoşgörü ışık dünyası yaratmaya çalışıyor diyorlar. Bu saldırı, postmodern bir bayağılık ile yapıldığı fikrinde olduklarını söylüyorlar.

Eski Ahid uzmanı olan Othmar Keel mizahlı bir şekilde şöyle konuşuyor: “Başlangıçta Allah gerçi zaman, zaman uslüpunda yanlışlıklar yapmış fakat en geç ikinci Yesaya’dan sonra Babilon esareti esanasında (M.Ö. 587’den itibaren) yahudiler artık daha ‘olgun ‘ bir Tektanrı inancı geliştirmişler ve hıristiyan inancı işte bu Allah’a bağlı olarak gelişmiştir. Bu Allah, sevgi ve iyilik dolu.”
Hiç kuşku yoktur ki, bu sıralarda ilkesel bir ahlaki tartışma cereyan etmekte. Çoktandır öldü denilmesine rağmen o Tümbaba (Allah) tekrar davacı sandalyesine oturtuluyor. Yokluğunda dahi ne kadar güçlü olduğunu gösteriyor.

Tartışmada bulunanlar başlattıkları bu tartışmayla aynı zamanda monoteizm’in başlangıcını gözler önüne sergiliyorlar. Ele alınan soru, bu tek tanrı fikrinin nereden geldiğidir.

Neandertal’ler de bir Öbür Dünya inancına sahipti ve ölülerinin mezarlarını çiçeklerle süslüyorlardı. Afrika’da bugün dahi fetişlere biyat ediliyor. Hindu ve budistler de Batı’dan farklı bir yolda devam etmişler. Kenan bölgesinde temelden tersine giden ne idi acaba?


Gökteki yeni güç, Dünya’daki güç dengelerini de değiştirdi.

Uzun bir süre herşey açık gibi görünüyordu: Yahudilerin ayrıcalıklı dini dehası, sonsuz ve suretsiz Tanrı düşüncesini oluşturdu - hemde diğer kavimlerden daha önce. Araştırmalarda şimdiye kadar geçerli olan köşe noktaları şöyle idi:
- Henüz M.Ö. 1800 yılı civarında dinlerin babası İbrahim kurban vermeye başladı.
- M.Ö. 1250 yılında Musa, Mısır’dan çıktı.
- M.Ö. 1000 yılında İncil’de anılan krallar Davud ve Süleyman bir yahudi imparatorluğu kurdular.

Bu imaparatorluk, Süleyman’ın hükmettiği ve göz kamaştıracak kadar güzel ve Fırat’tan Akdeniz’e kadar uzanan hudutlara sahipmiş.
Bu söylemin bir tek kelimesi dahi doğru değil.
Bu “Tunç devri konseptinden” teologlar ayrılmak zorunda kaldılar.

Ezici sayıda elde edilen kazı buluntuları, Kutsal kitabın (İncil’in) eski İsrail tarihinin süslenmiş bir anlatımı olduğunu kanıtlıyor. Acı gerçek öyle ki, Eski Ahid’in ana çalışması M.Ö. 500 – 400 arasında yapılmış. Teolog Manfred Weippert, “Eski Ahit,bir araya toplanmış bir çok hikayelerden oluşan ve yüzlerce yıl içinde toplu bir hale gelmiş bir eserdir.” diyor.

Eserin yazılı hale gelmesinde Kudüs Büyük Tapınağı’nın (M.Ö. 586 da tahrip edildi ve M.Ö. 516 da tekrar inşa edildi.) Yahve rahipleri en önde gelenlerdi. Bugün Al-Aksa Camiisi’nin bulunduğu Siyon tepesine yapılan bu alacakaranlık tapınakta bütün ipler birleşiyordu. Mavi kordonlu entariler giyen sakallı rahipler tapınak duvarları arasında yürüyorlar, boğalar kurban ediyorlardı. Ritüellerin birinde kulak memeciklerine kan sürüyorlardı.

Ulu yaratıcının bu iki yüzlü hizmetçileri ancak gerçekleri pek ciddiye almıyorlardı. İncil yapıcılar memleketlerini süsleyerek anlatıyorlardı. “Yaptıkları, heves ettikleri büyük kraliyet hayellerini geçmişe yansıtmaktı”, diyor Heidelberg’li din uzmanı Bernd-Jörg Diebner.

Ancak arkeoloji ve yarım yamalak da olsa gerçek hikayeler içeren ‘Krallar kitabı’ (Tevrat bölümüdür)sayesinde gerçekte neler olup bittiği üzerinde biraz bilgi edinmek mümkün. Bunlara göre hikaye kısaca şöyle:

M.Ö. 900 civarında Filistin’de iki ayrı küçük ulus devletleri oluşmuş. Kuzey’inde nüfusu 50.000 olan “İsrail” ve Güney’de çok daha az nüfusa sahip ve başkendi Kudüs olan “Yuda” devleti.
Bu devletlerin halkı, aralarında Baal, Moloh ve tanrılar babası El bulunan bir çok tanrıya tapıyorlardı. Yahve ise başlangıçta Kuzey Sina’da yörel iklim tanrı’sı olarak hürmet görüyordu. Kral Yerobeam (bilgilere göre M.Ö. 926 – 907 arasıymış) tarafından Yahve’yi teşkil eden bir kutsal boğa yerleştirilmiş.
Din gayretkeşler bu ilkel külte karşı geldiler ve “Yalnız Yahve” diyerek harekete geçtiler. Bu hareket dinde daha fazla soyutluk ve ruhbaniyet istiyordu. “İktidarın din politikasına açıkça saldıdılar, devlet kutsallarının kralları, bakanları ve rahipleri sürekli ateş altında kaldılar” diyor Weippert.


Bu grup, M.Ö. 740-705 yaşamış Amos ve Hoşea (Oze) zamanında saptanabiliyor. Bunlar öfkeli bir şekilde memleketlerindeki putperestliği yargılıyorlardı.
İncildeki bu uyarıcılar her türlü hileye baş vuruyorlardı. İnsanları belalarla tehdit ediyor, aşağılıyor ve lanetler yağdırıyorlardı. Peygamber Miha (M.Ö. 740-705) halkı, putlarla fahişelik yapmakla suçlamıştır. Meslektaşı Eliya ise, Kişon ırmağı kıyısında 450 Baal rahibini öldürmüş olmakla övünürüdü.

Heidelber’li din sosyologu Franz Maciejewski bu ilkel monoteistleri “fanatik zihniyet etikçileri” olarak tanımlıyor. Başkaları da ‘”Ruh’un eşek arıları” olarak tanımlıyor. Fakat ancak birbirini takip eden askeri facialardan sonra bu dini azınlık iktidara geldi:
- M.Ö. 722 de asürler küçük devlet İsrail’i çiğneyip geçtiler.
- M.Ö. 587 de Yuda devleti de Şark’lı orduların saldırısında özgürlüğünü yitirdi.

20.000 civarında yahudi, savaş esiri olarak Babilon’a götürüldü, bağımsızlıkları artık bitmişti. Artık ancak şimdi, yurtlarından uzakta ve yabancılaşma tehditi karşısında Yahve rahipleri en başa çıktılar. Bir çoban gibi kuzularını Tümtanrı konumuna yükselen teselli edici’nin altında topladılar.
Bununla beraber soğan gibi katmanlı, defalarca değiştirilmiş yüzlerce hikayelerden ve aktarmalardan oluşan bir nevi masal kitabı meydana geldi: İncil – bir labirint.

Bu demek oluyor ki: Vahyi İlahi (Allah’ın vahiy göndermesi) hiç bir zaman olmadı.

Vahyi ilahi daha ziyade M.Ö. 9-4 yy kadar süren uzun, kanlı ve çok zahmetli bir süreçti.
Yahudiler bu saptmayla dini öncülüklerini kaybetmiş oldular. Çünkü M.Ö. 550 de Zerdüşt, çinli Konfiçyus ve iyonik doğa filozofları yaşıyorlardı. Onlar da ruhbaniyet açısından son sürat veriyorlardı. Filozof Karl Jaspers, “insanın ilk kez tüm Dünya’yı içsel olarak karşıladığı bu zaman” için “Akis zamanı” diyor.
Yine de ve buna rağmen kutsal toprakların esrarı çözülmüş değil. Konfiçyuz bilgelik ve sakinlik, iyonlar bilgi arayışı içindeydiler. Kutsal kitap ise inat ve ümutsuzluk ile doluydu. Yahudi-Hıristiyan dininde geriye yaslanmak yok, herşeyin konusu günah ve ceza dır.
Eski Ahit’in üst varlığından itaatkar, hatta korkulu bir hava esiyor. İbranice inanç demek “Emunah” (“sadakat”) demektir. Allah, kıskanç bir aşık gibi davranıyor. Seçilmiş halkıyla “evlilik” anlaşması yapıyor ve mutlak güven talep ediyor. Psikolog Bruno Bettelheim’in demesiyle Samilerin Allah’ı “Doğa halklarının tarılarından dahi daha beterdi.”

İncil’e yansıyan şiddet potansiyelinin çoğu, zamanın akışına bağlıdır:
- Oluşumuna sahne olan yaşam düşmanı çöl ortamı.
- M.Ö. 720 ve M.S. 70 yılına kadar Kudüs en az altı kez fethedildi ve baskı altında kaldı.
- Bütün devrimciler gibi eski adetleri imha etmek için Yahve’nin müritleri de zor’a başvurdular.

“Kökünü kazımak”, “öldürmek”, “yok etmek” gibi sözler ağızlarından düşmüyordu.
Anack, bu enerjilerini nereden alıyorlardı?
Bu adamların Allah vizyonu’nun kaynağı neredeydi?
O zamanın tanrılar semasında bir çok tanrı’nın sinekli bakkaların bir süpermarket gibi birleşerek bir tek elde yoğunlaştığını zannedenler yanılıyorlar. Semadaki yeni güç sadece öbür dünya’nın güç dengelerini değil, aynı zamanda dünyevi güç dengelerini de değiştirdi.

Kudüs rahipleri o zamana kadar hiç görülmüş bir patriklik (egemenlik anlamında) başardılar. Modern psikoanaliz, o zamanlarda tanrısal bir erkekler birliğinin sahnelendiğine defalarca işaret etmiştir. Allah onlar için “Baba” idi ve o’nu Adonay (“Efendi”) olarak çağırıyorlardı. Bu varlık, oğullarından alçakgönüllülük ve itaat istiyordu.
Kadınların bu bağlamda fazla önemi yoktu. Araştırmacılar bu arada Yahve’nin ilk başta verimlilik tanrıçası olan Aşera adında bir eşi olduğunu tespit ettiler. Aşera’nın kült ağacı M.Ö. 586 yılına kadar Kudüs tapınağının içindeydi. Fakat peygamberler bu put’a karşı fırtınalar estirdiler. Onların gözünde bu put, müşrik şehvetin zındıklık put’u idi.

Musa 5. Kitap’ta “Kendine Aşera put’u diye kazık çakma. Tanrı bundan nefret eder.” diye yazar.
Fakat sonunda Allah’ın bu son eşinin de işi bitti ve Babilon sürgününden geri gelen Allah artık dul idi.
Arkasından rahipler Allah ile “ahitlerini” yaptılar ancak bundan da konuşan yine şiddet idi. Bütün erkek çocukları doğduktan sonra 8. Günde sünnet ettiler. Bunun için Mohel (sünnetçi) bebeğin ön dersini tırnağı ile çizer ve koparırdı. Bu suikast, bedene yakılan bir işaret gibiydi.
Dikkate değer bir kitabında sosyolog Franz Maciejewski, sünnet olayını monoteist din harekatının motoru olarak tanımlıyor ve; “bu (sünnet etmek) tek tanrı inancının arkasındaki ve bu inancın eski İsrail toplumunda silinemeycek kadar güçlü kalmasının arkasındaki gizli generatif güçtür.” diyor.
Bu adettir ki, yahudilerin kolektif kültik kimliğinin belirmesini sağlamıştır.

İncil’e göre Mısır, sihirbazların ve en dehşetli günahların ülkesidir.
Monoteist inancının tarihteki en eski kökleri nerede? sorusu hakkında yeni detaylar mevcut. Araştırmacılar, İncil’den önce cereyan etmiş fakat kenara itilmiş sahnenin kamuflajını açmak üzere: Mısır!

Takip ettikleri iz, eski devrin piramitler yapan, sayısı 1000 den fazla tanrıya tapınan ve hatta timsah dahi mumyalayan en parlak din gücü Mısır’a gidiyor.
Antik zamanın Nil nehri devletine selametin ve temizliğin memleketi deniliyordu. Yunanlar bu mucizevi devlete hayranlıkla bakıyorlardı. Fakat yahudiler öyle değildi: Onların (yahudilerin) açısından Mısır panteon’u karanlığın ülkesiydi, batıl’ın ve sihirbazlığın hortladığı yeri teşkil eden bir yerdi.
Assman diyor ki: “İncil, Mısır’ın en belirgin unsuru olan put kültü’nü en dehşet verici günah olarak kabul ediyordu. Bu kült omlara göre sapıklığın ve yalanın öz simgesiydi.”

Bu konu Eski Ahit’te kırmızı çizgi devam eder. İbraniler, tiksinti ve hayranlıkla karışık bir duyguyla putlara hizmet eden fakat aynı zamanda matematik, yıldız bilimi ve kaza cerrahisi yapan bu hiyeroglifler ülkesine bakıyorlardı.
Henüz kök babası sayılan İbrahim dahi bir keçi sürüsüyle birlikte piramidlere doğru yürümüştür. Onun arkasındna daha sonra firavun’un bakanlığına kadar yükselen Yusuf geliyor. İsrailli’ler 430 yıl boyunca bu “köleler evinde” kapalı kaldılar, dövüldüler ve alaya alındılar.
Daha sonra Musa bu halkı özgürlüğe götürüyor. İncil dramı’na mucizeler giriyor, selamet başlıyor. Buluttan bir direk şeklinde- Yahve en önde gidiyor ve halkı Sinai’ye götürüyor ve orada ilahi vahyi gönderiyor. Daha sonra Arzı Mevut’a (Mukaddes topraklara) doğru devam ediyorlar.

Daha çok erken bir zamanda psikologlar, bu çöl yolculuğunun psikolojik bir şemayı takip ettiğini anlamışlardı: Mısır’ın ana rahiminde İsrail çocukları yetişiyorlar. Orada kendilerini kurtaracak ve yeni topraklara götürecek tanrısal baba diye çağrışıyorlar. Bu esnada Kızıl Deniz’i geçmiş olmaları bu olayın aslında ne olduğunu daha iyi anlamaktatır: Yeni bir doğum sahnesi.


Ancak, piramidlerin ülkesi İncil’e sadece karanlık gölgeler atmıyor. Memphis ve Tebe (Theben) arasında kazılar yapan arkeologlar şaşırtıcı bir şey buldular: Yahudiler mısırlılardan kopya çekmişler. Yahudilerin “Tek Tanrı” fikri aslında Mısır’dan çıkmış.

Yahudilerden yüzyıllar önce tanrılar ufuğuna baskın yapan Mısır tarihinin o esrarengiz adam’ı,
18. hanedanın firavunu Eknaton, Tek Tanrı fikrini ortaya atan ilk kişiydi.
Bu kral artık sadece bir tek tanrıya tapıyordu: Parlak ve ışık veren bir güneş tabelası olarak şekillendirilen Aton.
Eknaton M.Ö. 1353 yılında tahta çıkmış ve hemen işe başlamıştır. Hizmetçileri, Delta ve Yukarı Mısır’a kadar giderek tapınaklardaki tanrı adlarını kazımışlar. Sadece Heliopolis’e (Güneş sehri) bir şey yapmamış, muhtemelen orada bu hareketin öncüleri yaşamaktaydı.
Nasıl da bir devrim!

Geleneksel olarak Mısır putları tapınakların kutularında saklanıyorlardı. Putlar, 40 cm boyunda ve gümüş, altın ve değerli taşlardan yapılmış figürlerdi. Baş rahipler putlara her gün yemek veriyorlar, süt banyolarında yıkıyorlar, üstlerini başlarını giydiriyorlardı ve bunun karşılığında putlar onlara ölüm sonrası için teselli ve umut veriyor ve onlara şefaat verip uğur getiriyorlardı.

Aton ise gözle görülmez, salt ışıktan oluşuyor ve bu Dünya’ya yönelik idi. Bu rafızi (Eknaton)eski ölü kültünü ihmal ediyordu. Ceset mumyalayıcıları nüfuslarından kaybediyorlardı, öte dünya ile olan bağlantı kopmuştu.

Monoteizm’in bu ilk peygamberi’nin her şeyi tuhaf ve daha önce hiç görülmemişti. Assmann diyor ki: “Eknaton, tarih’e giren en küçük olasılığı teşkil eder.”
Memleketin tanrıları’nın tapınaklarında otlar biterken Eknaton, Aton için güzellik heykelleri diker. İlk önce Tebe’de 600 Metre uzunluğunda yüzlerce sunağı olan bir kurbanlık alanı yaptırır. Aton rahipleri orada her sabah sığırlar ve kümes hayvanları kesiyor ve kurban etini doğan güneş’e doğru tutuyorlardı.

Bir Aton metiyesinde şöyle diyor: “Senin ışığın bütün memleketleri kuşatır. Sen, Bir Tek olarak milyonlarca dönüşüme (şekle) sahipsin.” Dünya’nın en eski evrensel tanrısı’na yazılmış bu metiye’de o zamana kadar rastlanmamış bir şairlik var.

Kabartmalarda Eknaton asık karınlı ve kalın dudaklı olarak gösteriliyor. Arka kafası tuhaf bir şekilde arkaya doğru uzanmış, göz kapakları rüyada gibi aşağıya doğru asık. Karnak’ta 20li yılların sonundaki kazılarda bulunan heykellerde Eknaton neredeyse kadınımsı göğüslere ve belirsiz cinsel organlara sahip.
Bunun Fallus mu yoksa vulva mı (erkek veya kadın cinsel organları) olduğu belli değil.
Kral hastamıydı? Bazıları Eknaton’da hormon rahatsızlığı olduğunu söylüyor. Antik zaman arştırmacısı Immanuel Velikovsky, Eknaton’u homoseksüel eyilimle itham ediyor. Eknaton yoksa sadece rüya mı görüyor? Bu güneş peygamberi bir tek savaş’a dahi gitmemiştir. Hükümdarlığının beşinci yılında uzak Tell-el-Amarna çöl vadisine gitmiş ve hudut taşlarına yazılmış bildirilere göre bir daha da terk etmek istememiş.

Aşetaton (Aton’un ufuğu) adında yepyeni bir şehir yapıldı. 50.000 memur, hizmetçi, prens ve berber göç ederek oraya yerleştirildi. Dışarıda (Suriye’ye kadar giden) veba hastalığı kol gezerken bu tuhaf firavun güzel karısı Nofretete birlikte süslü at arabasında ışık metroplü’nün sokaklarında geziyordu.
Kabartmalar, kral’ı sevdiklerinin yanında kucağında bir bebek ile gösteriyor. Bilgilere göre 9 kız çocuğu olmuş. Fakat bir aile ahengine inanan kimse yok bu arada. Eknaton’un en büyük kızı Meritaton, oğlu Semenşkare ve annesi Teje ile cinsel ilişkilerde bulunduğuna dair işaretler mevcut.

Hükümdarlığının 13. Yılından sonra eşi Nofretete hiç bir izi bulunmaksızın kayıp. Acaba bazı araştırmacıların düşündüğü gibi öldürüldü mü? Kesin olan: Şiddet ve teoklastik bir radikallik (Bugün’ün diliyle radikal dinci demektir ´Darvinist) bu hükümdarın başlıca özellikleridir. Halkın bütün kutsallarını ayakları altına almıştır.

Zamanının taş üzerine çizilmiş resimlerinde “Saşau” denilen güvenlik memurlarından geçilmiyor adeta. Bu güvenlik memurlarının ellerinde uzun deynekler var. Sokaktaki halk çoğunlukla boynu bükük bir halde gösteriliyor, belki bir itaatkarlık göstergesi olabilir. Yoksa ama halk, güvenlik memurlarının dayağı altında mı sızlıyordu?
Kesin olan: “Tanrılar” sözcüğü tabu idi. Kimse bu sözü ağzına alamıyordu. Ölü taş’a neredeyse işlenemeyen bedensiz ve şekilsiz güneş dairesi Aton’dan başka bir şey artık yoktu. Amarna rahipleri, yaratılmışların başına düşen ışığın ta kendisine hürmet ediyorlardı. Tanrısal yapılarının çatısı yoktu ve kurbanlar açık gök yüzünün altında veriliyordu.

17 yıl sonra kabartmaların yumurta kafalı olarak gösterdiği guru öldü. Takipcisi Semenşkare altında bu hayal önce bir devam etti.
Semenşkare’de öldükten sonra sekiz yaşında ve Tutanchaton isimli bir çocuk dümene geçti. Daha sonra Amun rahiplerinin baskısıyla çocuğun adı Tutançamun olarak değişti. Onun ünlü hazinesinde, sırt kısmında bir resim olan taht sandalyesi bulunmakta.

Daha sonra generalin biri darbe yaptı ve zamanın çarkını geriye çevirdi. Tanrıların bir nevi demokratik “geriye dönüşü” başladı. Bir yerde “Memleket bir hastalık döneminden geçiyor.” deniliyor. “Tanrılardan uzak kalma”dan bahsediliyor.
Eknaton lanetlendi ve anısı silindi, ismi krallar listesinden kazındı. Sanki Mısır tek tanrı diktası kabüsundan tekrar uyanmıştı.
Bundan 100 yıl önce idi, arkeologlar Eknaton’un ilk izlerine rastladıklarında onunla İncildeki Musa arasında bir ilişki kurmaya çalışmışlardı. İkisinin arasındaki paraleller ortada.
Asmman şöyle diyor: “İkisinin müşterek belirginliği, her ikisi de gerçeği ve gerçek olmayanı ayırma eylemini, dışlamalarına ve kırımlarına en keskin derecede alet ve ölçü olarak kullanmışlardır (Bir başka deyişle: Onların gerçek dediği gerçek, yalan dediği yalandır ve herşey ve herkes buna göre belirlenir. - Darvinist).

Ancak... mısırlı guru ve Sinai’deki adamın arasında hangi bağ vardır ki? Aralarında Nil’den Kudüs’e uzanan gizli bir iz, bir göbek bağı var mı?

James Breasted, 1894 yılında Berlin’de doktora yapan amerikalı bir ejiptolog bundan ta o zamanlarda şüphelenmişti. Ona göre yahudiler ışık dininden bir şekilde haberdar olmuşlardı. Eski tarih arştırmacısı alman Eduard Meyer de buna katılıyor ve çöl göçünün içinde bir gerçeklik çekirdeği bulunduğunu söylüyor.
Daha geniş bir şekilde daha sonra Siegmund Freud bu işe el attı. Ağır kansere yakalanmış haliyle 1937 yılında ve antisemitizm’in Almanya’da hayvani bir şekilde doruğa ulaştığı bir zamanda psikoanaliz’in babası son büyük çalışması olan “O adam Musa ve monoteistik din”i yazıyor:
Bu çalışmasında şöyle bir fikir öne sürüyor: Musa aslında Heliopolis’de bir Aton rahibiyidi. Başarısızlıkla sonuçlanan din projesini seçtiği bir grup yahudi köle ile birlikte davayı daha küçük bir çapta devam ettirmek istedi.
İsim yanında (ki, “Mose” mısırca dır ve “çocuk” demektir) Freud, çocuğun Nil nehri üzerine bırakılması efsanesinden şüpheleniyordu. İncil, Musa’nın ibrani bir cariyeden doğduğunu söylüyor. Daha sonra bu cariye, bebeği bir sepete koyarak Nil nehrinin sularına bırakıyor. Bebek sonra firavun’un kızlarının birinin ellerine geliyor. Çocuk evlatlık ediniliyor ve kral’ın sarayında büyüyor.
Freud için durum böylece çok açık: Musa bir mısırlı idi. Çocuğu terk etme masalı sadece bir hile idi ve yabancı çocuğu “yahudileştirmek” ve böylece onu “Milli kuruluş miti’nin” merkezine yerleştirebilmek içindir.
Avusturyalı ruh biliminin kurucusu tarafından kurnazca düşünülmüş bir senaryo. Ve Freud hikayenin nasıl devam ettiğini de biliyordu: Daha henüz yarı müşrik olan yahudiler Musa’nın çok katı kurallarından usandılar ve onu öldürdüler.
İlk bakışta garip gibi gelen bu hikaye aslında sağlam temellere dayanan ve din’in ta kalbine giden bir teoriye dayanıyor. Freud ölümünden kısa bir zaman öncesi, en büyük kutsalın kapısını açtığına inanıyordu.
Daha 1912 yılında yayımladığı “Totem ve Tabu” adlı yazısında Freud, baba-oğul ihtilafınıın her türlü dini eylemin kaynağı olduğunu açıklamıştı. Freud’un modeline göre: İlk sürüdeki en kuvvetli erkek domine ediyordu ve bütün dişileri kendine ayırıyırdu. Gücünün mutlakiyetinden dolayı oğullardan ve erkek kardeşlerden mutlak itaat talep ediyor ve karşı koyanları hadım etmekle tehdit ediyor.
Diğer erekler bu despot’a karşı beraber oluyorlar ve liderlerini öldürüp bedenini “totem yemeğinde” yiyorlar ki liderin gücü kendilerine geçsin.
Sonra hepsi de suçluluk duygusu altında kıvranıyorlar ve pişman da oluyorlar çünkü kafilenin koruyucusu öldü. Bu yüzden eski ilk baba bilinç altına yerleştiriliyor, orada “totem hayvanı’na” dönüşüyor ve kafile tarafından geleneksel olarak hürmet görüyor. Böylece insanlığın ilk din sistemi oluşuyor.

“İşte bu ilkel tiran”, diyerek Freud devam ediyor, tarihin çok daha sonrası bir dönemde meydana gelen Aton kültünde birden tekrar ortaya çıkıyor fakat bu kez sema’da. Yahve de bir tiran gibi davranıyor. Onun için halk Yahve’nin birinci elçisini öldürüyor, Musa ölüyor. Fakat böylece aynı zamanda o eski suçluluk kompleksi de daha da güçlü etki yaparak uyanmış oluyor.

Bu tez her ne kadar teşvik edici olsa da tam doğru olamaz. Çünkü bu hikaye çok somut, çok kavranabilir şekilde düşünülmüş bir hikaye. M.Ö. 1250 yılında bir Aton bilgini ile birlikte Sinai’nin taşlık arazisinde ruhani deneylere başlayan bir yahudi kavimi hakkında arkeologlar hiç bir kanıt bulamadı.

Gerçekte, M.Ö. 1250 yıllarında Sinai bölgesinde çoğunlukla “Hapiru” denilen yol kesici göçebeler yaşıyordu. Güney Filistin’de ancak yavaş yavaş yerleşen Şasu göçebeleri yaşıyordu. Yahudi diye bir etnitise o zamanlar yoktu, sadece oradan buraya göç eden çoban kavimleri vardı.

Daha ancak M.Ö. 1000 yıllarında Kenan’da sabit rençber evleri çoğalmaya başladı. Bu klubelerde küçük sunaklar vardı ve atalar ve aile hayaletleri için kurbanlar koymaya yarıyordu. Dağlarda bölgesel kutsallar yatıyordu. İncil’e göre Kenan’da M.Ö. 8. Yy da her yüksek tepede ve her büyük ağacın altında daha kutsal ateşler yanıyordu.

Bu korkulu politeistik korku dünyasına İncil yapıcılarının parlak Musa’sı bir türlü yakışmıyor. Daha Sinai dağından iner inmez halk’a ilk emiri –“Ben senin efendin Allah’ım”- bildirmiş.
Daha sonra yoğun olarak devam ediyor. Çölün ortasında Musa bir göçebe çadırının iç donanımı için talimatlar verir: Halk orası için bakırdan ritüel kapları yapacak, kırmızı şerbet için bir masa ve birde altın’dan bir avize. Asil bir merhamet tahtı da marangozlar tarafından yapılıyor.

Bunu tarif ederken İncil yazıcıları İncil, Musa 2. Kitap’da sayfalarca aslında Kudüs tapınağının M.Ö. 516 tekrar yapılmış şeklini tarif etmekten başka birşey yapmıyorlar. Yeni ve taze yapılmış binaya saygınlık ve onur vermek için sahtekarlar öyle yapıyorlar ki, sanki bu donanım Musa’nın çöl çadırında da varmış gibi.
Bütün bunlar şunu gösteriyor ki, Yahve rahipleri kendi kült planlarını gerçekleştirmek için Musa’yı şahmerdan olarak kullanmışlar. Din patronu sadece ağzını açıyor ve fakat vantriloklar (dudak kıpırdatmadan karnından konuşanlar) ruhbanlardı.

Fakat yinede: Memfis Kudüs akisinde bir gerçeklik payı var. Yeni arkeolojik araştırmanlar da tek tanrı fikrinin yaratıcısı Eknaton ile onun efsanevi takipcisi Musa arasında bir bağlantı olduğuna inanıyorlar.
Mısır’ın ışıldayan gücünün bir zamanlar doğu kıyısına kadar gittiğini İsrailli kazıcılar etkileyici bir şekilde kanıtladılar. Firavunlar yeni karliyetlerinde (M.Ö. 1550 - 1070) bütün Doğu Akdeniz bölgesini sömürgeci pençesinde tutuyordu. Garnizonları ve ordu arabaları Filistin’in bir ucundan öbürüne kadar gidiyordu.


Merenptah’da (M.Ö. 1207) nişan taşında ilk kez, İsrail adında bir bölgede ezilen bir halktan bahsediliyor. Tahmin edilebilir ki samiler, firavun’un taş ocaklarında ve taş madenlerinde çalıştırılıyordular.
Filisitnli çobanlar ve bedeviler –kabartmalar üzerinde sivir sakallı olarak görülmekte- dolaysıyla işgalci gücün ruhban hayatını paylaşıyorlardı. Mısır, bır sürgün medeniyeti yapısına sahip ve bütün bilgeliğin kaynağı idi.

Ezilen asyalı göçebeler de Büyük Eknaton’dan haberdar oldular. Aton’a hitaben yazılan güneş ezgisi ile (İncil’in) Eski Ahit’in en güzel şarkılarından 104. mezmur’u arsında dikkat çekici bir benzerlik vardır. Bu şarkı büyük olasılıkla mısırlı askerlerin karargahları ve Filisitnli müttefik beyliklerin üzerinden aktarıldı.
Ve bir başka bağlantı daha var ki tarih kuyusunun daha derinliklerine iner. M.Ö. 17 yy’da Nil tahtı Hiskos denilen yabancılar tarafından çiğnenmişti. Hiskoslar Doğu’dan gelen insanlardı, aynı zamanda ilk yahudiler oluyorlar. Hiyerogliflerin yazdığı gibi: Yabancılar şehirleri yaktılar, kutsalları dağıttılar ve halka büyük bir düşmanlıkla davrandılar. Ön mevki olarak da Avaris kale şehrini inşa ettiler.

Modern arkeoloji bu anlatımı özünde kanıtladı. Avaris, Nil deltasının doğu kenarında idi. Viyanalı Manfred Bietak, kalan harabileri yıllardır kazmakta ve sonuç: Hiskoslar 108 yıl iktidarda kaldılar. Krallarından birnin adı Ya’kobher idi ki, şüphe verecek kadar İncildeki kavim babası Yakob’a (Yakub’a) benziyor. Ancak M.Ö. 1550 yılında şehri geri alma çabası başlamış. Tekrar güçlenmiş firavunlar işgalcileri geldikleri çöle geri kovdular.

Araştırmacı Maciejewski’nin inandığına göre: “Filisitn’e kovulmuş ve geriye göç etmiş bu kafilelerin hafızlarında, Mısır’da yaşadıkları dönem canlı olarak kalmış olmalı.” diyor ve, Hiskosların son büyük reisleri ve eski yazılarda Kudüs’un kurucusu olarak geçen Şamudi’nin bu efsanenin çıkış noktası olduğundan şüpheleniyor.

Fakat bu esnada olaylar çok çarpıltılmış ve hatta tersine dahi çevirilmiş.
- Hiskoslar fetihçi olarak geldiler.
- Mısır’da kaldıkları süre parlak bir hükğmdarlık idi.
- Daha sonra namsız bir geri çekilme oldu.

Fakat Tevrat’ta bu üç bölümü tam tersine çeviriyorlar. Orada ibraniler için köleler deniliyor. Musa ile birlikte şerefli halde oradan çıkmadan önce Nil kenarında baskı altında yaşıyorlar.
Bu tür çarpıtmalar efsane araştırmacıları tarafından gayet iyi biliniyor.Buna, “Anlatımsal inverziyon” diyorlar: Küçük bir başlangıç çok parlak olarak değiştiriliyor ve aşağılayıcı son daha da vurgulanıyor. Maciejewski şöyle diyor: “Millyetçilikte rencide olan, her zaman halkların sinir sisteminin düğüm noktaları olmuştur.” Ve dolaysıyla M.Ö. 9 ve 8. yy yahudi milletinin oluşmaya başlaması ile hikaye ona göre değiştrilmiş ve gururlu bir kuruluş mitos’u olarak anlatılmış.

Ancak: Musa kimdi? Musa gerçekte yaşadımı? İncil´in önümüze koyduğu çarpıtma ve saptırma kargaşası arasında gerçek daha tespit edilebilirmi?

Yinede: Filsitin dışında da Musa biliniyordu. İskenderiye ve M.Ö. 4. Ve 3. yüzyılda hellenik Mısır’da din icatsısı (Musa) üzerinde çok yoğun dedikodular ortalıkta dolaşıyordu. Antik çağ’da toplam sekiz yazar ondan bahsediyorlar.
Yazarların anlatımlarında ancak Musa korkunç bir ışık olarak anlatılıyor. Onu cüzzam ve cilt hastalarının reisi olarak anlatıyorlar. En korkunç hikaye ise mısırlı tarihçi ve rahip Manetho’nun (M.Ö. 280 dolayı) anlattığı hikaye. Kendi zamanından 1000 yıl önce cereyan eden bir dehşet döneminden anlatıyor. Yazara göre o zaman memleketin üstünde bir lanet varmış. 80.000 cüzzam hastası Doğu çölü’nde köle olarak çalışıyorlarmış. Firavun onlara Avaris’te bir cüzzam kolonisi kurmayı müsade etmiş. Cüzzamlı köleler Aton kültünün bir merkezi olan Heliopolis’li bir rahibi kendilerine reis seçmişler. Bu rahibin adı: Musa.

Musa eski tanrılara tapınmayı yasaklar. Mısırlıların kutsal hayvanlarını kesmişler ve nihayet Musa Avaris’in etrafını çevirir ve Hiskosları yardıma çağırır. Onlarla beraber Musa Mısır üzerinde bir dehşet ve şiddet hükümdarlığı kurar ve Mısır’ın tanrısal yapılarını mutfağa çevirir. Kutsal hayvanları kebap yapar ve tapınağı da tahrip eder.

Asmman için durum böylece çok açık. Tarih eski bir travma etrafında dönüyor ve Eknaton ve Hiskosların altında işlenmiş günah ve küfür zamanı’nı muğlak bir şekilde üst’e çıkarıyor. Bu bağlamda cüzzam hastalığı sadece kültik kirliliğin bir simgesidir. Ve bunların ortasında: Musa.

Asmann bunun sadece bir hafıza izi olduğunu sanıyor. Çünkü tasavvur ve hayel gücüne gem vuracak resmi bir krallar listesi olmadığından, mısırlılar lanetledikleri ve dikkat dışı bıraktıkları rafizi firavun’u (Eknaton) bir canavar haline çarpıtıp adını da Musa koymuşlar. (Bir başka deyişle, mısırlılar Eknaton’a duydukları kötü hisleri ve onun zamanında kendilerine göre yaşanmış kötülüklerin hepsini Musa isminde birleştirmişler. Böylece Musa aslında firavun Ektanon dur denilmek isteniyor – Darvinist)
Kanadalı ejiptolog Donald Redford hatta o kadar iler gidiyor ve Manethos’un Musa efsanesinden bazı detayları Eknaton’un yaşamı ile bizzat bağlaştırıyor. Bilindiği üzere Mısır’ın Aton guru’su (Eknaton) Doğu çölünde köleler için bir yoğunlaşma kampı kurmuştur. Manetho’ya göre Musa’nın şiddet ve terör iktidarı 13 yıl sürmüştür – Enkaton’un Amarna iktidarı da 13 yıl sürmüştür.
Bütün bunlar şu düşünceyi mümkün kılıyor: Lanetlenmiş ve unutulmuş firavun, mısırlıların kolektif hafızasında Musa olarak yaşamaya devam etti. Halk ağızı Amarna dönemindeki gerçek olayları dehşet ve kültük kirlilik hatıraları olarak en kötü şekliyle hafızasında tutuyordu. Eknaton zındıklığın ta kendisi olarak tanınmıştır.

Buna karşın ilk yahudiler ise ki, onlar da Amarna güneş ayaklanmasını bizzat yaşadılar, guru’yu (Eknaton) bir deha olarak biliyorlardı. Eknaton/Musa korkulu hikayelerini kendilerine maledip ve fügürleri kendi dini amaçlarına göre renklendirdiler.
Sinai masalının büyük bölümünün propaganda ve sahtekarlığa dayandığından artık hiç bir Eski Ahit uzmanı şüphe etmiyor. Bu meslek grubunun mensupları biliyorlar ki, monoteizm’e giden yol İncil’in anlatmak istediği gibi düm düz değildi.
Kazılarda elde edilen bulgular gösteriyor ki, daha M.Ö. 900 yıllarında ibraniler henüz totemizm’e bağlaydılar. Yahve’ye iklim ve bereket tanrısı olarak hürmet ediyorlardı ve tanrı’nın cinsel suretini adım adım geriye ittiler.
Olayların tarihi aslı üzerinde İncil’in kendisinde de açığa vurucu izler var. Batı samilerinin sayısız kavim efsaneleri kitabın içinde birbirine girmiş ve yoğunlaşmış. Bu esnada çok eski hikaye çekirdekleri ve ilaveler kalmış.
Örneğin, Ateş dağında Musa ile Allah’ın karşılıklı sohbetlerinden sonra Musa öyle bir parlak ışığa bürülmüş ki, halkın gözleri kamaşmış. Musa, Allah’ın nurunun bir suretidir. Araştırmacı Reik bu sahneyi, şamanı’ın totem hayvanının postunu giydiği bir ritüelden “artık kalan görüntü” olarak değerlendiriyor.

Bu gelişmenin sonunda fakat yahudiler Allah’larını devasa boyuta ve suretsizliğe yükseltmişlerdi. Buz gibi ve uzak bir yerde inananların üzerinde tahtında oturuyor. “Benden önce hiç bir Tanrı olmadı ve benden sonra da hiç bir Tanrı olmayacak” diye peygamber Yesaya Babil tapınağının ayağına M.Ö. 530 da yazmış.

Artık tek tanrı inancı tamamen yerine oturmuştu.

Yesaya, etrafı yabancılığa bürünmüş, terk edilmiş, yalnız ve çareszdi. Sürgünde olan yahudi halkı çözülme tehlikesi ile karşı karşıya idi. Musa 5. Kitabın tanıdğı tek bir korku vardır: Unutmak, unutulmak.
Kendini dinleyenler bu uyarıyı defalarca tekrarlamıştır. Çünkü unutmak demek, örf ve adetleri kaybetmek ve geldiği ve tekrar ger gideceği memleketini düşünmeyi bırakmak demektir.
Dolaysıyla sürgünler kendi aralarında kaldılar.Şabbat’ın kutsallığını korumak, temizlik hükümleri ve yemek içmek tabuları, hepsi de oluşturuldu, geliştirildi. İsrail, ebediyetin sancağı altında toplandı.

“Köle evi” Mısır düşüncesi artık şimdi tam anlamıyla şekillendi. Rahiplerin parolası: Başınızı eğmeyin. Biz daha önce de çamura batmıştık ve kurtulduk ve memleketimize muzaffer olarak geri döndük.
Gerçekte M.Ö. 516 yılında ezilen bu halk için memleketlerine dönmek fırsatı çıktı. Pars Dünya imparatorluğu’nun çok cömert hükümdarı Kiros, sürgünde olan yahudilerin memleketlerine geri dönmesi için müsade verdi. Artık Yahve’nin adamları tam olarak dümenin başına geçtiler küçücük pars vilayeti “Yahud”ta kendi fikirlerine göre olan gerçek din’i geçerli kıldılar.
Bu din bir Baba din’i idi ve bir çok dehşet ve şiddet işaretleri içeriyordu.

Artık asıl şimdi rahipler, yahudi ruhunu bugüne dek simgeleyen işi sahnelemeye başladılar. Bebeklerin sünnet edilmesi Allah ile aralarında yapılan ahit’in (anlaşmanın) sembolü konumuna yükseltildi: “Ve Yoşua taş’tan bir bıçak yaptı ve ‘Ön derilerin tepesinde’ İsraillilerin ön derilerini kesti.” diyor İncil. Ancak ondan sonra kutsal topraklara ayak basma müsadesi alabildiler.
Bu nişan ile, bu yara ile Yahve ile yapılan “evlilik” artık geri dönülemez bir şekle sokuldu. Onların öncüsü olan firavun Eknaton sadece 17 yıl dayanabildi fakat Allah’ın oğulları her türlü mürteye ve zındıklığa karşı bağışıktı. Allah’ın dinden çıkanları ne kadar korkunç bir şekilde keserek cezalandıracağını anlamak için sadece erkekliklerine bakmak yeterlidir.

En son olarak da kendilerini hareketin başına geçiren son bir hile daha yaptılar. Tamamen çarpıtılarak Musa’yı (Mısırca=çocuk) monoteizm’in ilk başladığı yere götürdüler ve tahmin edilebilir ki, böylece moteist din’in icat ve miras hakkının yahudi kültüründe kalmasını sağladılar. (Bir başka deyişle yahudiler Eknaton’un monoteist fikrini kendilerine malederek, ilk monoteist kavimin kendileri olduklarını öne sürüyorlar

Her şeye rağmen Orta Doğu bunlardan 2500 yıl sonra hala bir barut fıçısına benziyor. Dindeki gerçek ve yanlış’ın musevi usulü ayırımı Şark ve Garp’ta aynı şekilde mevcut ve bu ruhani kültürel alan müşterek olduğundan bunun içi düşmalıkla doludur. Bölücü bir balta dır.

Teologların çoğu farklı fikirdeler. Teolog Lukas Bormann “Assmann bizi sarstı” diye gerçi itirafta bulunuyor ve yine İncil’in radikal bir telaffuzu olduğu ve bir çok polemik içerdiğini söyledikten sonra, “Fakat bunun sebebi, yazıların neredeyse hepsinin güçleri elinden alınmış yahudi elitler tarafından yazılmış olmasıdır.” diyor.
Ancak, işte tam bu güçsüzlük ve çektikleri eziyetin yahudileri ahlaken yücelttiğini söylüyor Bormann. “Tüm insanlığa örnek olarak bu yahudiler köleliğe ve ezilmeye karşı seslerini çıkarmışlar ve insanın genel barış özleminin sesi olmuşlardır”, diye devam ediyor.

Bunu Assmman da inkar etmiyor. O da yahudi ruhunun başarılarını başkalarından daha iyi bilmekte.
En son kitabında şöyle yazıyor: Yahudilerin gayesi hiç bir zaman insanın hataları konusunda (hataları yüze vurmak) olmamıştır. Gaye, insanın temel yaşamsal günahkarlığı, faniliği ve Tanrı’dan uzaklığı dır. Bunlardan yola çıkarak pişmanlık ve şimdiye kadar yaşadığı günahkar yaşamdan geri dönme talepleri doğmuştur.
Pişmanlık ve geriye dönüş- kutsal yazının derin talebidir. İncil’de 51. mezmur bununla bağlantılı insanın kendine dönüşünü çok açık ifade ediyor: Allah’ın en çok sevdiği kurban, kızgın bir uh, kırılmış ve ezilmiş bir kalptir.

Matthias Schulz
 
ziberkan Çevrimdışı

ziberkan

Super Moderator
Ynt: Dinler Tarihi

DİNLER ARASI ESAS ORTAK NOKTALAR VE
DETAYLARDAKİ FARKLAR

Din, kaynak itibarı ile ve mahiyet itibarı ile hayat ve biyoloji ile özdeş olduğundan o da hayat gibi sadece bir tanedir. Fakat çeşitleri ve şekilleri renkli renkli ve değişik olur; yani ihtiyaca binaen özünden birşey kaybetmeden, değişik formlar ve şekiller alır.

Evet din de, hayat da köken itibarı ile gaybidirler, metafizik asıllıdırlar. Sonsuzluk içerirler. Fakat dar dünyanın imkanlarına ve şartlarına göre şekil alırlar.

Varlık da gerçek manası ile sadece Birdir. Ortamların ve uzamın kabiliyetine göre tecelli edip şekiller alır. Fakat hiçbir zaman bu bireysel şekiller O sonsuz varlığın aslını tam manası ile temsil edemezler. Çünkü biri sonsuzdur, diğerleri ise sonludurlar.
Hemen belirtelim ki; gerek varlığın gerek dinin bütün bu çeşitlerine rağmen beş temel renkte hepsi birleşirler.

1-Kutsallık...
2-Tevhid ve birliği esas almak...
3-Samimiyet ve uhreviliği esas almak...
4-Varlığın özü olan düzen ve yasayı yaşatmak...
5-Dünya ve ahirette gelişmeyi ve mutluluğu gerçekleştirmek...

Bütün semavi kitapları incelediğinizde, bütün ayet ve pasajlarında bu beş temel rengi görürsünüz.

Ve semavi kitapların hiçbirinde “ dinler ” kelimesi geçmiyor. Sadece, “ din ” kelimesi tekil olarak geçiyor.

Evet Allah’ın bir olduğu gibi, din de hayat da birdir. Fakat dinin pratiklere geçirilmiş şekilleri olan şeriatlerde, metod ve yöntemlerde çeşitlilik olabilir. Ve bu da insanlığın terakki etmesi için ilâhî bir tetiklemedir. Asıl kınanan durum, dinlerin yanlış anlaşılmasından kaynaklanan milliyet haline gelen bencil davranışlardır.

Maide sûresi 48. ayetin ifadesi ile şeriatlerdeki bu çeşitlilik bir yarış kaynağıdır. Onun için milletler arasında düşmanlık olabilir. Fakat dinler ve özellikle semavi kitaplar arasında düşmanlık olamaz.
Kur’ân’ın bir çok ayetinde, Yahudi ve Hıristiyanların yanlış davranışları eleştirilirken, onları Tevrat ve İncil ile amel etmeye teşvik etmesi bunun kesin bir delilidir.
Az sonra bu gibi ayetlerin tefsirine geçeceğiz.

Evet Kur’ân’da dinin hakim olduğu toplum bahara benzetilir. Orada insanlar vahiy yağmuru altındadırlar. Kimi aklını kullanır, ağaç olur; kimi nefsini dinler, çürür gider. ( Bakınız Rum sûresi 24. ayet )
Tabiatta olduğu gibi; bu bahar ortamının da dört ana rengi vardır. Ortadoğu ortamında bunlar sırası ile;
Yahudilik, Hıristiyanlık, Mecusilik ve İslam’dır.

Diğer dünya kıtalarında bu hakikatlerin ismi değişik olmakla beraber, mahiyetleri birdir.
Yahudilik, dinin maddi yapısının, şeriatın egemen olduğu oluşum demektir.
Hıristiyanlık, ihlasın, maneviyatın ve ruhaniliğin egemen olduğu toplum demektir.
Mecusilik, her iki tarafı kabul etmekle beraber, zaman ve zeminin yetersizliğinden onları birleştirmeye muvaffak olamamaktır.
İslam ise, kelimenin de ifade ettiği gibi, bu iki ucu birleştirip barıştırmak demektir. Fakat dünyadan ziyade ahireti esas aldığı için, Hıristiyanlar Müslümanlara, Yahudilerden daha yakındırlar diye Maide 72’de mealen bildiriliyor.
Demek bu gibi ayetlerde Yahudi milletine bir düşmanlık yapılıyor, değildir.
Ve tarihte de Yahudiler ve Müslümanlar birbirlerine çok az düşmanlık etmişlerdir.

Büyük ağabeyim Cemal Uşak, benden dinler arasındaki ortak noktalar ile ilgili bir kitap yazmamı istedi. Ben cevaben, “ Ayrı noktalar yoktur ki, ortak noktalar kalsın ” dedim. Fakat sonra onu haklı gördüm. Çünkü Maide sûresinde bu konuda 15 – 20 ayet var ki, yanlış anlaşılıyor. İşte biz bu makalede sadece bu ayetlerin tefsirini yapıp bu makaleyi bitirmeye çalışacağız.

Hemen hatırlatalım ki; inanç esasları birdir, pratikleri de on emirden başka bir şey değildir. Fakat işler kurumlaşınca, Havra ve Kilise ve Cami kurum olarak devreye girince, gerekçesiz şekiller ve formaliteler devreye girmiştir... Hz. İsa’nın bu konuda Ferisilere yaptığı şiddetli karşılık gibi; Hz. Muhammed de Yahudilerin çoğuna ve Hıristiyanların bir kısmına şiddetli muhalefet etmiştir.
İşte zaman ve zemine göre oluşan bu ıslah hareketlerinin, etbalarınca terörizme ve antisemitizme kaynak oluşturmaması için, bu konudaki ayetleri sırası ile tefsir edeceğiz. İncil’deki yanlış anlaşılan noktaları ise “ İlmî ve Edebî Açıdan İncil ” kitabımıza havale ediyorum.

Madde 1: Ortak imanın yüceliği...
Maide 5: ( Mealen )
“ Dindarların birbirinin yemeklerinden yemeleri ve eş almaları helaldir. Burada bağ imandır. Kim imanın bu yüce değerini inkar ederse onun bütün yaptıkları boşa çıkar ve ahirette zarar edenlerden olur.”
Maide 69’ da ise bu imanın ölçüsünü anlatıyor:
“ Müslümanlardan, Yahudilerden, Sabiilerden, Hıristiyanlardan kim Allah’a ve ahirete inanırsa, ve yararlı işler yaparsa, onlara ne korku vardır, ve ne de üzülürler.” ( Yani cennetliktirler ve Allah’ın dostudurlar. )[1]

Madde 2 : Hiçbir millet bütünüyle lanet edilmiş değildir.
Burada not olarak Maide 78.- 81. ayetler ile Maide 12.-13. ayetlerdir.
Hemen belirtelim ki, “ Benî İsrail kavramı küçük çapta ve ilk gerçek örneğinde Yahudiler iken daha sonra, dindar medenî milletler manasında kullanılmıştır. Bu mesele Kur’ân’ın bir çok ayetinden ve Tevrat’ın birçok babından anlaşılıyor. ( Bkz. Geçmiş ve Gelecek Arasında Tevrat kitabımız )

Maide 78:
“ Benî İsrail’den kâfir olanlar, Davud ve İsa ibn-i Meryem dili ile lanetlendiler. Çünkü isyan ediyorlardı, azıyorlardı.”
Bu ayette 4-5 önemli ipucu var:
a ) Bütün Benî İsrail lanetlenmiş değildir. Sadece kâfir olanları lanetlenmiştir.
b ) Neden Davud ve İsa dili ile?.. Çünkü Davud, dindar devleti ve dindar dünyayı temsil ediyor. İsa ise maneviyatı ve uhreviliği temsil ediyor.
Demek, medenî, bilgili milletler, kâfir olunca, hem dünyadan hem de ahiretten mahrum kalıyorlar, yani lanetlenmiş oluyorlar. Lanet, kelime olarak mahrumiyet demektir.
c ) Dar manası ile Yahudiler, tarihte, Davud (A.S.)’ ı tam dinlemedikleri gibi, vahiy ve kelam olarak değil insanoğlu olarak peygamber İsa’yı da ( Meryem oğlu Mesih ) tam dinlemedikleri için, 2500 senedir çekiyorlar.
d ) Bir millet, dindar bir devletin ve mistik bir hareketin emri altına girmezse isyankârlığa mahkum olur.
Ayet 79:
“ İğrenç şeylerin işlenmesini gözleriyle gördükleri halde birbirlerini engellemiyorlardı. Çok iğrenç bir duruma düşmüşlerdi.”

[1] Bakınız Yunus sûresi 62. ayet

Ayet 80:
“ Yöneticilerini dinsizlerden seçiyorlardı. Ve dinsizlerle dost oluyorlardı. Onun için dünyayı bozacak işlere talip oluyorlardı. Ve Allah’ın gazabını celb ediyorlardı...”
Ayette geçen “ tevelli ” kelimesi, siyasi otorite seçmek demektir.

Ayet 81:
“ Eğer bunlar Allah’a ve peygambere inanmış olsalardı, kâfirleri başlarına lider seçmezlerdi, dinsizlerle dost olmazlardı.”

Ayet 82:
“ İşte böyle olan Yahudiler, dinsizler kadar Müslümanlara düşman olacak; Hıristiyanlarda ise - ruhanilik ve papalık esas olduğu için - onlar böyle bir duruma düşmeyeceklerdir. ”

Ayet 12:
“ Benî İsrail’den vahiy ile söz aldık ve onlardan 12 kabile – Millet, Mezheb, Tarikat – seçtik. Onlar da bu hizmete karşı cenneti hak ettiler.
Fakat bu sözlerinden cayanların kalbi katılaştı, kitaplarının manaları ile oynamaya çalıştılar. Kendilerine ders çıkarmadılar ve hainlik yaptılar. Bununla beraber ( ey elçi ) sen onları affet, onlara yumuşak davran. Çünkü Allah iyilik yapanları sever. ”

Ayet 14: ( Mealen )
“ Hıristiyanlardan da Hıristiyan olduklarını iddia edip de Yahudileşmiş olanlar vardır.”

Ayet 43: “ Seni nasıl hakem seçerler. Halbuki Tevrat yanlarındadır. İçinde Allah’ın hükmü yazılıdır. Yine bundan sonra da yüz çeviriyorlar. İşte bunlar asla inanmış değildir. ”

Ayet 44: “ Şüphesiz Biz, Tevrat’ı indirdik. Onda hidayet ve nur vardır. İslam olmuş peygamberler, Yahudi milleti için onunla hüküm verirlerdi. Rabbaniler ve Allah’ın kitabından koruyabildikleri kadarıyla – ki o kitabı tam korumakla yükümlü idiler- Yahudi alimleri de onunla hüküm verirlerdi. ( O kitapta demiştik ki: Ey hakimler!) Sakın insanlardan korkmayın, yalnızca Ben’den korkun ve ayetlerimizi ucuz bir fiyata satmayın. ( Ve bilin ki ) kim, Allah’ın hükümleriyle hüküm vermezse, işte onlar kâfirlerin ta kendileridir. ”

Ayet 45: “ Ve Tevrat’ta Yahudiler üzerine yazdık ki; cana can, göze göz, buruna burun, kulağa kulak, dişe diş ve yaralanmalarda kısas vardır. Kim hakkını bağışlarsa, o onun günahları için bir keffarettir. Artık kim, Allah’ın hükümlerini uygulamazsa, onlar zalimlerin ta kendileridir. ”

Ayet 46: “ Peşlerinden Meryemoğlu İsa’yı elindeki Tevrat’ı tasdik edici olarak gönderdik. İçinde nur ve hidayet olan, önündeki Tevrat’ı doğrulayıcı olarak, kendini koruyanlar için vaaz, hidayet verici olan İncil’i ona verdik.”

Ayet 47: “ Artık İncil ehli Allah’ın İncil’de indirdikleriyle hükmetsinler. Kim ( İncil’deki ) o indirdikleri ile amel etmez, onun yol göstermesine kulak asmazsa, işte onlar, fasıkların ta kendileridir.”

Ayet 48: “Ve sana da hak ve hakikat ile dolu, önündeki ( semavi ) kitapları doğrulayıcı ve koruyucu olarak Kur’ân’ı ( kitabı ) indirdik. Artık aralarında Allah’ın indirdikleriyle hükmet. Sana gelen hak ve hakikatten vazgeçip onların heva ve heveslerine uyma. Sizden herbirinize ayrı bir şeriat ve yol tayin etmişiz. Eğer Allah isteseydi, sizi tek bir ümmet yapardı. Fakat size verdikleri konusunda sizi denemek için ( ayrı ayrı ümmetler kılmıştır. ) Artık iyilik ve hayratta yarışın. Hepiniz Allah’a döneceksiniz. O sizin ihtilaf ettiğiniz konuların ( hakikatini ) size haber verecektir.”

Ayet 49: “ Ve onlar arasında Allah’ın indirdikleriyle hükmet. Onların hevalarına uyma ve Allah’ın sana indirdiği hükümlerin bir kısmından seni vazgeçirmelerinden kendini koru. Eğer Allah’ın hükümlerini kabul etmeyip sırt çevirirlerse, bil ki bu, günahlarından dolayı Allah’ın, onlara musibet vermek istiyor olmasındandır. Şüphesiz insanların çoğu fasıktırlar. ( İlâhî yasalara uymazlar.) ”

Ayet 50: “ Yoksa Cahiliyyet ( ve vahşet ) yasalarını mı istiyorlar?! Halbuki araştıran bir toplum için kim, Allah’tan daha güzel hüküm ve yasa koyabilir? ”

Ayet 51: “ Ey iman eden Müslümanlar! Böyle olan Yahudi ve Hıristiyanları dost edinmeyin. Onlar birbirlerinin dostlarıdırlar. Sizden kim onları dost edinirse o da onlardandır. Şüphesiz Allah, zalim olan bir topluma doğru yolu göstermez. ”
Bu dokuz ayet ile 66.-70. ayetler Yahudileri ve Hıristiyanları kitapları ile amel etmelerine teşvik ediyor, onların, dindar müslümanları bırakıp dinsiz komünistlerle, müşriklerle işbirliği yapmalarını kınıyor.
Ve böyleleri ile Müslümanların işbirliği yapmalarını ve dostluk kurmalarını yasaklıyor.
İşte siz de ayetleri aynen okuyabilirsiniz.
Şimdilik sırası ile dinler arasındaki temel noktalara temas edelim:

Birinci Etap: İman.
1-Allah’a iman
2-Meleklere iman
3-Vahye iman
4-Ahirete iman
5-Peygamberlere uymanın gerekliliğine iman
6-Kadere, teslimiyete iman

İkinci Etap
On emir bütün ortak değerlerdir.
1-Adam öldürmemek
2-Zina etmemek
3-Sarhoş olmamak
4-Haksız kazanç elde etmemek
5-Ana- babaya karşı gelmemek
6-Yalan yere yemin etmemek
7-Yalancı şahitlik yapmamak
8-Allah’a şirk koşmamak
9-Hırsızlık yapmamak
10-Kesin delil olmadan yargılamamak, iftira etmemek...

Üçüncü Etap
1-Bütün peygamberler, miracı yaşayıp Allah ile müşerref olmuşlardır.
2-Bütün dinler ataerkildirler. Kendilerine din gelmeyen vahşiler anaerkildirler.
3-Dinler arasında bölücülük yapmak bütün dinlerde yasaktır. Bu konuda İncil ve Kur’ân’da birçok ayet vardır.
Geri kalan noktalar için, Hz. Muhammed’in bir sözünün açıklamasını, ve ehl-i kitapla alakalı ayetlerle ilgili bir makalemi, ve İncil ile Tevrat üzere yazdığım kitapların girişlerini size sunuyorum. Sanırım yeteri kadar izahat olacaktır. Bu konuda Yahudiler ile Hıristiyanların ve Müslümanların çatışmasını önleyecek yeterli cevaplar vardır.
 
ziberkan Çevrimdışı

ziberkan

Super Moderator
Ynt: Dinler Tarihi

Ateizm
Ateizm kelimesi Yunanca da "Tanrı" anlamına gelen "Theos"tan türemiştir. Bu kelimeden de "Tanrı inancına sahip olmak" ya da "Tanrı'ya inanmak" anlamına gelen theism anlayışı ortaya çıkmıştır. Ateizm kelimesi de İngilizce "theism" kelimesinin başına "a" ön takısının eklenmiş hali olup Türkçe’de "tanrı tanımazlık" anlamına gelmektedir.
İnançsızlık denilince hemen akla ateizm gelmemelidir. Mesela insanların çoğu inanç sahibi ve bir dine mensup olmasına rağmen diğer dinleri reddetmektedirler. Diğerleri de aynı şekilde davranmakta, sadece kendi anlayışlarını savunarak karşısındaki inanışları yanlışlamaya çalışmaktadırlar.

Felsefe tarihinde dindar olmadığı halde Tanrı inancına sahip olan düşünürler de bulunmaktadır. Buna karşın günümüzde çok sık rastlandığı gibi özellikle Batı dünyasında görünüşte dindar olduğu halde gerçekte Tanrı’ya inanmayan pek çok kişi vardır. Bu durum gerek teizmin ve gerekse ateizmin tanımlanmasında birtakım güçlüklerin bulunduğunu göstermektedir.
Tanrı'nın varlığına inanan ve bu inancını da ifade eden kişiye mümin denmektedir. Böyle bir Tanrı kavramına inanmayan kişiye ise ateist denmektedir. Yani bir anlamda ateist, ilâhi dinlerin ifade ettiği biçimde, varlığının öncesi veya sonrası bulunmayan, evreni yaratan ve yasalarını belirleyen, irade ve kişilik sahibi olan, her şeyi yapma, bilme ve görme kudretinde bulunan, insanlara hayatı bahşeden bir varlığa inanmayan kişidir.

Diğer bir deyişle ateist, hem düşünce seviyesinde hem de günlük yaşantısında söz konusu Tanrı’nın varlığını reddeden bununla birlikte peygamberi ve ahiret inançlarını da kabul etmeyen kişidir.


Ateizmin Çeşitleri

Tanrı inancını kabul etmeyen ateistler de dindarlar gibi kendi aralarında farklı gruplara ayrılmışlar ya da en azından aynı sonuca varsalar da ateizmi farklı yorumlamışlardır. Dolayısıyla bir tek ateizm tanımından söz etmek de doğru olmayacaktır.

Mutlak Ateizm
Bazı ateistlere göre "ateizm" Tanrı’yı reddetmekten öte, zihinde Tanrı fikrine sahip olmamak demektir. Bu anlayışa göre İnsan doğuştan Tanrı kavramına sahip olmadığı için reddedecek bir şeyi de bulunmamaktadır. Bu tür bir ateizm, mutlak ateizm olarak tanımlanmış ve taraftarlarına da mutlak ateist denmiştir. Bu anlayışı savunanların arasında Baron D’Holbach (1723-1789) ve Charles Bradlaugh gibi düşünürler bulunmaktadır.


Teorik Ateizm

Ateizmin birinci yaklaşımından biraz farklı olarak "Tanrı'nın varlığını reddetmek" şeklinde de tanımlanmıştır. Aslında ateizm denilince akla bu tanım gelmektedir. Felsefede önemli olan ve Tanrı inancına ağır eleştiriler yönelten ateizm biçimi de budur. Yani düşünerek tartışarak zihni bir çabayla Tanrı’nın varlığını reddetmek ve ilgili iddiaları çürütmeye çalışmaktır.

Teorik ateizm de denen bu anlayış doğrultusunda dindarların iddiaları ve Tanrı'nın varlığı lehinde getirdikleri kanıtlar eleştiri konusu olmuş, bu süreçte Tanrı'nın varlığını çürütmeye yönelik karşı tezler ileri sürülmüştür.

Teorik ateizmde Tanrı'nın varlığı inkâr edilmekle kalınmamış, bu kavramla ilgili olarak gündeme gelen mucize, vahiy, peygamberlik, kutsal kitap, ölümsüzlük ve ahiret hayatı gibi inançlar da eleştirilmiş ve reddedilmiştir. Ayrıca bu tür bir ateizmde sadece teistik Tanrı kavramı hedef alınmamış, bunun yanı sıra mistik, mitolojik, transandantal (aşkın) veya antropomorfik anlayışlarla, panteizm ve deizm gibi, bir şekilde Tanrı inancına yer veren diğer ekoller de reddedilmiştir.


Pratik Ateizm
"Sanki Tanrı yokmuş gibi yaşamak" veya "Tanrı'yı günlük yaşama sokmamak" biçiminde tanımlanmıştır. Bu tür bir ateizmde kişi daha ziyade günlük yaşamındaki tavır ve davranışlarıyla, hayat tarzı, ilke ve alışkanlıklarıyla, Tanrı'sız bir dünya ve Tanrı'sız bir yaşam kurmayı istemektedir. Bunun yanında Tanrı’yla alakalı olarak en ufak bir şey düşünmemekte, kendini dinden, ibadetlerden ve bunlarla ilgili törenlerden de uzak tutmaya çalışmaktadır. Pratik ateizm anlayışında Tanrı'nın teorik tartışmalarla reddedilmesi ikinci planda kalmaktadır.

Felsefede ki temsilcileri arasında L. A. Feuerbach (1804-1872), F. Nietzsche (1844-1900), S. Freud (1856-1940) ve K. Marx (1818-1883) gibi ünlü düşünürler de bulunmaktadır.


İlgisizlerin Ateizmi

Bir kısım düşünürler, Tanrı'nın varlığını veya yokluğunu tartışma konusu yapmadan, bu konulara uzak durmayı tercih etmişlerdir. Bu tür ateistlere göre insan, sadece varolanla yetinmeli, görünen alemin ötesine ilgi duymamalıdır. Dolayısıyla dünyanın ötesindeki herhangi bir varlık hakkında olumlu ya da olumsuz bir yargıda bulunmaya ya da konuşmaya çalışmak anlamsız bir iş yapmak olacaktır.

Özünde felsefi bir problem olan ateizm bazen de ideolojik bir ilke olarak savunulmuş ve politik bir kabul haline gelmiştir. Özellikle Karl Marx, F. Engels (1820-1895) ve V. I. Lenin’in (1870-1924) görüşlerinden hareketle kurulan sosyalist yönetimlerde ateizm, komünist partilerin propaganda aracı olarak kullanılmıştır. Eski Sovyetler Birliği’nde ve halâ bazı ülkelerde ateizm Marxist ve Leninist dünya görüşünün ayrılmaz bir parçası olarak görülmüş ve "ilmi ateizm" adıyla takdim edilmiştir.
 
ziberkan Çevrimdışı

ziberkan

Super Moderator
Ynt: Dinler Tarihi

DEİZM


DEİZM tanrıcılık, 17'inci ve 18'inci yüzyılda İngiltere, Fransa ve Amerika Birleşik Devletleri'nde belirginleşmiş dini bir felsefedir.
Deistler genelde doğaüstü olayları (kehanet veyahutta mucizeler) ,yaradanın dinlerle olan bağını, kutsal metinleri ve ortaya çıkmış tüm dinleri reddederler. Bunun yerine; deistler doğru dini inanışların insan mantığında ve doğal Dünya'nın kanunlarında görmeyi tercih ederler. Bu doğrultuda da; varolan tek bir tanrının yada üstün varlığı kabul ederler.
Kelime anlamı
Deizm kelime anlamı olarak; "tanrı"'dan gelmiştir; Latince "deus" kelimesini kullanır; tam Türkçesi ile "Tanrıcılık"dır.
17'inci yüzyıl öncesinde; deizm yerine teizm kelimesi kullanılmıştır ve benzeri inanışlara sahiplerdir.
Deist kelimesinin ilk kez kullanımı Pierre Viret tarafından Instruction Chrestienne (1564) isimli yapıtında olmuştur. İngiltere'de de Robert Burton Melankolinin
Anatomisi (1621) eserinde kullanmıştır.
TDK'nın tanımına göre "Tanrı'yı yalnızca ilk sebep olarak kabul eden, Tanrı için başka herhangi bir güç ve nitelik tanımayan, vahyi reddeden görüş, neden tanrıcılık." manasına gelir.
Tarihi
Deist düşünce; eski zamanlardan beri (örn. Heraklitos) vardır. Deizm kelimesi ise; 17'inci yüzyılda özellikle İngiltere'de kullanılmaya başlamıştır.
Doğa dinine inanış 17'inci yüzyılda Avrupa'da bir devrim olmuş; bir çok kültür bu akıma destek vermiştir.
Rönesans dönemindeki hümanist yaklaşım; Avrupa'nın klasik Roma ve Yunan dönemindeki düşünceleri çalışmaya itmiştir.
Bunun yanı sıra; eski dokümanların analiz edilmesi doğrultusunda ve bilimin de sunduğu olgularla tarihte ilk defa Hristiyan toplumlar tarafından İncil eleştirilmiştir. Yapılan araştırmalar doğrultusunda; Dünya tarihi'nin İncil'de anlatıldığından çok daha farklı olduğu ortaya çıkmıştır.
Mitoloji üzerine yapılan araştırmalarda da; bir çok dinin kendinden önceki dinlerden örnekler alarak hikayelerde karakterlerin isimlerini değiştirerek kullandığını ortaya çıkarmıştır.
16'ıncı ve 17'inci yüzyılda Avrupalıların Amerika, Asya ve Pasifik'i de keşfetmesinden sonra; aradaki farklılıklardan, dini Nuh'tan geliş teorisinin bozduğuna inanmışlardır.

Bu konuda Herbert; De Religione Laici (1645) de şu sözleri yazmıştır.

..bir çok inanış ya da din, açıkca, bir çok ülkede uzun süredir vardı, ve kesinlikle kanun koyucuların bahsetmediği bir tane bile yoktu, Wayfarer'ın Avrupa'da bir tane bulması gibi, başka biri Afrika'da, Asya'da ve bambaşka bir tanesi de Hindistan'da..

Bu doğrultuda; Hristiyanlığın bir çok din arasındaki dinlerden biri olduğunun farkına varılmış; ve hiç bir şeyin bir dinin diğerinden daha iyi ya da daha doğru olduğunu ispatlamayacağına inanmışlardı.
Deizm in özellikleri

Deizm konsepti; belli bir merkezi, temsilcisi, ya da belirgin kanunları olmadığı için bir çok değişik bakış açısına sahiptir. Ancak; Deizm'in merkezinde iki kural bulunmaktadır.

* İlan edilmiş bir dinin reddi - (bu Deizm'in negatif - eleştirici bakış açısından yönüdür)
* Mantığın bize dini doğruları öğretebileceği - (bu da Deizm'in pozitif - yapıcı bakış açısından yönüdür)

Eleştirici deizm öğeleri şunları içerir:

* Tanrı tarafından ilan edilmiş veyahutta yazıldığı iddia edilen kitaplara sahip olan dinlerin reddi.
* İncil'in Tanrı'nın sözü olduğunun reddi.
* Mucizelerin ve kehanetlerin reddi.
* Dini bilinmez öğelerin reddi.
* İncil'deki yaratılış hikayesinin ve insanların doğuşta günahkar olduklarının reddi.
* Hristiyanlığın reddi.

Yapıcı deizm öğeleri de şunları içerir:

* Tanrı vardır ve kainatı yaratmıştır.
* Tanrı insanların mantıksal davranmasını ister.
* İnsanların ruhları ölümden sonra hala vardır, bu doğrultuda ölümden sonra yaşam da vardır.
* Yaşam sonrasında, Tanrı iyi davranışlarımızı ödüllendirecek, kötü davranışlarımızı cezalandıracaktır.

Kişisel olarak deistlerin düşünceleri oldukça geniş ve değişiktir. Bazıları aralarında kendilerini asıl hristiyanlar olarak da ilan etmiş; İncil'den mucizeleri, kehanetleri ve bilinmezleri çıkartarak; İsa'nın insanlara iyilik öğretmek isteyen biri olduğunu sunmuşlardır. Örnek olarak Thomas Jefferson; bu öğeleri çıkartarak Jefferson İncili'ni yazmıştır.

Radikal olarak da; hristiyanlığı ve tüm dinleri tamamen reddeden ve mantık aramayan deistler de mevcuttur. Radikal deistler de dindar insanlar tarafından genelde ateist olarak görülmüştür.

Deizm dönemle Amerika'da da yayılmış; ancak daha sonra popülaritesini yitirmiştir.
 
ziberkan Çevrimdışı

ziberkan

Super Moderator
Ynt: Dinler Tarihi

Ateşe Tapma
Özellikle Hint-İranlılarda oldukça yaygın bir ibadet türüdür. Ateşe tapanlar, "kutsal alev" dedikleri şimşeği, insanla gökyüzü arasındaki bir köprü olarak görüyorlardı. Ateş tanrısı Ehrimen'di. Persler ise Ahuramanza adına sürekli ateş yakarlardı.

Ateşe tapma Parsiler'de de devam etti. Yunanlılar ateşin yararını Hephaistos'ta, ateşten yararlanma sanatını Prometeus'ta, kutsal alevi de Hestia'da tanrılaştırdılar. Roma'da ise Vesta Tapınağı'ndaki sürerkli ateşi rahipler korurdu. Zerdüşt dinine inananlar da ateşe taparlar, kutsal ateşin yakıldığı yapıya "ateşgâh" derlerdi. Ateşgâhlar bu dinin tapınaklarıydı.
 
ziberkan Çevrimdışı

ziberkan

Super Moderator
Ynt: Dinler Tarihi

Bahailik
Bahai dininin kurucusu, Bahaullah Mirza Hüseyin Ali adlı bir İranlıdır. 12 Kasım 1871'de İran'ın Tahran kentinde dünyaya gelen Bahaullah, sürgünde bulunduğu Akka'da (1892) yaşamın yitirdi. Soyu, Türk kökenli Kaçkarlar'a dayanan Bahaullah, çağdaşı olan Ali Mehmet Bab'ın öğretilerinden etkilendi; Musevilik, Hıristiyanlık ve İslamiyet gibi tek tanrılı dinlerin yanı sıra Budizm, Brahman ve Zerdüşt gibi çok tanrılı dinlerin araştırdı, bilgilerini artırdı.

Şiraz'da kendi görüşlerini yaymaya başladığı (1848) sırada, "Ali Mehmet Bab'ın görüşlerini savunuyor" gerekçesiyle kovuşturuldu.1852'de Bağdat'a sürüldü. Ancak, Ali Mehmet Bab'ın 1849'da kurşuna dizilip, sahneden çekilmesiyle, "Babailer" olarak bilinen yandaşları, Bahaullah'a yöneldiler. Böylece Bahaullah'ın çevresi kısa zamanda genişledi. Ne var ki, Osmanlı yönetimi, onu İstanbul'a sonra Edirne'ye (1864) sürgün etti. Ancak Bahaullah burada da etkinlik gösterince bu kez Akka'ya gönderilerek (1868) orada hapsedildi.
Hapsedildiği kalede, tek ve çok tanrılı dinlere dayanan bilgilerini birleştirip yeni bir din kurma girişiminde bulunan Bahaullah'a göre; insan, inanma gereksinimi olan bir yaratıktır. Dinler ise, inanmayı biçimlendiren birer araçtır. Öyle ise din, yaşamın bir parçası olmalı ve tüm insanları kucaklamalıdır. Oysa, süregelen peygamberlerin dinleri, belli toplulukları, kendi tekelinde tutmayı; ya da kendi kabul ettirmeyi amaçlamaktadır.

Kimileri de, bu kabul ettirmede zorbalığa dayanmaktadır. Bunu yaparken Tanrı'nın buyruğuna uyduklarını, yeryüzünde "Allah'ın hakimiyeti" ni esas aldıklarını ifade etmektedirler. Özellikle, geçmiş çağlarda görülen bir çok kanlı olayların temelinde kendi dinini egemen kılmak isteyenlerin zorbalıkları gözlenmektedir. Din zorbalığa dayanılarak kabul ettirilmemelidir.

İnsan, kendi aklı ve vicdanıyla doğruyu bulmalı, dinin seçmelidir. Baskısız ve dayatmasız kendi olgunluğuna kavuşan insan, özgür iradesiyle hareket etmeli, önündeki seçeneklerden birini kendi iradesiyle seçmelidir. Bu olgunlukla seçilen ve yaşatılan din, insan hak ve hukukuna saygılı olur. İşte o zaman din, insanların gereksinimlerini karşılayan yaşamsal bir kurum haline gelir.

Bu temel ilkeler doğrultusunda kendisini ifade eden Bahaullah; kişilerin olduğu gibi görünmesi ve göründüğü gibi olmasını; yani sözleri ile eylemlerinin birbiriyle uyumlu olmasını istemektedir. Gerçek dostluğun ve inanç olgunluğuna ermenin, ancak eylem içinde belli olduğuna dikkat çeken Bahaullah; uluslararası barışın, dostluğun, sevginin ve kardeşliğin sağlanması için ortak bir dilin oluşmasını; yargının uluslararası merkezi bir sisteme bağlanmasını; bireylerin olduğu gibi, ulusların ve devletlerin de olumsuz eylemlerinden dolayı yargılanmalarını, tüm insanlığın yararına görmektedir. Elbette ki üretimde ve tüketimde adaletli paylaşım esas alınmalıdır.

Yaşadığı çağ gereği, önceki peygamberlerden daha toplumsal, daha ekonomiksel, daha hukuksal olarak insanlara yaklaşan Bahaullah, kendi din öğretilerini içeren Kitabul - Akdes (En Kutsal Kitap), Kitabul - İkan (Sağlam Bilme Kitabı), Kelimat-ı Maknune (Maknu'nun Sözleri), Tarazat, İşrakat (Işıklandırma), Tecelliyat (Görünme, Belirme), Kelimat-ı Firdevsiye (Firdevsi'nin Sözleri) adlı kitaplar yazdı.
 
ziberkan Çevrimdışı

ziberkan

Super Moderator
Ynt: Dinler Tarihi

Bektaşilik
Hacı Bektaş-i Veli'nin izini sürenlerce, onun adına kurulmuş bir tarikattır. Ali ve On İki İmam sevgisine dayanır. Olgunluk, insan sevgisi, özdeşlik, eşitlik, özgürlük ilkelerini oluşturur. Varlık birliği görüşüne, insanın kutsallığına inanır. Görünüşe değil, öze önem verir.

Bektaşiliğin içerdiği düşüncelerin odağını oluşturan sevgi "Evren-Tanrı- insan" birliğini kavramayı amaçlar. Velayetname'ye göre; Hacı Bektaş-i Veli bütün insanların kardeş olduklarını, yeryüzünden ortaklaşa, barış içinde yararlanılması gerektiğini, varlık birliğinin gerçekliliğini, insanın tanrısal niteliklerle donatıldığını savunmuştur.
İnsanın anlamını kavramak gibi iç başarısı vardır. Bu başarının ilk basamağı kişinin kendini tanıyarak sevmesidir. Kendini bilen kendisini sever. Kendini seven kendini bilir. Kişi tanrısal bir özle donatıldığından "Kendini seven Tanrı'yı sever" Bu düşünce Bektaşilik'te varlık birliğine tek yoldur. Bu nedenle bütün Bektaşilerin bağlandıkları bir ilke niteliği taşır. Hacı Bektaş-i Veli'nin izini sürenlere göre Tanrı'yı sevmek, Ali'yi sevmekle başlar. Çünkü Bektaşilik Ali sevgisini yaymayı, sürdürmeyi amaç edinmiş bir kuruluştur.
 
ziberkan Çevrimdışı

ziberkan

Super Moderator
Ynt: Dinler Tarihi

Hristiyanlığı en çok etkileyen 3 Pagan Tanrısı Attis, Dionysos ve Mitra’dır.Yaygın olan bu üç gizem kültünün birbirinden etkilendiği bilinmektedir ve hristiyanlığı da doğrudan etkilemiştir.

ÖLEN VE DİRİLEN KURTARICI TANRILAR

1) AYNI İSA GİBİ, ÖLEN VE DİRİLEN TANRI: ATTİS

Attis, Frigya tanrıçası Cybele’nin oğlu veya sevgilisi olarak mitolojide yerini almış bitki tanrısıdır, 25 Aralık günü bakire NANA’dan doğmuştu, katolik kilisesi 25 Aralık tarihini “İsa’nın doğum günü” olarak niteler ancak bu tarih pek çok pagan Tanrı’nın doğum tarihi olarak bilinir, sadece bu bile, kilisenin, pagan doktrinlerini İsa’ya uyarlamakta ve pagan mitlerini alıp özümsemekte ne kadar hızlı olduğunu göstermek için iyi bir örnektir.


Attis tapınımında, kutsal yiyecek ayini vardı, şarap Attis’in kanını, ekmek ise Attis’in bedenini simgeliyordu, aynı İsa’nınki gibi:

“Size doğrusunu söyleyeyim, insanoğlunun bedenini yiyip kanını içmedikçe, sizde yaşam olmaz. Bedenimi yiyenin, kanımı içenin sonsuz yaşamı vardır ve ben onu son günde dirilteceğim. Çünkü bedenim gerçek yiyecek, kanım gerçek içecektir. Bedenimi yiyip kanımı içen bende yaşar, ben de onda." (Yuhanna 6:53-56)

Aynı hristiyanlıktaki gibi “kutsal kanda yıkanma” işlemi, insanların günahlarını affettiren bir uygulama ya da bir nevi vaftiz olarak görülüyordu, bu kan bir boğanın kanıydı, boğa kesiliyor ve onun kanında gerçekten veya sembolik olarak yıkanarak, sonsuz yaşama kavuşulduğuna, günahların affolduğuna inanılıyordu. İncil’in kendisi bunu belirtmişti:

İbr 9:13 “Murdar olanların bedensel temizliği için üzerlerine serpilen düvenin külleri ve erkeçlerle boğaların kanı onları kutsal kılıyor.”

(James George Frazer’in bu konudaki ayrıntılı kitaplarında benzerliklerden bazıları sıralanmış ve tartışılmıştır).

“Kanda yıkanma” olgusu mistik gizem külterinden hristiyanlığa geçmiştir, boğanın kanında yıkanma ve aklanma olgusu, “kuzunun” ve “İsa’nın kanında yıkanma” şekline dönüşmüştür!:

Esi 7:14 “Sen bunu biliyorsun, efendim» dedim. Bana dedi ki, «Bunlar, o büyük sıkıntıdan geçip gelenlerdir. Kaftanlarını Kuzu'nun kanında yıkamış bembeyaz etmişlerdir.”

1Yu 1:7 “Ama kendisi ışıkta olduğu gibi, biz de ışıkta yürürsek, birbirimizle paydaşlığımız olur ve O'nun Oğlu İsa'nın kanı bizi her günahtan arındırır”

Attis de aynı İsa gibi “kurtarıcı” diye bilinirdi, İsa’nın “iyi çoban” olarak nitelendirilmesinin kaynağı da Attis kültüdür.


hristiyanlığın kökeni:

Yu 10:11 “Ben iyi çobanım. İyi çoban koyunları uğruna canını verir.”

Yu 10:14-15 “Ben iyi çobanım. Benimkileri tanırım. Baba beni tanıdığı, ben de Baba'yı tanıdığım gibi, benimkiler de beni tanır. Ben koyunlarımın uğruna canımı veririm.”
Attis’in annesi “Cybele”, “Göklerin kraliçesi” (Queen of heaven) idi, bu lakabın, katolik kilisesi tarafından İsa’nın annesi Meryem’e de verilmesi şaşırtıcıdır! (Mary: Queen of heaven)

Attis ile İsa hikayesi arasındaki en önemli benzerlik de Attis’in aynı İsa gibi ölmesi ve üçüncü gün yeniden dirilmesidir. (E.J. Brill, “Cybelle Attis and related Cults”, sayfa 39, Frazer, The Golden Bough, 349-350)

İncil hikayelerinde:

1Ko 15:3-4 “Aldığım bilgiyi size öncelikle ilettim. Şöyle ki, Kutsal Yazılar uyarınca Mesih, günahlarımıza karşılık öldü, gömüldü ve Kutsal Yazılar uyarınca üçüncü gün ölümden dirildi.”

Mat 20:19 “O'nunla alay etmeleri, kamçılayıp çarmıha germeleri için O'nu diğer uluslara teslim edecekler. Ne var ki O, üçüncü gün dirilecek.”

Aynı İsa gibi Attis’in üçüncü gün ölümden dirilişi de, taraftarları atrafından her yıl kutlanıyordu. (Gerald Berry, “Religions of the world”) Megalansia, Attis kültünde, üç gün boyunca süren bir bahar festivaliydi.

Attis de aynı İsa gibi ölen ve üçüncü gün dirilen kurtarıcı Tanrılardan yalnızca biriydi.

Attis kültü İsa’dan çok önce oluşmuştu ve Attis ritüelleri, bayramları kutlanıyordu.Attis kültünden bahseden bazı Roma yazarları: Varroo(MÖ 116-28), Catullus (MÖ 86-40)


İlk yüzyıllarda yazan pagan yazarlar bu benzerlikleri hristiyanlığa karşı kullanıyor, “aynı şeyleri bizim tanrılarımız da yapmışlardı, bizim Tanrımız sizinkinden daha eski” yorumuna karşı hristiyanlar ise “Evet bizim tanrımız daha sonra geldi ama şeytan yüzyıllar önce tanrılarınızı bizimö tanrımıza benzetti” şeklinde savunmalar yapıyordu

2) GREKLERİN ŞARAP TANRISI: DİONYSOS

Dionysos’a ilk defa kuzey ve doğu Yunanistan’da tapılmaya başlanmıştı, Yunanistan’a ilk defa, Homer İlyada’yı yazdığı zamanlarda MÖ 800 gibi geldiği tahmin edilir, son derece popüler bir Tanrı idi, Roma’dan Mısıra tanırırdı ve kendisine ibadet edilirdi. Dionysos kültü (Roma’da “Bacchus” diye de bilinir), İsa’nın hikayeleri üzerinde derin etki bırakan gizem kültlerinden biriydi

Önceki yazımda da belirttiğim gibi İsa’nın suyu şaraba dönüştürmesi de doğrudan Dionysos mitinden alınmıştır, İsa’nın sembolik olarak etinin yenmesi ve kanının içilmesi Dionsyos, Attis ve Mitra kültlerinde yaygın olarak uygulanan bir ritüel idi.

İsa hikayelerinde kullanılan pek çok simge ve anlatım doğrudan Dionysos mitinden alınmıştır örneğin;

Mat 21:1-2 “Kudüs'e yaklaşıp Zeytin dağının yamacında bulunan Beytfacı köyüne geldiklerinde İsa, öğrencilerinden ikisini şu sözlerle köye gönderdi: «Karşınızdaki köye gidin. Hemen orada bağlı bir dişi eşek ve yanında bir sıpa bulacaksınız. Onları çözüp bana getirin.”

İsa İncil’deki hikayeye göre, Kudüs’e eşek üzerinde, “zafer” içinde ölümüne giderken resmedilir, mite göre Dionysos da aynı İsa gibi ölümüne eşek sırtında gitmiştir, (J. Harrison: “Prologemena to the study of Greek religion”) eşek simgesinin bazı sembolik anlamları vardı bu nedenle gizem kültleri arasında yaygın olarak kullanılan bir figürdü eşek insanın hayvani doğasını simgelemekte, onun üzerine binmek de “hayvani doğaya hükmediş/hayvani doğanın alt edilmesi” anlamlarına geliyordu.(J. Harrison: “Prologemena to the study of Greek religion”)

İsa’nın ölmesi ve dirilmesi, İncil’in özünü ve temel öğretisini oluşturmaktadır, Dionysos da aynı İsa gibi, çarmıhta veya bazı hikayelere göre bir ağaçta can vermişti, Titianlar tarafından yok edilmiş ve yenmişti, gömüldükten sonra dirildi ve “göğe yükseldi” kilise babası Justin Martyr’ye göre bu benzerlikler çok rahatsız edici ve “şeytani” idi.!

İsa’nın İncil’de şöyle der:

Yu 4:14 “Oysa benim vereceğim sudan içen sonsuza dek susamaz. Benim vereceğim su, içende sonsuz yaşam için fışkıran bir su kaynağı olacak.”

Dionysos da izleyenlerine 2 “su kaynağı”ndan bahsetmişti, biri yer altı dünyası Hades’ten gelen su kaynağı, diğeri ise sonsuz yaşam veren su kaynağı...İncil’deki bu ayet de, Dionysos gizem kültünün kurtuluş sembolizminden İsa’ya uyarlanmıştır.

Dionysos’a sarmaşıktan yapılı bir taç verilmişti ve mor bir cüppe giymiş olarak simgelenirdi İsa hikayesinde sarmaşıktan taç “dikenli” taca dönüşmüş, mor cüppe ise aynı kalmıştır:

Mar 15:17 “O'na mor renkte bir giysi giydirdiler, dikenlerden bir taç örüp başına geçirdiler.”

3) HRİSTİYANLIĞA DİREKT ETKİ EDEN GİZEM KÜLTÜ: MİTRAİZM

Mitraizm inanışının kökeni çok eskilere dayanmaktadır, “Mitra” ifadesi ilk olarak, MÖ 1800 veya daha da eskiye ait Hindu kutsal kitabı Rig-Veda’da geçer, Rig Veda yazıya geçirilmeden önce binlerce yıl boyunca devam eden sözlü gelenekle babadan oğula aktarılıyordu dolayısıyla Mitra’nın kökeni için MÖ 3000 tarihini veren bilim adamları vardır Çeşitli araştırmacılar tarafından, Hinduizm dininden Perslere (Zoroastrianism/Zerdüştçülük) oradan da Roma’ya geçtiği söylenmektedir, Romalılar, Mitraizmi kabul edip benimsediklerinde ona sembolik manaları anlatmak için bilinçli olarak, Pers Mitrasında olmayan özellikler de yüklemişlerdi, onu “ölü dirilen kurtarıcı Tanrı” yapmışlardı.(Bu özellik yalnızca Roma Mitraizminde mevcuttur)


Roma Mitrası da (Pers değil) aynı İsa gibi bir mağarada, 25 Aralık’ta, bakireden doğmuştu.(Pers kaynaklı bazı versiyonlarında “kayadan” doğduğu da söylenir)

Mitra’nın kayadan doğduğu belirtilen versiyonlarında “kayadan gelen Tanrı” (Theos ek Petras) olduğu söylenirdi, takipçileri, kurtarıcı Tanrı Mitra’nın doğduğu bu kayadan çıkan “ruhsal” suyu içmeye çalışırdı aynı hikaye İsa’ya şöyle uyarlanmıştır (Arthur Weigall, “paganism in our christianity, p129):

1Ko 10:4 “Hepsi aynı ruhsal içeceği içti. Artlarından gelen ruhsal kayadan içtiler, ve o kaya Mesih'ti.”


Mitra aynı zamanda bir “güneş” Tanrısı idi, güneş tanrısı olarak takipçileri tarafından “Light of the World” (Düyanın ışığı) olarak bilinirdi.

İncil’de aynı lakap, İsa’ya uyarlanmıştır:

Yu 8:12 “İsa yine halka seslenip şöyle dedi: «Ben dünyanın ışığıyım. Benim ardımdan gelen, asla karanlıkta yürümez, yaşam ışığına sahip olur.”


Mitra şöyle der:

“Bedenimden yemeyecek ve kanımdan içmeyecek böylece benimle bir olmayacak kişi kurtarılmayacak kişidir” (J. Godwin “Mystery religions in the ancient world” 28)

Bu ifade Yuhanna İncili’inde İsa’ya şöyle uyarlanır:

“ Bedenimi yiyenin, kanımı içenin sonsuz yaşamı vardır ve ben onu son günde dirilteceğim. Çünkü bedenim gerçek yiyecek, kanım gerçek içecektir. Bedenimi yiyip kanımı içen bende yaşar, ben de onda." (Yuhanna 6:53-56)

Mitra bir yazıtta şöyle der:

“Ölümsüz kanıp döküp bizi kurtardın” (R. Turcan “Cults of the Roman Empire” 226)

Aynı ifade, “İsa’nın bizim için döktüğü kutsal kanıyla kurtulduk” şeklinde İncil’de hayat bulur.

Aynı İsa gibi, Mitra da öldükten sonra göğe yükselmiş, ve yine aynı İncil’de anlatıldığı gibi, ölüleri yargılamak, diriltmek ve hüküm vermek için ikinci defa döneceği söylenmişti.(F. Cumont, “The Mysteries of Mitras” 146)

Esi 5:6 “Dört yaratığın ve ihtiyarların çevrelediği tahtın ortasında boğazlanmış gibi duran bir Kuzu gördüm. Kuzu'nun yedi boynuzu ve yedi gözü vardı. Bunlar, Tanrı'nın bütün dünyaya gönderilmiş yedi ruhudur.”

“Boğazlanmış kuzu” imgesi Mitra taraftarlarının aşina olduğu bir imgeydi, ve Mitra’nın “yedi ruhunun tek bir bedende görünümü” kabul edilmesi, İncil’de İsa’nın/kuzunun yedi boynuzu, yedi göz ve yedi ruhu olarak uyarlanmıştır. (Arthur Weigall: paganism in our christianity” page 131, 132)


Kilise babalarından Justin Martyr, “apology” yazılarında hristiyanlığın Mitraizme olan beznerliğini inkar etmiyordu ancak ona göre bu beznerliğin nedeni “şeytan” idi! Şeytan hristiyanlıktan önce dinleri, hristiyanlığa benzetmeye başlamıştı! (1. Apologia 66, 4) Günümüzde ise bu komik savunma tabi ki işe yaramamaktadır.

TESLİSİN PAGAN KÖKENİ

Hristiyanlığın (ortodoks, katolik ve protestanların) önde gelen inançlarından biri de "teslis" inancıdır, hristiyanlara göre üçlübirlik, kendini Baba, oğul ve Kutsal Ruh BENLİKLERİNDE açıklayan tek Tanrı'dır, hristiyanlara göre, Tanrı kendini 3 farklı bilinç merkezinde açıklar, bunlar Tanrı'nın parçaları asla değildir çünkü Tanrı parçalara bölünemez ancak bunlar Tanrı'nın "kişilik"leridir, "bilinç merkezleri"dir, "Baba", enerjideki güce, oğul enerjinin ışığa dönüşmüş haline, Kutsal ruh da yayılan ısıya benzetilir.
Teslis genellikle şu şekil ile açıklanır:

Üçgenin ortasında Tanrı, üstünde baba iki yanında ise oğul ve Kutsal Ruh.Kutsal Ruh ortadaki Tanrı’dır, Oğul ortadaki Tanrı’dır, Baba ortadaki Tanrı’dır ancak baba oğul değildir oğul Kutsal Ruh değildir, ortadaki yere “Madde” yazalım yanlara ve üst kısma da “katı, sıvı, gaz” yazalım, katı maddedir, sıvı maddedir, gaz maddedir ancak katı, sıvı; sıvı da gaz ile “aynı şey” değildir.

Sonuçta anlatılmak istenen üç ayrı tanrı değil de tek Tanrı'ya inandıkları ama bu Tanrı'nın 3 farklı biçimde var olup kendini açıkladığı felsefesidir.(Trinity) Böylece pek çok kültürde görülen (Osiris-Isıs-Horus, Amen-Mut-Khonsu, Khnum-Satis-Anukis..vs gibi) “triteism” inancına yani 3 ayrı Tanrı’ya değil de 3 biçimli tek Tanrı’ya inandıklarını söylerler. Ayrıca, Muhammed’in üçlü birlik ile ilgili bilgileri kulaktan dolma olduğu için ne anlatılmak istendiğini anlamamış, Kur’an’a “Allah üçün üçüncüsüdür diyen kafirdir”, “Sen, beni ve annemi de Tanrılar olarak mı kabul edin dedin?” şeklinde ayetler koymuştur, Muhammed’in hristiyan üçlü birliği hakkındaki bilgi eksikliğini bir kenara bırakırsak, konsept olarak pagan üçlemeleri ile hristiyan “üçlemesi” aynı olsa da, gerçekten de hristiyan üçlemesi diğer pek çok kültürün üçlemesinden, en azından felsefi olarak, ayrılmaktadır.

Fakat bir kültürün teslisi hristiyanlık teslisiyle nerdeyse aynıdır: TRİMURTİ (Hindu teslisi)

Trimurti üçlü birliği Brahma, Şiva ve Vişnu’dan oluşur, Brahma, Vişnu ve Şiva, ayrı Tanrılar DEĞİL, tek Tanrı’nın farklı VAROLUŞ HALLERİDİR! Brahma yaratılışı, Vişnu koruyuculuğu Şiva ise yok edilişi simgeler, Tek bir Tanrı vardır ancak bu Tanrı 3 farklı halde “işler”.Bu haliyle Trimurti, hristiyan Trinity’sinin (üçlü birliğinin) neredeyse aynısıdır! Bazı hristiyan apologistler (Apologist: “hristiyanlık savunucusu”) bunun farkına varmış ve Trimurti’nin gerçekten de hristiyan üçlü birliğine çok benzediğini kabul etmişlerdir ancak şöyle derler “En eski Trimurti simgesi, hristiyanlıktan sonra 4. ya da 5. yüzyıla aittir” Bu ifade kısmen doğrudur gerçekten de en eski Trimurti (üç başlı gösterim) kalıntıları hristiyanlığın doğuşundan sonradır ancak bu, Trimurti inancının hristiyanlıktan çok daha eski olduğu gerçeğini değiştirmez çünkü hristiyanlıktan en az 400 yıl öncesine tarihlenen Hindu kutsal metinleri Trimurti anlayışından bahsetmektedir!
Örneğin daha “geç dönem” upanişadlarından olsa da, hristiyanlıktan en az 400 yıl öncesine tarihlenen Maitri (Maitrayani) Upanişad’ı, Brahma, Vişnu ve Şiva’nın; Brahman’ın farklı HALLERİ, GÖRÜNTÜLERİ (aspect) olduğunu söylemektedir!
LOGOS’UN PAGAN KÖKENİ

Yu 1:1 “Başlangıçta Söz (Grekçe: “Logos”) vardı. Söz Tanrı'yla birlikteydi ve Söz Tanrı'ydı.
Yu 1:2 Başlangıçta O, Tanrı'yla birlikteydi.
Yu 1:3 Her şey O'nun aracılığıyla var oldu, var olan hiçbir şey O'nsuz olmadı.
Yu 1:4 Yaşam O'ndaydı ve yaşam insanların ışığıydı.”

“Logos” ifadesi ve onun, bir kişinin (İsa’nın) “somut” hali olması yahudiliğe tamamen yabancı olan, pagan felsefesine ait bir ifadedir, ilk defa Heraklitus tarafından kullanıldığı sanılmaktadır, Tanrı’nın aracılığıyla evreni yarattığı ilk düşüncesi anlamına gelir, pagankaşmış, Hellenistik Philo tarafından da kullanılmıştır

Pagan Orpheus şöyle der: “Logos’u Tanrısal olarak görün, yaşamın dar yolunda iyi yürüyün” (İskenderiyeli Clement’in alıntısı)

Hermes Trimegistus (“üç kere kutsal Hermes”) aynı İncil gibi, logos’u “Tanrı’nın oğlu” olarak adlandırır. “Akıldan gelen, ışık veren söz, Tanrı’nın oğludur”

MÖ 6. yüzyılda yaşamış Heraklitus şöyle der: “Baba ve oğul aynıdır” (“Orpheus and Greek religion” W.K. Guthrie 227) Aynı ifade İncil’de İsa’ya şöyle uyarlanmıştır:

Yu 10:30 “Ben ve Baba biriz.”

İncil yazarları İsa ile Baba’nın aynı olduğunu anlatmak için hem Baba, Tanrı’nın oğlu gibi kavramları hem de “logos” doktrinini paganlardan almışlardır

Logos ile ilgili bütün bu örnekler, İncil’deki çoğu felsefi düşüncenin ve ifade tarzının tamamen Yunan Paganizmine ait olduğunu göstermektedir.

Diğer Pagan etkilerinden birkaçı:

Yahudi Şabat günü ve geleneği, hristiyanlar tarafından terkedilmiş, bunun yerine Yunan Pagan Tanrılarının “ölümden dirilme” günü olan Pazar günü kutsal sayılmıştır, Pazar günü, hristiyanlıktan önce Greko-Romen Pagan dünyasında “güneş festivali” olarak kutlanmaktaydı örneğin Pazar günü, Mitra’nın günü olarak kutlanıyordu “Dominus Lord’un günü” şeklinde ifade edilen Pazar günü hristiyanlar tarafından “Lord’s day” olarak İsa’ya uyarlanmıştır

Peki bu pagan inanışlarının, felsefelerinin ve ayinlerinin İsa’ya uyarlanarak “yahudiliğin devamı” şeklinde lanse edilmesinin amacı neydi? İlk Gnostikler kimdi?

MÖ 300 ve MS 100 arasında Terapeutae ve Esseniler gibi “gizemli” ve hellenistik yahudi grupların olduğunu biliyoruz bu grupların önceden beri Yunan/Pagan gizemlerini bir şekilde yahudi inancıyla uzlaştırma uğraşında olduklarını gösteren pek çok kanıt vardır; örneğin Diaspora yahudileri pagan ruhsallığına oldukça ilgi duyan bir topluluktu, Yahudiler, Paganlar tarafından pek çok kez fethedildi, MÖ 2. yüzyılda kültürel asimilasyon en üst noktasına ulaşmıştı, Kudüs’te Dionysos Yahudilerin Tanrısı ile ilişkilendirilmeye başlamıştı (Hengel M. “Jews Greeks and the Barbarians”, 71), Yahudi filozoflar pagan bilgelerden aldıkları felsefelerle kendi kutsal yazılarını yorumlaya başlamıştı, Yahudi bilgeleri, kendi dinlerini başka dinlerle uzlaştırmaya çalışıyordu, hatta çeşitli Hellenistik Yahudi kitaplarının dahi türediği bilinmektedir, Enok’un kitabında pek çok pagan motif kullanılmıştır, Aristes’in mektubu isimli yahudi metninde Zeus ile Yehova “bir” olarak gösterilmiştir! Hellenistik Yahudiler orijini itibariyle daha çok bir kabile Tanrısı olan Yehova’yı Platon’un felsefeleleri ışığında yeniden yorumluyordu.Pek çok yahudi, kendi anadillerini ve kültürlerini dahil terkederek Yunanca’yı benimsemişlerdi.

Sonuç olarak Yahudi toplumu İskenderiye’de karşılaşmış olduğu yüksek pagan kültürünün etkisine girmekten kurtulamamıştı.

İlk Gnostikler, hellenileşmiş mistik yahudilerden başkası değildi, İsa mitini de bütün bu “uzlaştırma” çabaları içinde Pagan gizemleri ile Yahudi dinini “uyumlu” hale getirmek için oluşturmuşlardı böylece hem “yahudilik” inkar edilmiyor, yeni oluşturulan din “yahudiliğin devamı, tamamlanması” şeklinde lanse edililiyor, hem de Yahudi kitaplarında beklenen Mesih, İsa miti aracılığıyla Pagan Tanrılarına dönüştürülüyordu başka bir deyişle mistik Pagan gizemleri, Yahudiler için “ulaşılabilir” hale getiriliyordu. İncil’de İsa’nın “yahudi” kökenini gösterebilmek için, uzun soy ağaçları (çelişkili) verilmektedir böylece onun “yahudilerin beklediği mesih” olduğu gösterilmeye çalışılır ancak bir taraftan da onun aslına Davud’un oğlu olduğu gibi bir de “TANRI’NIN OĞLU” olduğu, öldüğü ve ölümden dirildiği göğe yükseldiği belirtilir bu şekilde de Pagan gizemleri yahudi kılıfına sokulmuş bir biçimde öğretilmeye çalışılır böylece pagan Tanrıları gizemleri, yahudiler için hazır hale gelmiştir.

Gnostiklerin çeşitli ruhsal gizemleri yahudilere daha kolay anlatabilmek için oluşturduğu İsa miti, sonrasında pek çok farklı ve birbiriyle çelişen hristiyan ekollerinin doğmasına sebep olmuştu ancak mistik bireyci gnostikler yerine, gnostiklerin hazırladığı miti daha sonra “tarihsel” olarak kabul eden literalistler kazanan taraf olmuştu
 
ziberkan Çevrimdışı

ziberkan

Super Moderator
Ynt: Dinler Tarihi

Gnostisizm
Hıristiyanlıkta bir akım. Bilinircilik de denir. Yunanca gnostikos (bilgiye sahip insan) sözcüğünden türetilmiştir. Tanrısal, mutlak bilgiye bir anlık aydınlanmayla, sezgiyle ulaşılabileceğini ileri süren bir dinsel akım. İlk çağ Yunan felsefesi ile Hıristiyan dininin görüşlerini kaynaştırmaya çalışan, felsefeciler tarafından milatttan sonra I. ve II. Y.y' larda oluşturulmuştur.

Bu akımın savunucuları, dinlerin mutlak bilgiyi sağlamada yetersiz oldukları görüşündedirler. Bu nedenle de Hıristiyanlar tarafından sapık bir tarikat olarak görülürler. Çünkü onlar için saltık bilgi, dinsel bilgilerin çok üstünde bulunan kurgusal bilgilerdir. İsa' nın Tanrı' nın oğlu olduğu, doğduğu ve büyüdüğü, çarmıha gerildiği ve bunun gibi Hıristiyan inaklarını (dogmalarını) yadsırlar. Onlar için İsa düpedüz insandır.

Gnostisizmi savunan felsefeciler gerçekte de dar bir tarikat yaşamı sürdürürler ve çileciliği savunurlar. Temel inanç esasları ve ibadet şekillerinde gnostizmin hakim olduğu dinlerde bulunmaktadır. Bunlar; Sabiilik, Manihezim ve Hermetisizm' dir.

Gnostismin başlangıcı konusunda bir çok görüş ileri sürülür. Başta çeşitli kilise babaları olmak üzere, bir çok Hıristiyan yazar gnostisizmi Hıristiyanlık içerisinden kaynaklanan bir heretic olarak değerlendirmiş ve Simon Magus'u bütün sapkınların babası olarak görmüşlerdir. Ancak gnostisizm hıristiyanlık öncesi dönemlerden itibaren var olan bir gelenek olması gerçeği görülerek, bu görüş bir çok bilim adamı tarafından eleştirilmiştir.
Gnostisizmin İran, Eski Yunan, Eski Mısır, Babil ya da Yahudilik kaynaklı olabileceği çeşitli teoriler bulunmaktadır. Gnostisizmin temel öğretileri arasında ışık ve karanlık ya da iyilik ve kötülük arasındaki düalizm (ikicilik), maddi evrenin -ve bedenin- kötülüğü, demiurg düşüncesi (bkz sözlük), ruhun ilahi evrene ait olup süfli (bayağı, aşağılık) yeryüzünde beden içerisinde hapishane hayatı sürdüğü kurtuluş için dünyevi olan her şeyden uzaklaşmak ve bunun neticesinde gnosis'e ulaşmaktır.
 
ziberkan Çevrimdışı

ziberkan

Super Moderator
Ynt: Dinler Tarihi

Hinduizm (Brahmancılık)
Hinduizm çok kapsamlı ve geniş bir dindir. En üstte bulunan Realite'ye tapar ve bütün insanların er geç gerçeği fark edeceğini belirtir. Ebedi bir cehennem ve lanetlenme diye bir şey yoktur. Tek tanrıcılıktan tanrıya inanan düalizme kadar bütün ruhsal yolları kabul eder.

Her varlık kendi yolunu seçmekte özgürdür; bunu ister duayla, ister inzivayla, ister meditasyonla yapar, isterse fedakârca davranışlarla. Tapınaklarda tapınmaya, kutsal metinlere ve guru disiplini geleneğine önem verir. Dinsel bayramlar, haç, kutsal ilahiler ve evlerde tapınak uygulanan geleneklerdir.

Hindu yolunu sevgi, şiddetten kaçınma, iyi davranışlar ve doğruluk yasası tanımlar. Bütün karmalar temizlenene, Tanrı fark edilene kadar her varlık yeniden bedenlenir. Muhteşem kutsal tapınakların, Hindu evindeki huzur dolu dindarlığın, metafizik ve yoga bilimin önemi büyüktür
Hinduizm mistik bir dindir. Bu dinde olan kişiyi iç varlığındaki Gerçeği kişisel olarak tecrübe etmeye, sonunda insan ile Tanrı'nın bir olduğu şuurun zirvesine ulaşmaya teşvik eder. Hinduizm, dünyanın en eski dinidir. Başlangıcı belli değildir ve kayıtlı tarihten öncesine kadar uzanır. Belli bir kurucusu yoktur. Mezhepleri: Saivizm, Sahtizm, Vişnaizm ve Smartizm'dir.
Vedik dönemde doğanın fırtına, şimşek veya yangın gibi yıkıcı felaketlerinin kişileştirilmiş tanrısı olan Rudra, epik dönemde Şiva olarak adlandırılır. Bu nedenle bu tanrıya Şiva Rudra dendiği de olur. Yok edici niteliğinden ötürü yaratıcı tanrı Brahma ve koruyucu tanrı Vişnu ile birlikte bir üçlü oluştururlar. AUM ( veya OM ) hecesiyle simgelenen bu üçlüye "trimurti" adı verilir. Şiva'nın dağlarda yaşadığı ve dağların koruyucusu olduğu söylenir. Böylece karısının Parvati ( d.Dağ )ismini almasını anlayabiliriz. Yok edici tanrı olan " Zaman " ile özdezleştirilmesinden ona " zaman " anlamında " Kala " denmiştir ( çünkü zaman herşeyi yok eder ). Ancak bu yokediş işlevi dişil enerjisi, ya da karısına yüklendiği için karısı " Kali " ( d. Zaman ) adını da almıştır. Şiva' nın sembolü erkeklik organı Linga' dır. Alnının ortasında üçüncü gözü vardır. Üçüncü göz korkunç bir yok edici güç taşır. Bir keseresinde karısı Parvati'ye aşk dolu sözler söyleyen aşk tanrısı Kama' yı küle çevirmiştir. Bir keresinde de saygısız konuşmalar yapan Brahma' nın beşinci yüzünü yakarak ano dört yüzlü hale getirmiştir. Şiva meditasyon yaparken saçını topuz yapar, boynunda yılan sarılı haldedir. Şiva' nın elinde Trisula denilen üç uçlu mızrak vardır. Bu kimilerine göre yaratıcı, koruyucu ve yok edici nitelikleri simgelemektedir. Beş yüzlü, dört kollu yakışıklı bir erkektir. Okyanusların çalkalanması sırasında oluşan ve dünyayı tehdit eden zehiri içtiği için boynu zehirin etkisiyle maviye boyanmış, bu nedenle ona Mavi Boyunlu ( Nilakantha ) denmiştir. Başının üstünde hilal taşır. Kaplan derisinden elbise giyer. Binek hayvanı Nina adlı öküzdür. Cenneti Kailasa dağlarının doruklarındadır. Bazen neşe ve sarhoşlukla karısı Devi ile beraber ünlü Tandava dansını yapar. Bu sırada ayağıyla cehaleti ezmektedir
Krişna çobanların arasında doğup büyüdüğü iin çobanların tanrısıdır. Çoban kadınlarından bir çok sevgilisi vardır. Onun en üstün tuttuğu sevgilisi karısı Radha' dır. Bir çok yerde yanında Radha ile flüt çalar halde resmedilir. Adı " Kara " anlamına gelir. Sanskrit dilinde " avatara " tanrının dünyada insan olarak bedenlenmiş halidir. Tanrı Vişnu' nun on avatara' sı vardır. Bunlardan biri de Krişna' dır. Krişna' nın ünlü Hint destanları Mahabbarata ve Harivamsa ' da ki kahramanlıkları saymakla bitmez !.. Mahabbara' taya sonradan eklenmiş olan Bhagavadgita temel olarak destanın güçlü ve cesur kahramanı olan Arcuna' nın sorularını cevaplar. " Tanrısal Şarkı " anlamına gelen bu kutsal eserde Krişna bütün evrani yaratanın kendisi olduğunu, herşeyin kendi için yer aldığını, insanlardaki varlığın da aslında kendisi olduğunu açıklar. Savaştan çekinen Arcuna' ya cesaret vererek başlattığı konuşmasını, felsefesini açıklayarak sürdürür. Bir yerde " Arcuna, bütün bu işler beni bağlamaz, sanki bu işlerde yabancıymışım gibi tamamen bağımsız olarak otururum " diyerek dünyada dönen işlere karışmadığını söyler. Ayrıca " bak şu dünya, ruh gölgelerinin hilesi altında, her zaman var olan ben olduğum halde, beni beni bilmeden nasılda döner ve " Tanrı dünyadaki canlıların faaliyetlerini, iş yapıcılığını ve bu işlerin sonuçlerını belirlemez, ama doğanın işleyişi devam eder " gibi sözler söylerek tanrısal yönünü de gösterir
 
ziberkan Çevrimdışı

ziberkan

Super Moderator
Ynt: Dinler Tarihi

Hitit İnanç Sistemi ve Hitit Tanrıları


Kültürlerin bir parçası olan din, tarihin her döneminde, insanoğlu için önemli bir yere sahip olmuştur. Hitit dini incelendiğinde, farklı etnik kökenlere ait birçok öğenin bir araya gelmesi ile oluşmuş bir kültür mozaiğiyle karşılaşılır. Hitit kültürünün bir parçası olan inanç sistemi de pek çok değişik öğenin birleşmesinden oluşmuştur. Hint-Avrupalı bir toplum olan Hititler kendilerine ait kültür öğelerinin yanı sıra tanıştıkları yeni kültürlerden, bünyelerine uygun gördükleri pek çok unsuru kabul etmişlerdir. Böylece dinsel görüşleri de ilkelden başlayarak gittikçe karmaşıklaşmış, Eski Hitit Dönemi'ne ait metinlerde geçen birkaç tanrıdan oluşan tanrılar topluluğu, İmparatorluk Dönemi'nde sayı olarak artmış ve bunun sonucu olarak tanrılar topluluğu oldukça kalabalık olan bir dine sahip olmuşlardır.
Çok tanrılı dinlerde sular, gökyüzü, toprak, ay, güneş gibi daha birçok unsur ilahlaştırılmıştır. Hitit inanç sisteminde de bunun gibi doğa unsurları ayrı ayrı tanrılar ile temsil edilmiştir; Güneş Tanrıçası, Gökyüzü/Fırtına Tanrısı, Kırların Koruyucu Tanrısı gibi. Bu noktada "Hitit dininin, başlangıçta bir doğa dini mi" olduğu sorusu akla gelmektedir.
Başkent Hattuşa'da bulunan din adamları resmi bir pantheon (tanrılar topluluğu) oluşturmuşlardı. Bir devlet dini olarak karşımıza çıkan Hitit dininin uygulamalarında, Hitit sivil halkının katılımının olmadığı anlaşılmıştır. Hitit dininin pratiğinde halka yer verilmiyordu. Bunun en iyi anlaşıldığı uygulamalar bayram törenleridir. Tabletlerde, törenlere katılan pek çok tapınak ve saray görevlileri, kral, kraliçe ve aileleri, ülkelerin beyleri, yabancı ülke diplomatları dışında halkın bu törenlere iştirak ettiklerine dair bir ifade bulunmamasının yanı sıra bunları seyrettiklerine ilişkin bir anlatım da yoktur.
Hitit dinindeki çeşitliliği en iyi şekilde geniş pantheonlarında görmekteyiz. Hititlerin kendilerini, "bin tanrılı" olarak tanımladıklarını günümüze ulaşan tabletlerden öğrenmekteyiz. Hitit tanrılarını etnik kökenlerine göre gruplamak, inanç sistemlerinin temelini oluşturan bu çeşitliliğin daha iyi anlaşılmasını sağlayacaktır; Hint-Avrupalı (Hitit-Luwi-Pala), Asianik (Hatti-Hurri-Sümer), Indo-Ari (Eski Hint), Semitik (Assur-Babil) tanrılar.

Hitit tanrılarının isimleri Hattice, Hurrice, Sümerce olmasına karşın söz konusu tanrının işlevi ve niteliği değişmemektedir. Örnek vermek gerekirse, Hitit pantheonunun baş tanrısı olan Fırtına Tanrısı'nın Hattice adı Taru, Hurrice adı ise Tesup'tur.

Hititler tanrıları ile nasıl bağlantı kuruyorlardı? Onların neler istediklerini nasıl bilebiliyorlardı ve kendilerini tanrılara nasıl ifade ediyorlardı? Semavi dinlere ve hatta Hinduizm'e baktığımızda, insanlara gönderilen bir kutsal kitap ve tanrı ile insan arasında bir köprü oluşturan peygamberlik kavramlarını görürüz. Hitit dininde ve hatta pek çok Anadolu ve Mezopotamya dinlerinde, böyle bir aracının olmadığı, ancak rahip ve rahibeler gibi din görevlileri dışında tanrılara yakınlığı ile bilinen kişiler olduğu, okunan çivi yazılı metinlerden anlaşılmaktadır. Bu noktadan hareketle, tanrıları ile yakınlaşacakları, onlara hizmet edecekleri, onlardan kendileri ve ülkeleri için isteklerde bulunacakları bir uygulamaya ihtiyaçları olduğunu düşünebiliriz. Herhalde, büyük bir itina ile düzenledikleri bayram törenleri, tanrılar ile iletişim konusunda önemli rol oynamaktaydı.

Hattili Tanrılar
Fırtına Tanrısı & Güneş Tanrıçası/Arinna'nın Güneş Tanrıçası: Taru & Wuruşema
(Hitit pantheonun baş tanrı çifti)
Oğulları: Telipinu (tarımla uğraşan, tahılların büyümesini sağlayan ve bereketliliği temsil eden tanrı) ve karısı Hatepinu, Nerik kentinin Fırtına Tanrısı ve Zippalanda kentinin Fırtına Tanrısı
Kızları: Mezulla
Torunları: Zintuhi

Yeraltı Tanrıları: Lelwani, İşduştaya, Papaya
Savaş ve Salgın Hastalıklar ile
Veba Tanrısı: Şulinkatte
Savaş Tanrısı: Wurunkatte
Büyü ile ilgili tanrıça: Katahzipuri

Hitit inancına göre, tanrılar tıpkı insanlar gibi yaşamakta, yiyip içmekte, aralarında kavga etmekte, birbirleri ile evlenmekte ve çocuk sahibi olmaktadırlar.Hititlerin tanrılarını kendileri gibi düşündüklerini en iyi biçimde Boğazköy (Hattuşa)'de yer alan Yazılıkaya açık hava tapınağında görmek mümkündür. Boğazkale'nin yaklaşık 2 km. kuzeydoğusunda kalker kaya sivrileri arasında yer alan iki doğal kaya odasını Hititler, kült törenlerini yerine getirmek için kullanmışlardı. Bu kutsal alanın kaya yüzeylerine usta bir işçilikle yapılmış sahnelerde yer alan tanrılardan; erkek tanrıların çoğu ucu sivri, konik biçimde ve boynuzlarla donatılmış bir külah giydikleri görülür. Külahlarında yer alan boynuz sayısının çokluğu tanrının rütbesinin yüksekliğini gösterir. Üzerlerinde beli kemerli kısa etek ve ayaklarında uçları yukarı doğru kıvrık ayakkabılar vardır. Tanrıçalar ise, başlarında şehir surunu andıran silindirik başlık ve üzerlerinde yerlere kadar uzanan beli kemerli ve pilili etek, bluz ve pelerin ile betimlenmişlerdir. Tanrıları, beraberlerinde yer alan kutsal hayvanları, atribüleri ve hiyeroglif yazıtlar aracılığıyla tanıyabilmekteyiz. Anadolu'da Boğazköy dışında, imparatorluğun egemenlik alanını işaret eden bazı yerlere dönemin Hitit kralı tarafından yaptırılan kaya kabartmaları bulunmaktadır. Örneğin; Adana'da Sirkeli anıtı, Kayseri'de Fraktin kabartması ve Konya'da Hatip anıtı gibi. Bunların üzerinde yer alan kral, kraliçe ya da tanrı betimleri ile beraber görülen hiyeroglif yazıtlar, kaya anıtının kesin tarihini ve dolayısıyla kabartmada betimlenen kral ya da kraliçenin kimliklerinin belirlenebilmesi açısından son derece önemlidir.

Hitit inancına göre insan gibi düşünülen tanrıların bir de yaşadıkları evleri olmalıydı. Hitit metinlerinde Ékarimmi-/ Ékarimna- ve Sümerce'den alınan É. DINGIR, "tapınak" kelimesi için kullanılmaktaydı.Halka açık bir tapınma yeri olmayan tapınak yapılarının özel bir odasında, tanrıyı simgeleyen bir de heykel bulunmaktaydı. Bu heykel her gün belirli bir törenle temizlenmekte ve tanrıya sunulmak üzere, onu temsil eden heykelinin önüne, kurbanlar konulmaktaydı.Tapınağın bu en kutsal mekanlarına bazı rahipler ile kral ve kraliçe dışında kimse giremezdi. Hattusa, tam anlamıyla bir tapınaklar kentidir. Özellikle IV. Tuthaliya döneminde, kentte mimari açıdan büyük bir hareketlilik yaşanmıştır ve bu da daha çok dini mimariye yansımıştır. Bunun sonucu olarak da Yukarı Kent, baştan başa tapınaklar ile dolmuştur.
Hurrili Tanrılar
Fırtına Tanrısı & Güneş Tanrıçası: Tesup & Hepat
Oğlu: Sarruma

Çift cinsiyetli tanrıça: Sausga (Koruyucu tanrıça işlevinde gördüğümüz Sausga, bazı kaynaklarda sağ elinde bir kap tutan kanatlı bir kadın, bazı kaynaklarda ise sağ elinde balta tutan bir erkek olarak görülür)

Hitit Tanrıları
İlk Hitit belgelerinden biri olan Anitta metninde "bizim tanrımız" olarak bahsedilen tanrı Siu, daha sonra Hititçe metinlerde genel olarak "tanrı" anlamına gelen bir kelime olarak kullanılmıştır.
Işık Tanrısı: Siu
Tahıl ve Hububat Tanrısı: Halki
At üzerindeki Tanrı: Pirwa
Tanrılaştırılmış Gün: Siwat
Tanrılaştırılmış Gece: İspant
Diğer Tanrılar
Luwi Tanrıları: Çoğunlukla başkent Hattuşa dışındaki Hitit merkezlerinde tapınım görürlerdi. Adları çoğunlukla sihirle ilgili törensel eylemlerde geçerdi.
Hint Tanrıları: İndra, Mitra, Varuna, Nasatya.
Personel ve Yönetmelik

Hititlerin yaşamlarında oldukça önemli bir yere sahip olduğu anlaşılan bu "bin tanrılı" dinin icrasında, ne denli büyük bir organizasyonun gerektiğini düşünebiliriz. Çünkü dinsel faaliyetler içinde daha önce belirttiğimiz bayram törenleri dışında; kehanet, fal, dua, ölü gömme merasimleri gibi daha birçok işlevin eksiksiz ve doğru bir şekilde yerine getirilmesi gerekmektedir.
Tapınakların ekonomik gücünü sağlayan tarım işçilerinin, sanatkârların; rahip ve rahibelerin; tanrılara törenler sırasında sunulan tüm yiyecek ve içeceklerden sorumlu olan mutfak çalışanlarının görevlerini aksatmaları, ülkeyi tehlikeli bir duruma sokabilirdi. Çünkü, Hitit inancına göre tanrılara hizmet ederken yapılabilecek bir hata tanrıların öfkelenmesine neden olabilir ve bunun sonucunda da ülke zarar görebilirdi. Bu nedenle, tüm tapınak görevlilerinin hizmet, temizlik, güvenlik gibi konularda çalışma talimatlarını içeren enstrüksiyon metinleri hazırlanmıştır.

Bayramlar

Hitit dininin uygulama alanlarından bir olan "Bayramlar" da değişik etnik kökenlere ait unsurları birleştirmiş ve Hititler tarafından tabletlere ayrıntılı bir şekildekaydedilmiştir. Bu yönü ile bayram metinlerini, törenlerin nasıl yapılması gerektiğini gösteren birer enstrüksiyon metni olarak da tanımlayabiliriz.
Belli bir takvime bağlı olarak, yılın değişik dönemlerinde düzenli bir şekilde icra edilen ve büyük hazırlıklar sonucu gerçekleştirilen bayramlar, bolluk ve bereket, verimli yağmurlar, bol mahsul, hayvanların çoğalması, kralın gücünün artması, dinsel temizliğin sağlanması için, tanrıları memnun edecek dinsel törenlerdir. Tanrılara yiyecek ve içecek vermek, onlara kurbanlar sunmak, dinin gerektirdiği gündelik işlerdendi. Bayramlar ise, bunun daha yüksek düzeyde, daha kalabalık bir toplulukla ve daha zengin malzemeyle yapılması demektir.
Ancak Hititler'deki bayram anlayışı ile günümüz bayram kavramı birbirine karıştırılmamalıdır. Hepsi belli bir amaç doğrultusunda ve törensel bir hava içerisinde yapılan bayramlarda uygulanan danslar, müzik icrası, bazı oyunlar ile ziyafetler oldukça neşeli görünmektedir. Bununla beraber, bazı bayramlar daha sade kurban ritüellerini içeren seremoniler halindedir.
Bayram kelimesi tek bir kutlamayı çağrıştırıyor olsa da, Hitit bayramlarının bazılarının kutlanması bir günde tamamlanmaz; içerisinde bir kaç gün süren, çeşitli kentlerde icra edilen ve hatta bir ayı aşan kutlamaların yapıldığı bayramlar vardır. Kutlanması uzun süren bu bayramların kaydedildiği tabletlerin sayısı on ikiyi, on beşi, bazı durumlarda otuz ikiyi bulmaktadır.

Araş Gör. Meltem Doğan-Alparslan
 
Geri
Üst