ziberkan
Super Moderator
Ermeni Kilisesi ve Terör*Erdal İLTER
*Tarih Doktoru, Atatürk Araştırma Merkezi Haberleşme Üyesi
Giriş
Türkiye toprakları üzerinde, Ermenilere siyasî bağımsızlık temini için eskiden beri birçok teşebbüslerde bulunulmuş, fakat bu teşebbüsler her defasında başarısızlık ve hüsranla neticelenmiştir. Bu yolda faaliyet gösterenler, kandırılmış vaadlere kapılarak Ermenileri arkalarından sürükleyenler, daima yabancı güçlerin menfaatlarını temin için çalıştırılan şuursuz birer alet olmuşlardır. Türkiye'yi hedef tutan ve karanlık güçlerin tahrikleri ile yapılan bu hareketlerin başında Ermeni toplumu üzerinde dinî nüfuz sahibi olan bazı katogigosları, patrikleri ve papazları görüyoruz. Bilerek veya bilmeyerek, muhafaza ve himayeye memur oldukları toplumlarını boş bir hayal peşinde koşturan bu şahısların, bu yolda oynadıkları rol çok büyük ve çok ağırdır.
Ermeni Gregoryen (Apostolik) Kilisesi, dinî görevleri yanında, kendisini millî bir otorite ile de mücehhez kılmıştır (teçhiz etmiştir-donatmıştır). Bu sebeple, tarihî süreci içinde Ermeni toplumunun hayatında pay sahibi olduğunu ileri sürerek, aktif bir rol oynamışlardır.
Mezhep ayrılıkları sebebi ile zulmü, dindaşları olan Ortodokslardan gören, Selçuklu İmparatorluğu ile Osmanlı İmparatorluğu dönemlerinde müreffeh bir hayata kavuşan Ermeniler, XIX. yüzyıl sonlarında kiliselerinin riyasetinde teröre başladılar ve kanlı eylemler gerçekleştirdiler. İkibuçuk milyon Müslüman Türk ve Kürt, Ermeni ruhanîlerinin yönettiği terör örgütleri tarafından vahşice katledildi.
Katolik ve Protestan Ermenilere de cephe almış olan Gregoryen Kilisesi ruhanîleri, kendi ırkdaşla-nna karşı da zaman zaman acımasızca davranmışlar, kendi toplumlarını sömürmekten de geri kalmayarak kiliseye ve cemaatlarına yardım için toplanan paraları zimmetlerine geçirebilmişlerdir.
Ermeni ruhanîleri, tutuklanan veya ölen insanlık düşmanı teröristler için törenler düzenleyip, kiliselerini bu işe tahsis etmişler, Ermeni teröristlerin eylemlerini de bilfiil tanımış ve onaylamışlardır.
Ermenilerin, aynı ırktan, aynı dinden ve aynı dili konuşan, belirli bir süre belirli bir bölgede topluca yaşamış, o bölgede cereyan eden olaylara karışmış veya olayları yaratmış bir topluluk oldukları kabul edilmekte ve bu sebeple bir tarihlerinin olduğu ifade edilmektedir. Ancak Ermenilerin tarihinden bahseden ve hemen hepsi ruhban sınıfına mensup olan ilk tarihçilerin birçoğu, Ermeni değildir. Bunlar, tarihlerini kendi dillerinde ya Yunanca veya Süryani dili ve yazısı ile yazmışlardır. Menşe itibari ile Ermeni tarihçileri olarak takdim edilenler ise tamamen kilise mensubu olup, eserlerinde Yunan ve Süryani tarihçilerim takip etmişler, hatta onların eserlerini Ermeniliğe mal etmişlerdir.
Sonradan yazılan Ermeni tarihlerine kaynak teşkil eden en önemli ve eski tarihî metin, Ermeni geleneğine göre, V. yüzyılda yaşadığı iddia edilen ve bir Ermeni rahibi olan HorenTi Movses (Movses Horenatsi)'in eseridir. Fakat bugün, HorenTi Movses'in V. yüzyılda değil, VIII. yüzyılda yaşamış bir tarihçi olduğu ve tarihini de Kitâb-ı Mukaddes hikâyelerine göre tertip ettiği ortaya çıkarılmıştır. Yani,VIII. yüzyıldan önce yazılmış Ermenice bir eserin, hatta kısa bir kayıdın varlığını göstermek mümkün değildir. Öyle ise Ermenilerin kendilerine bir tarih yaratma çalışmalarının, VIII. yüzyıldan itibaren kilise mensupları, rahipler tarafından başlatıldığını söylemek yanlış olmayacaktır. Ermeni kilisesi, tarihi boyunca, mevcudiyetini koruyabilmek için bir kuvvete, bir devlete ihtiyaç duymuştur. Başka bir ifade ile Ermeni devleti fikrini doğuranlar, Ermeni toplumu değil, Ermeni kilisesi ve ruhban sınıfı olmuştur. Van ve Bitlis'te Rus Başkonsolosluğu yapmış olan General Ma-yevvski de, bu gerçeği şöyle ifade etmektedir:"Ermeni ruhanî reislerinin din hususunda çalışmaları hemen hemen yok gibidir. Fakat buna mukabil, millî fikirlerin yayılması hususunda pek çok hizmetleri geçmekte idi."
Ermenilerde bir kilise kültürünün meydana gelmesi, Ermeni yazısının icadı ve İncil'in Ermeniceye tercümesi ile başlamıştır. Tarihçiler, Ermeni kilisesinin Ermeni milletini yarattığında ve onun, Ermeni milletinin ruhu olduğunda müttefiktirler. Ermeni tarihçisi H.Pasdırmacıyan, kilise için "Ermeni Kilisesi, Ermeni milletinin kilise tarafından can verilen ruhunun, yeniden dünyaya gelmek için, yaşadığı vücuttur." demektedir. Ermeni Patriği M.Ormanyan'a göre de Ermeni Kilisesi, "Kayıp ülkenin görünen ruhu" idi.
Daha sonraki çağlarda ise Ermeni tarihi, hemen tamamen Ermeniler tarafından incelenip yazılmaya başlanmıştır. Bu nedenle de, Ermeniler modern tarih anlayışını kendi mazileri ile karıştırmışlar ve onu bir mitoloji hâline çevirerek, yarattıkları Ermeni Panteonu'na sayısız kahramanlar yerleştirmişlerdir. Bu panteon, her neden ise tamamen Türklere katliam uygulayan şahısların adları ile doldurulmuştur.
Ermeni literatüründe Ermenilerin ilk Hristiyan devlet olarak gösterilmesi, abartılı bir durumdur. Tarihî kayıtlara göre, ilk Hristiyan devlet, Urfa (Edessa=Ruha)'da kurulmuş olan bölgesel hükümdarlıktır. Kral Abgar (179-214)'m hükümdarlığı döneminde, Hristiyanlık devlet dini olarak kabul edilmiştir. O hâlde, Ermenileri ilk Hristiyan cemaat olarak gösterme eğiliminden amaç ne olabilir? Şüphesiz bu eğilimin altında, Avrupa'nın Hristiyanlık taassubu ve tarihleri boyunca göçmen olarak yaşayan Ermenilere bir vatan yaratma anlayışı bulunmaktadır. Nitekim, Sevr Antlaşması (1920)'nda ve Lozan Barış Görüşmeleri (1922-1923)'nde bu husus gündeme getirilecektir.
Ermenilere Hristiyanlık, IV. yüzyıl başında bir-Part'lı (İran'lı) olan Gregor (Kirkor) Lusavoriç (302-325) tarafından getirilmiştir. Lusavoriç, nurlandıran, aydınlatıcı anlamlarına gelmektedir. Gregor Lusavoriç, bu nedenle Ermenilerin ilk ruhanî reisi kabul edilmiştir. Gregor, eski mabetleri yıktırarak yerlerine kiliseler kurdurmuş ve Muş'taki Ardaşad şatosunu kendisine ilk dinî merkez yapmıştır. Bu ruhanî makam, 439 yılına kadar Gregor'un oğullarında kalmış, bu ailenin son lideri I.Sahak (387-439)'ın çocuğu olmadığından, bu tarihten sonra dinî liderler, Doğu Kilisesi usulüne uyularak, rahipler arasından seçimle tayin edilmeye başlanmıştır.
Ermeni dinî liderleri kendilerine, Ermenice "Milletin Temsilcisi" demek olan Katogigos (Batı'da Katolikos) unvanını verdiler. Bunlar, dinî liderler olmakla beraber, siyasî işlerde de büyük roller oynamışlardır. Aziz Kirkor (Gregor)'un dini merkez ittihaz ettiği Ardaşad, siyasî nedenlerden dolayı önce Eçmiyazin'e, V. yüzyılda Dvin'e, 901 yılında Ani'ye, 1147 yılında Rumkale'ye nakledilmiştir. Bir ara, Van Gölü'ndeki Akdamar adasına nakledilen Katogigosluk, buradan Ani yakınlarındaki Argina'ya görürülünce, Akdamar Patriği kendisini Katogigos ilân etmiştir. Ermeni Kilisesi Sinod'u bu durumu onaylamasa da Akdamar Katogigosluğu 1895 yılına kadar devam etmiş, son Katogigos Haçarur Çiroyan (1864-1895), 1895'te ölünce yerine kimse seçilmemiş ve Katogigosluk Birinci Dünya Savaşı (1914-1918) sırasında Osmanlı Devleti tarafından ortadan kaldırılmıştır.
Rumkale'deki Katogigosluk ise 1292 yılına kadar burada kalmış, kalenin Memlûklar'in eline geçmesi ile 1292'de Sis'e nakledilmiştir. Kilikya Ermeni Baronluğu, 1375 yılında ortadan kalktıktan sonra da Katogigosluk Sis(Kozan)'de bir süre daha kalmış, sonra Roma Katolik Kilisesi'nin nüfuzuna girdiklerini gören Sinod, Eçmiyazin'e geri gitmek kararı almış, 1441'de bu karar tatbik edilmiş, fakat bu defa Sis'deki Katogigosluk da devam etmiştir. Birinci Dünya Savaşı'ndan sonra Katogigosluk Sis'den Beyrut yakınlarındaki Antilyas'a nakledilmiştir.
Böylece 1895 yılına kadar, Eçmiyazin, Akdamar ve Sis Katogigoslukları olmak üzere üç büyük kilise doğmuş, bunların dışında biri İstanbul'da, diğeri Kudüs'te olmak üzere iki de Patriklik ortaya çıkmıştır.
İstanbul Patrikliği, Osmanlı İmparatorluğu döneminde, Ermenilerin başı durumunda olduğundan, Akdamar ve Sis Katogigoslukları dinî bakımdan kendisinden üstün olmasına rağmen, imparatorluk içinde en kuvvetli dinî lider mevkiinde bulunuyordu. İstanbul Ermeni Patrikliği, bağımsız olmakla beraber, zaman zaman Eçmiyazin Katogigosluğu'nun kontrolü altına girmiştir. Bugün, Ecmiyazin'in dinî nüfuz sahası içinde yer almaktadır
Osmanlı İmparatorluğu döneminde, Erivan bölgesi Ermenileri Eçmiyazin'i, Doğu Anadolu Ermenileri Akdamar'ı, Sis(Kozan), Adana, Maraş, Zeytûn(Süleymanlı), Firnûs, Gürün, Darende, Divrik Malatya, Behisni (Besni), Yozgat, Urfa, Rumkale, Birecik, Nizib, Ayıntab(Gaziantep), Halep, Antakya, Lazkiye, Suriye ve Kıbrıs Ermenileri de Sis'i kendilerine dinî merci tanımışlardı. Eçmiyazin kilisesinin eskiliği ve Katogigosların seçim yolu ile gelmeleri, Ermeniler'in çoğunun o tarafta bulunması sebebi ile bu Katogigosluk diğerlerinden daha çok şöhret bulmuş ve İstanbul Ermenileri de burasını kendilerine merkez tanımışlardı. Ecmiyazin Kilisesi, Ermeniler'in eski dinî merkezi olması sebebi ile, Sis Katogigosu da Ermeni mezhebince kutsal sayılan emanetleri yanında bulundurması ve eski Katogigoslar'ın neslinden gelmesi sebebi ile, birbirlerine karşı üstünlük iddiasında bulunuyorlardı. Katogigoslar'ın, kendi bölgelerinde diğer alt derecedeki ruhanileri seçmek yetkileri bulunmaktadır. Patrikler'in ise böyle bir selâhiyetleri yoktur.
Bugünkü kilise teşkilâtına göre iki Katogigosluk bulunmaktadır: Ermenistan'da Ecmiyazin Gregoryen Katogigosluğu, Lübnan'da Antilyas Gregoryen Katogigosluğu (Kilikya veya Sis Katogigosluğu). Hiyerarşik olarak Ecmiyazin Katogigosu bütün Ermeniler'in dinî lideri olup, nazarî olarak Antilyas Katogigosu'nun üstü sayılmaktadır. Ancak, Antilyas Katogigosu tamamen müstakildir. Bunların yanında iki de Patrikhane mevcuttur. Bunlardan biri, İstanbul Kumkapı Gregoryen Ermeni Patrikhanesi, diğeri Kudüs Gregoryen Ermeni Patrikhanesi'dir. İstanbul'daki patrikhane, Fatih Sultan Mehmed'in emri ve izni ile kurulmuş, Kudüs'deki patrikhane ise Osmanlı yönetimini Yavuz Sultan Selim'in Mısır Seferi sırasında tanımış ve onun izni ile varlığını sürdürebilmiştir.
Ermenilerin büyük kısmının mensup olduğu mezhebe, Ermeni kilisesinin esaslarını kuran Gregor'un adına izafeten Gregoryen denilmiştir. Hristiyan dünyasında Ermeniler'in millî kiliselerine, Ermeni Apostolik (Gregoryen) Kilisesi denilmektedir. Ermeni Kilisesi'ne "millî" sıfatı ise Osmanlı yönetimi tarafından verilmiştir.
Ermeni Gregoryen Kilisesi, Doğu Kilisesi (Ortodoks) içinde yer almaktadır. Bugün, dünyanın birçok ülkesinde Ermeni kiliseleri de bulunmaktadır. Gregoryenler, Ortodoks mezhebi akidelerinden genelde ayrıldıkları için Ermeniler, Gregoryen Kilisesi'nin bulunmadığı yerlerde dinî vecibelerini, Ortodoks Kilisesi'ne giderek yerine getirmektedirler. Bu sebeple, birçok eserde, Ermeni Gregoryan Kilisesi'nin adı Ermeni Ortodoks Kilisesi adı ile de anılmaktadır. Ermeni Ortodoks tabirinden, Ermeni Gregoryen anlaşılmalıdır.
Netice olarak denilebilir ki, Hristiyan Dünyası'nda siyasî platformda ön saflara geçmek isteyen Ermeni Kilisesi, bütün tarihi boyunca terör atmosferini yaratmış ve büyük Ermenistan'ı yaratabilmek için terörist faaliyetlere karşı sessiz kalarak, Ermeni teröristlerin eylemlerini zımnen desteklemişti
Ermenilerin İmparatorluk İçindeki Statüleri ve Dini Gruplar
Türkler ile Ermeniler arasındaki ilişkilerin uzun bir geçmişi vardır. III. ve IV. yüzyıllarda Hunlar ve bazı küçük Türk boylarının Ermeniler ile ilişki içerisinde bulundukları ve bu ilişkilerin Selçuklular döneminde yoğunlaşarak kökleştiği bilinmektedir.
Selçuklular Anadolu'ya geldiklerinde ve burada yurt edinme faaliyetine başladıkları dönemlerde, Doğu Anadolu'da herhangi bir Ermeni siyasî teşekkülü bulunmamakta idi. Selçuklular tarihinin hiçbir döneminde Ermeniler, Bizans'ın yaptığı gibi tehcire tâbi tutulmamışlar, özellikle dinî inanç ve faaliyetlerine hiçbir şekilde müdahalede bulunulmamıştır. Bu sebeple Ermeniler, Türkler'i Bizans'a karşı bir kurtarıcı olarak karşılamışlardır.
Osmanlı-Ermeni ilişkilerinin ise Orhan Bey (1326-1362) zamanında başladığını söylemek mümkündür. 1326 yılında Bursa'yı alarak başkent yapan Orhan Bey, Ermenilerin, Bizans'ın zulmünden korunmaları için Anadolu'da ayrı bir cemaat olarak örgütlenmelerine müsaade etmiş ve Kütahya'daki Ermeni ruhanî merkezini de Bursa'ya nak-lettirmiştir. Fatih Sultan Mehmed'in İstanbul'u fethinden sonra Bursa'daki dinî lider Başpiskopos Hovagim, 1461 yılında yeni başkent İstanbul'a getirilmiş ve bir ferman ile Samatya'daki Sulu Manastır'da Ermeni Patrikhanesi kurulmuş, böylece Ermenilere hürriyet sağlayan idarî ve dinî imtiyazlar verilmiştir. Anılan tarihten sonra Ermeniler, "Millet Sistemi" içerisinde, "Gregoryen Milleti" olarak örgütlenmişlerdi. Mezhep yönünden birlik göstere-memeleri sebebi ile, millî harslarını koruyamamış, Türkleşmiş hatta dil olarak bile Türkçeyi benimsemiş bir topluluk olan Ermeniler, XIX. yüzyıl başlarında "Millet-i Sâdıka" adı ile adlandırılıyorlardı. 1839 yılında Tanzimat Fermânı'nın yayınlanması ile diğer azınlıklar gibi Ermenilerin de Türkler ile aynı haklara ve hatta fazlasına sahip oldukları görülmektedir.
Ermeniler dinî sahada en iyi zamanlarını, 1461-1630 yılları arasında geçirmişlerdir. 1630'dan sonra Osmanlı İmparatorluğu'nun çöküşüne paralel olarak, Ermeniler arasında mezhep kavgaları başlamıştır. Bir kısım Ermeniler, Roma Katolik Kilisesi'ne temayül ederek, 1701-1702 tarihlerinde Katolikliği kabul ettiler. Nihayet 1831'de Fransa elçisinin tavassutu ile, II.Mahmud, Ermeni Katolikleri'ni bir cemaat olarak kabul etti. Böylece bir kısım Ermeni, Osmanlı İmparatorluğu'nda Eçmivazin ve Sis (Kozan) Katogigoslukları yanında, Roma ve Fransa'nın politik koruyuculuğu altına düşmüşlerdi. XVIII. yüzyıl, Ermenilik ruhunun manastırlarda yeniden doğuşu dönemi olarak bilinmektedir. Bu dönemde, entelektüel din adamları yetiştirmek için okullar açıldı. Mihitarist Mikâel Çamçiyan'ın, Venedik'te 1784-1786 tarihleri arasında üç cilt olarak Ermenice basılan,"Ermeni Tarihi", Ermenilerde millî bilinçlenme ruhunu ve hareketini kamçıladı, genel olarak tarih alanında ilgi uyandırdı.
İngiltere de Ermeni cemaatı üzerindeki çalışmalara katılmış, 1840 yılında Kudüs'te bir Protestan Kilisesi inşaası için izin aldıktan sonra, bu kilisenin 1845 yılında hizmete girmesini sağlamıştı. Böylece İngilizler de Ermenilere dinî kanallardan ulaşmayı deniyorlardı. 1846 yılında İngiliz elçisinin muavenet ve himayesi ile İstanbul'da bir "Protestan Cemaatı İdare Hey'eti" teşekkül etmiş ve 1850 yılında da bir ferman ile bunlar "Ermeni Protestan Milleti" olarak tanınmışlardı. Bir müddet sonra, İngiltere'nin ardından, Amerika Birleşik Devletleri (ABD) ve Almanya da devreye girmiş, gönderdikleri Protestan misyonerleri ile, İngiliz Elçiliği'nin de yardımları sayesinde, Protestan mezhebini birlikte yayma çabasına girişmişlerdi.
Böylece, Gregoryen, Protestan ve Katolik Ermeniler, dil ve tarih çalışmalarını başlatarak Osmanlı İmparatorluğu'nun XIX. yüzyılın ikinci yarısında çok huzursuz kılacak olan Ermeni milliyetçiliği duygusuna katkıda bulunacaklardı. 1856 Islahat Fermânı'ndan sonra Ermeniler, valilik, genel müfettişlik, elçilik, hatta bakanlık mevkilerine bile getirilmeye başlamışlardı. 1856 Islahat Fermânı'nın getirdiği vicdan özgürlüğü ilkesi, din ve mezhep propagandası çalışmalarını sürdüren dış güçlerin, Protestan ve Katolik misyonerler aracılığı ile mezhep değiştirmeyi sağlamaya yönelik faaliyetlere hız vermelerine sebep olmuştur. Misyoner okullarında Ermenilere Ermenice öğretiliyor, tarih ve kültürleri hakkında dersler veriliyordu. Ayrıca, pek çok zengin Ermeni aileleri çocuklarını Fransa'ya ve başka Avrupa ülkelerine gönderiyorlardı. Bu gençler orada milliyetçilik fikirleri ile donanıyor ve dönüşlerinde radikal reform taraftarı oluyorlardı. Böylece, misyonerler sayesinde, Ermeniler arasında millî kültürleri ile ilgili bir uyanma göze çarpmakta idi.
Osmanlı İmparatorluğu, emperyalist devletlerin nazarında yıkılacak bir devlet idi. Bu büyük imparatorluğun mirasından her devlet kendisine daha fazla pay alabilmek için akla hayale gelmeyen politik oyunlar icat ediyordu. Bu sebeple, Ermeni milliyetçiliğinin uyanmasında kiliseye en büyük yardımı sağlayacaklardır. İmparatorluğun dağılmasın da çıkarları olsun veya olmasın hepsi de din teması üzerinde durmuşlar, bazıları sırf siyasî amaçlar ile, bazıları da Hristiyan olduklarından sevaba girmek düşüncesi ile Ermenileri desteklemişlerdir.
İngiltere, Protestan faaliyetlerini yönlendirmekle hem Çarlık Rusya ve Fransa'nın imparatorluk içerisindeki çalışmalarını dengelemiş, hem de herhangi bir milletlerarası paylaşma durumunda as lan payını alabilmek için aracı bir zümre (Ermeniler) meydana getirme imkânına kavuşmuş idi. İngiltere, güdümlü bağımsız bir Ermeni Devleti'ni Doğu Anadolu'da, Rusya'ya karşı, Osmanlı Devleti'nden daha sağlam bir set çekeceğini sanarak Ermeniliği bir silâh olarak kullanmaya başlayacaktı.Ancak, Rusya'nın da Ermeni unsuruna, ekonomik, nüfuzunu yaymak için ihtiyacı vardı.
Netice olarak, İngiltere ile Rusya'nın siyasî ve ekonomik nüfuz sahalarını genişletme amaçları başka bir ifade ile, İngiliz-Rus rekabeti, mevcut olmayan bir"Ermeni Meselesi" doğuracaktır. Bu arada, Ermeni Patrikhanesi de, Avrupa devletlerinin ilgisini Ermeniler üzerine çekme faaliyetine başlayacaktır.
İmparatorluk'taki Ermenilere Türklerin Hoşgörüsü
Doğu Anadolu'da kasabalarda sanat ve ticaret, köylerde de çiftçilik ile uğraşan Ermeniler, diğer gayrimüslim unsurlar gibi askerlik mükellefiyetinden serbest bulundukları için servetlerini ve nüfuslarını devamlı olarak artırarak Osmanlı toplumu içinde müreffeh bir tabaka teşkil etmişlerdir. Ermenilerin servet sahibi olarak müreffeh bir cemaat haline gelmelerine şüphesiz, tâbiiyetinde oldukları ve adaletine sığındıkları Osmanlılar'ın sebep olduğu tarihî bir vakıadır. Osmanlı Devleti'nin toprakları üzerindeki gayrimüslimlere karşı adaletli bir yönetim tarzı uyguladıklarında tarihçiler müttefiktirler.
Edmond About,"Türkler, dinî hususta dünyanın en müsaadekâr kavimlerinden biridir." diye yazmaktadır.
Tanınmış Alman Türkoloğu F.Giese de, 1914 yılında "Die Velt Des islam" dergisine (BandII/V Heft 23-24) yazdığı "Türkiye'deki Dinî Müsamaha" hakkındaki makalesinde özet olarak şunları yazmaktadır:
"Tolerans mefhumu, Hristiyan memleketlerinde XVI. yüzyıldaki reformlardan sonra ortaya çıktı, son iki asırda hayli yerleşerek, bilhassa 1848'den sonra herkesçe kabul edildi... Batıda durum böyle iken, Müslümanların Hristiyanlara ve Yahudilere karşı nasıl muamele edeceği, Kur'an'da tespit edilmiştir... Gerçek şudur ki, batıda kilise başka inançtakilere karşı oldukça katı ve müsamahasız davranırken, Müslümanlar kendi ülkelerindeki gayrimüslimlere tam bir tolerans gösteriyorlardı. Bu bir gerçektir ve bu yönden İslâmiyet ne kadar övülse azdır... İslâm hukukunun gayrimüslimlere karşı bu müsamahalı turumu Türkler tarafından da tarih boyunca uygulanmıştır. Hatta, Osmanlı İmparatorluğu'nda zaman zaman Gayrimüslimler için şartlar, Müslümanlarınkinden bile daha iyi olmuştur.
Bugün, Osmanlı Devleti'ndeki Hristiyanlar, Avrupa'dakiler kadar huzur içinde yaşamaktadır. 1897 ve 1907 yıllarında Ermenilere yapılan hareketler bir müsamahasızlığın neticesi olmayıp, büyük devletlerin maşası olarak Osmanlı idaresine karşı ayaklanması ile ortaya çıkmıştır."
Milletlerarası Hukuk Profesörü M.Philip Mars-hall Brown, 1914 yılında yayınlanan "Foreigners in Turkey-their juridical Status" adlı kitabında şöyle demektedir:"En kaçınılmaz gerçek, çok büyük zaferler kazanmış olan Türkler'in, kendiliklerinden ve cömertçe -fethettikleri yerlerdeki unsurlara-devlet için hayatî olmayan ve Müslümanlar tarafından kutsal olduğu kabul edilen konularda, kendi yasa ve âdetlerine bağlı kalmalarına izin vermiş olmalarıdır."
Fransız diplomat ve tarihçisi M.Engelhardt da,"Turkey and the Tanzimat" adlı eserinde, Türkiye'deki Gayrimüslimler'in kendi dinî liderlerinin baskısından rahatsız olduklarını ifade etmekte ve "İllerdeki yönetimin de İstanbul Patriği'ne bağlandığı devirden itibaren (XVIII. yüzyıl), ilişkileri daha sık olan paşaların tutumlarından çok, kendi kiliselerinin, kendi liderlerinin giderek artan zulmüne katlanmak zorunda kalmışlardır." demektedir.
Osmanlı İmparatorluğu'nda kendi dillerini unutan ve Türkçe konuşan Ermenilerin, Avrupa kamuoyunda, Hristiyan Türklerden başka bir şey olmadıkları kanaati bile yer etmiş idi. 1835-1839 yılları arasında Türkiye'de bulunan Helmuth von Moltke İstanbul'da, Osmanlı Başkumandanı (seraskeri)'nın Ermeni tercümanı ve ailesinden bahsederken, Ermeniler hakkında şunları yazıyor: "Bu Ermenilere aslında Hristiyan Türkler demek mümkün, bu hâkim milletin (Türkler'in) âdetlerinden, hattâ lisânından o kadar çok şey almışlar."
XVIII. yüzyıl sonlarına doğru Polonyalı seyyah Mikoşa, Osmanlı İmparatorluğu'nda yaşayan Ermenilerin durumlarını şöyle tasvir ediyordu:"Ermeniler'e, Türkler tarafından, herhangi bir milletten daha çok saygı gösterilmektedir. Onlar, Rumlardan daha geniş bir din hürriyetine mâliktirler." Mikoşa, Ermenilerin,"eski âdetlerini" tamamen unutmuş olduklarını izah ettikten sonra devam ediyor:"Geçmişte kendilerinin ne oldukları üzerinde kat'iyyen düşünmüyorlar...Fikir bakımından bir ihtilâl plânını kavrayabilecek kaabiliyette değildirler... Hatta, Osmanlı Devleti'nin çökeceği günün yaklaşmakta olduğu kendilerine söylendiği zaman, bundan memnun olmadıkları bile görünmektedir."
Mikoşa'nın bu kanaatini paylaşan bir Ermeni ileri geleni olan Mıgırdiç Dadyan da, 1867 yılında kaleme aldığı bir inceleme yazısında Osmanlı rejimine teşekkür etmekte idi. XIX. yüzyılın ikinci yarısındaki Ermeni toplumunu anlatan bu yazısında Mıgırdiç Dadyan, Osmanlı Ermenileri'nin tam bir hürriyet içinde, sosyal kalkınmalarını nasıl geliştirdiklerini şüpheye yer bırakmayan bir şekilde göstermektedir.
Yukarıdaki açıklamalardan da anlaşılacağı üzere Ermeniler, Osmanlı Devleti'nde, bu devleti yaratan Türklerden bile daha fazla haklara sahiptiler
"Ermeni Milleti Nizamnamesi"nin İlanı (1863) ve Sonuçları
29 Mart 1863 tarihinde Ermeni cemaatının Osmanlı İmparatorluğu'ndaki durumunu daha da güçlendiren, onlara bazı ilâve imtiyazlar tanıyan ve kendilerini yönetmeleri konusunda muhtariyet getiren "Nizâmnâme-i Millet-i Ermeniyân" adı ile hazırlanan bir nizâmnâmenin yürürlüğe girdiği görülmektedir. Ermeniler için daha önce mevcut bulunan haklara ilâveten birçok yeni hükümler ihtiva eden bu nizâmnâme, Islahat Fermanı hükümleri uyarınca, yüzyıllardan beri devletin en sadık tebası olarak kabul edilen Ermeniler'e karşı gösterilen bir cemile (iyilik, güzellik) durumundadır. Osmanlı Hükûmeti'nin muvafakati alınarak doğrudan doğruya Ermeni Patrik Meclisleri tarafından hazırlanmış olan bu nizâmnâmede, Ermenilere "devlet içinde devlet", "yönetim içinde yönetim" denilebilecek kadar ölçüsüz imtiyazlar tanınmakta idi. Ermeniler bu "Millet Nizâmnâmesi" ile bir bakıma Ermeni asillerin tahakkümünü ortadan kaldırmak istemişlerdi. Bu dönemde, Gregoryen Ermeniler İstanbul'daki patriklerinin idaresinde 26 Episkoposluk dairesinde yaşıyorlar, çoğunluğu şehirlerde bulunan Katolik Ermeniler ise bir Patrik yönetiminde 13 Episkoposluk dairesi teşkil ediyorlardı. Kagik Ozanvan adlı Ermeni yazar, bu nizâmnâmenin, Ermenilerde ihtilâl ruhunu uyandırdığını ve "Ermeni Meselesi" nin masa üzerine konulduğunu ifade etmiştir.
Babıâli'nin küçük bazı düzenlemeler ile ilân ettiği 99 maddelik "Ermeni Milleti Nizâmnâmesi", Ermeni Patrikhanesi'ne Ermeni cemaatını yönetmede geniş yetkiler tanırken, ayrıca Ermeniler sanki "bağımsız bir milletmiş" gibi, bu cemaata, 140 üyeden müteşekkil bir Genel Meclis (Millî Meclis-i Umumî) kurma imkânı da vermekte idi. Bu kurulan meclisin 20 üyesi İstanbul kilise mensupları arasından, 40'ı taşradan, 80'i ise İstanbul'da ikâmet eden meslek teşekküllerinden seçilecek idi. Daha önce mevcut olan ve 1847 yılında ihdas edilmiş bulunan 14 üyeli Dinî Meclis (Meclis-i Ruhani) ile 20 üyeli Siyasî Meclis (Meclis-i Cismanî) muhafaza ediliyor, ancak bunların seçiminin Millî Meclis tarafından yapılması hükmü getiriliyordu. Patriğin seçiminin de Millet Meclisince yapılması kaydediliyordu. Böylece, "Ermeni Milleti Nizâmnâmesi", genel hatları ile değerlendirildiğinde, Patrik ile yandaşı asiller arasında paylaşılan iktidarın mutlak olmaktan çıkarak, Ermeni cemaatı ile paylaşılması sonucunu doğurmuş ve Ermeni toplumunun yönetime ait kararları, Osmanlı Hükümeti dışında kendisinin alabileceğini ortaya koymuştur.
Ermenilere, buna benzer bir örgütlenme imkânı da, Çarlık Rusya'da 11 Mart 1836 tarihinde çıkarılan "Pologenia Kanunu" ile tanınmıştır. Ancak, buradaki Ermeni teşkilâtlanması, Osmanlı İmparatorluğu içindeki teşkilâta nazaran, daha ziyade Çar'ın bir kuklası durumuna sokulmuştu.
Böylece, Tanzimat ve Islahat reformları ile bütün gayrimüslim tebaaya tanınan hak ve imtiyazlardan yararlanan Ermeniler, bu nizâmnâme ile bir çeşit anayasa haklarına sahip olmuş, bağımsız bir cemaat muamelesi görmeye başlamışlardı. Bu geniş imtiyazlardan faydalanan Ermeniler, teşkilâtlandılar, okullar açtılar, gazete ve dergi çıkardılar. Ermenilerin siyasî ve içtimaî varlıkları üzerinde yeni bir devir açan "Ermeni Milleti Nizâmnâme-si"nden yararlanan Patrikhane, adı geçen Nizâmnâmenin verdiği serbestlik ile muhtariyet için uğraşmaya hız vermişti.
Özet olarak, XIX. yüzyılın son çeyreğine kadar Osmanlı Devleti'nin bir "Ermeni Meselesi" olmadığı gibi, Ermeni tebaasının da Türk yöneticileri ile halledemedikleri bir mesele mevcut değildi.
Ermeni Kilisesi ve Ruhanileri'nin Bağımsızlık Yolundaki Çalışmaları
"Ermeni Milleti Nizâmnâmesi"nin 1863 yılında ilânından sonra Patrikler, daha çok millî ve siyasî cephelerde çalışmaya başlamışlardı. Başka bir ifade ile, "Diplomat Katogigos" ve "Diplomat Patrik" dönemi başlıyordu. Ermeniler, devlet tarafından kendilerine verilen haklara dayanarak, imparatorluk içinde bir "Ruhanî Liderler Ağı" kurma faaliyetine girişeceklerdir. Bu nizâmnâme, Ermenilera muhtariyet için bir adım telâkki olunmuş, Lübnan olayları dolayısı ile vuku bulan Avrupa müdahalesi genişler ise bu müdahalenin kendileri için de faydalı olacağı ümitleri uyanmış idi. Osmanlı İmparatorluğu'nda bağımsız Ermenistan için başlatılan isyanlar (1780-1862 yılları arasında) netice vermemişti. Öyle ise sözde Ermenistan için gayret gerekiyordu.
Üçlü Çete:Mıgırdiç Hırimyan, Nerses Varjabedyan ve Mateos İzmirliyan
Osmanlı İmparatorluğu içinde muhtar bir Ermenistan kurulması düşüncesinin şampiyonu Patrik Mıgırdiç Hırimyan (1869-1873)'dır. 1820'de Van'da doğan Mıgırdiç Hırimyan, 1S54 yılında 34 yaşında iken, Akdamar Kiiisesi'ne Vartabed olmuş böylece kiliseye intisab etmiştir. 1858'de Van'da Varak Manastırı'nda kurduğu matbaada Ermeni bağımsızlığını güden "Van Kartalı", 1863'te Muş'ta St.Garabed Manastırı'nda da "Muş Kartalı" adi gazeteleri neşretmeye başlamıştır. Vaizleri ile dikkati çekmiş olan Hırimyan, 1869 yılında İstanbul'da Ermeni Patriği seçilmiştir. Onun Patrik seçilmesi, uyanmakta olan Ermeni millî menfaatlanın zirveye tırmanması sonucunu doğuracaktır.
Patrik Hırimyan, göreve başlar başlamaz iki esas üzerine çalışmaya başlamıştı:
a. "Ermeni Milleti Nizâmnâmesi"ni tekrar tetkik ve vilâyetlerin arzusuna ve ihtiyaçlarına göre tâdil ettirmek,
b. İstanbul Ermeniliğinin, meclisin ve hükûmetin gözlerini Ermenistan'a çevirmek.
Hırimyan, Ermeni Millî Meclisinde yaptığı bir konuşmasında, "Ben Ermenistan'ın acı çeken bir temsilcisiyim. Benden öncekilerin derman aramak için hükümete ne şekilde başvurduklarını biliyorum. Fakat ben daha etkili, acı bir müdahalede bulunacağım." demişti.
Hırimyan'ın, Ermenileri macera peşinde sürüklemek yolundaki politikasını beğenmeyen ve geleceklerini Türkiye'ye bağlı kalmakta gören banket sarraf ve hükümet memurları ona cephe almışlardı; Nihayet Patrik olarak takip ettiği amacı elde edemeyen Hırimyan, 1873 Ağustos'unda istifa etti.
Yerine geçen Patrik Nerses Varjabedyan (1874-1884)'ın da Hırimyan'ın izinden yürüdüğü görülmektedir. 1876'da II.Abdülhamid tahta geçmiş ve Meşrûtiyet ilân edilmişti. Nerses Varjabedyan, Bulgar Meselesi'ni halletmek için toplanan İstanbul Konferansı (12 Aralık 1876-20 Ocak 1877) sırasında İngiliz Büyükelçisi Henry Elliot'a, eski Patrik Hırimyan tarafından tertip edilmiş olan Osmanlı Ermenileri hakkında yapılan sözde baskıları gösteren bir rapor vermiş, fakat konferansın konusu sebebi ile bu teşebbüsten bir netice alınamamış idi.
Hırimyan zamanında başlayan Patrikhane'nin şikâyet raporları ve müracaatları, Rumeli Hristiyanları meselesinden sonra en şiddetli bir safhaya girecektir. Patrikhane'nin Babıâli'ye ve Avrupa devletlerine verdiği mezâlim raporları, şikâyetnameler tetkik olunduğunda, bunların çoğunun vilâyetlerde meydana gelen basit zabıta olaylarından başka birşey olmadıkları görülür. Patrikhane, bir taraftan sistemli olarak en basit olayı, abartarak hükümete duyururken, diğer taraftan da bunları, siyasî önemli olaylar şekline sokarak Avrupa devletleri temsilcilerine vermekte idi.
1877-1878 Osmanlı-Rus Savası'ndan önce Ermeniler için iki yol görünüyordu:
a. Osmanlı Devleti'ne ve Türklere sadık kalmak,
b. İmparatorluk içindeki diğer Hristiyan toplumların hareketlerim takip ederek çalışmak ve Avrupa devletlerinin müdahalesini sağlamak.
Rusya'nın Balkanlar'da "Pan-Slavizm"i sağlamak amacı ve Osmanlı Devleti'nde Hristiyanlara zulüm yapılıyor bahanesi ile 24 Nisan 1877 tarihinde Osmanlılar aleyhine Balkanlar ve Kafkaslar'da başlatmış olduğu savaş, hızla gelişerek Çarlık ordularının Ayastefanos (Yeşilköy) önlerine gelmeleri ile son bulmuştur.
I. Meşrutiyet Meclisinde,Rusya'nın savaş açtığına dair tebliğ 25 Nisan 1877 tarihinde okunduğu zaman, mecliste büyük bir heyecan meydana gelmiş, Halep'ten Ermeni milletvekili Manon Efendi, "Biz Ermeni ve Hristiyan olduğumuz münasebeti ile ilân ederim ki, Rusya'nın himayesine muhtaç değiliz. Rusya'nın öne sürdüğü himayeyi kat'iyyen kabul etmeyiz ve ona muhtaç da değiliz. Biz hiçbir zaman Müslüman arkadaşlarımızdan ayrılmadık ve ayrılmayacağız." diyordu.
Patrik Nerses ise İngiltere Dışişleri Bakanı Lord Salisbury'e yolladığı 13 Nisan 1878 tarihli bir mektubunda: "Ermeniler ile Türklerin bir arada yaşamaları artık imkânsızdır. Eşitliği, adaleti ve vicdan özgürlüğünü ancak bir Hristiyan yönetimi sağlayabilir. Müslüman yönetiminin yerini Hristiyan yönetim almalıdır. Ermenistan (Doğu Anadolu) ve Kilikya, Hristiyan yönetimin kurulması gereken yerler arasındadır... Türkiye Ermenileri işte bunu istiyorlar... Yani, Türkiye Ermenistanı'nda, Lübnan'da olduğu gibi, güvence altına alınmış bir Hristiyan yönetim istiyorlar." diyordu.
Patrik Nerses, 17 Mart 1878 günü de, İstanbul'daki İngiliz Büyükelçisi Layard'ı ziyaret ederek, "Bir yıl önce Osmanlı idaresinden şikâyetimiz yoktu, ancak Rus zaferi şimdi durumu değiştirdi, doğuda bağımsız bir Ermenistan istiyoruz. Eğer siz yardım edemezseniz bunu gerçekleştirmek için Rusya'ya müracaat ederiz." demiş, elçi Ermenistan'dan nereyi kasdettiğini sorunca, "Van, Sivas, Diyarbakır ve Kilikya" diye cevap vermişti. Elçinin Evet ama bu yerlerin hiçbirinde çoğunlukta değilsiniz." demesi üzerine de, "Bunu biliyoruz, ama şimdi Rusya, Doğu'da topraklar kazanıyor, Rusya ile Osmanlı İmparatorluğu arasındaki güç dengesi değişti. Biz de geleceğimizi düşünmeliyiz." diye Ermenilerin amacını açıklamış idi.
Hâlbuki savaşın ilk günlerinde, Patrik Nerses, Padişah'a bağlı bir Osmanlı yurtseveri olduğunu açıklamıştı. Savaşın son günlerinde, Varjabedyan'ın başkanlığında toplanan Ermeni Meclisi, Rus Çarı'na başvurmayı kararlaştırdı. Çar'a gönderdikleri bir muhtırada, Doğu Anadolu'da Fırat nehrine kadar olan bölgelerin Türkler'e geri verilmeyip, Rusya'ya ilhak edilmesini, bu olmadığı takdirde, Bulgaristan'a ve "Bulgar milleti"ne verilecek imtiyazların, "Ermeni milleti"ne de verilmesini, işgal edilen toprakların boşaltılması hâlinde ise maddî bir teminât alınmasını ve ıslâhatın tatbik ve tamamlanmasına kadar Rus işgalinin devam etmesini istiyorlardı.
1877-1878 Osmanlı-Rus Savaşı, Plevne'nin düşmesinden ve Ruslara İstanbul yolunun açılmasından sonra Osmanlıların barış istemeleri üzerine 31 Ocak 1878 tarihinde Edirne'de yapılan mütareke ile sona ermiş, barış şartları ise Ayastefanos (Yeşilköy)'ta tespit edilmiştir. Mütâreke görüşmelerinin Edirne'de başlaması üzerine buraya da bir heyet gönderen Nerses Varjabedyan, bu iş için Edirne Başpiskoposu Kevork Vartabed Rusçukliyan ile Türk murahhas heyetinde görevli Stefan Aslanva Paşa ve Hovannes Nuryan Efendiyi görevlendirmişti. Rus murahhas heyetinde bulunan eski İstanbul elçisi İgnatiyef, Ermeni heyetine, Bulgarlara verilen hakların kendilerine verilemeyeceğini, fakat gelecekte Ermenilere bağımsızlık verileceği gün için hazır bulunmalarını bildirdi. Ermeni heyeti, bütün gayretlerine rağmen Edirne Mütârekesi'nde bir netice alamamış, Ermeniler ile ilgili bir hüküm elde edememişti.
Nihayet, Ayastefanos'da devam eden barış görüşmeleri sırasında bizzat Nerses Varjabedyan ve bazı Ermeni ileri gelenleri, Rus murahhas heyeti başkanı, Çar'ın kardeşi Grandük Nikola ile görüşerek, antlaşmaya Ermeniler ile ilgili bir madde koydurmaya muvaffak oldular. 3 Mart 1878 tarihinde Osmanlı Devleti ile Rusya arasında imzalanan ve gayet ağır hükümler taşıyan Ayastefanos Antlaşması'nın 16. Madde'sinde geçen "Ermenistan" tâbiri ile böyle bir memleketin varlığı da Osmanlı Devleti'ne kabul ettirilmiş oluyordu. Ancak bu antlaşma yürürlüğe girmeyecekti. Çünkü Rusya, Orta Doğu'daki devletlerarası dengeyi bozmuş, bu durum da Osmanlı İmparatorluğu'nün toprak bütünlüğünü koruma politikasını takip eden İngiltere'nin hoşuna gitmemiş idi.
Ayastefanos Antlaşması'nın Berlin'de tâdil edileceği haberini alan Patrik Varjabedyan, harekete geçerek, toplanacak olan kongreye katılacak bütün devletler nezdinde yoğun bir faaliyette bulunmaya başlamıştı. Bu amaç doğrultusunda Beşiktaş Başpiskoposu Horen Nar Bey, Rusya (St.Petersburg)'ya giderek, Çar II. Aleksandr tarafından kabul edildi. Horen Nar Bey, Çar'dan, Osmanlı Ermenilerini himaye etmeye devam etmesini ve Berlin Kongresi'nde davalarını savunmasını rica etmişti. Eski Patrik Hırimyan'ın başkanlığında bir heyet de Avrupa başkentlerini (Roma, Viyana, Paris, Londra) dolaşarak siyaset adamlarını Ermeni Davası (Hai Tahd)'na kazanmak için propagandaya çıkmıştı. Bu heyetin elinde, Ermeni isteklerini belirten ve Türkiye'de Ermenistan kurulması için hazırlanan 7 maddeden müteşekkil bir proje bulunuyordu.
Patrik Nerses Varjabedyan da, bir taraftan Mançester Ermeni Komitesi Başkanı Karekin Papazyan'a gönderdiği bir mektupta, siyasetlerinin Rusya'ya minnettar kalarak, İngiltere'den ümit ve onun sayesinde hedefleri olan maddî ve manevî refaha ulaşmak olduğunu belirtiyor, diğer taraftan 30 Haziran'da İstanbul'da İngiliz Büyükelçisi Layard'ı tekrar ziyaret ederek projelerini Kongre'ye vermiş olduklarını ifade ederek, İngiltere'nin bu projeyi desteklemesini istiyordu.
Patrik Nerses ayrıca, Osmanlı İmparatorluğu'nda yaşayan Ermeniler'in nüfusları hakkında da büyük devletlere, tahrif edilmiş rakamlara ulaşan kilise istatistikleri göndermiş idi.
Neticede sun'î Mesele, Ayastefanos Antlaşması'nın 16. Madde'si fazla değişikliğe uğramadan 13 Temmuz 1878 tarihinde imzalanan Berlin Muahedesi'nin 61. Madde'si olarak kabul edildi. Böyle ce,"Ermeni Meselesi", büyük devletlerin nezaretinde olmak üzere Osmanlı Devleti'nde yapılacak bir "Islahat Meselesi" hâlinde tespit edilmiş olunuyordu. 61. Madde, Ermenilere umdukları bağımsızla veya Lübnan benzeri muhtariyeti sağlamamış, ıslahat (reform) vaadinden başka bir şey getirmemiş idi. Ermeniler bu durumdan memnun kalmamışlardı. Bu sebeple az sonra, Ermeniler amaçlarm ulaşmak için Kilise'nin riyasetinde isyan çıkarmak ve kan dökmek sureti ile Avrupa ve Rusya'nın müdahalesini isteyeceklerdir.
*Tarih Doktoru, Atatürk Araştırma Merkezi Haberleşme Üyesi
Giriş
Türkiye toprakları üzerinde, Ermenilere siyasî bağımsızlık temini için eskiden beri birçok teşebbüslerde bulunulmuş, fakat bu teşebbüsler her defasında başarısızlık ve hüsranla neticelenmiştir. Bu yolda faaliyet gösterenler, kandırılmış vaadlere kapılarak Ermenileri arkalarından sürükleyenler, daima yabancı güçlerin menfaatlarını temin için çalıştırılan şuursuz birer alet olmuşlardır. Türkiye'yi hedef tutan ve karanlık güçlerin tahrikleri ile yapılan bu hareketlerin başında Ermeni toplumu üzerinde dinî nüfuz sahibi olan bazı katogigosları, patrikleri ve papazları görüyoruz. Bilerek veya bilmeyerek, muhafaza ve himayeye memur oldukları toplumlarını boş bir hayal peşinde koşturan bu şahısların, bu yolda oynadıkları rol çok büyük ve çok ağırdır.
Ermeni Gregoryen (Apostolik) Kilisesi, dinî görevleri yanında, kendisini millî bir otorite ile de mücehhez kılmıştır (teçhiz etmiştir-donatmıştır). Bu sebeple, tarihî süreci içinde Ermeni toplumunun hayatında pay sahibi olduğunu ileri sürerek, aktif bir rol oynamışlardır.
Mezhep ayrılıkları sebebi ile zulmü, dindaşları olan Ortodokslardan gören, Selçuklu İmparatorluğu ile Osmanlı İmparatorluğu dönemlerinde müreffeh bir hayata kavuşan Ermeniler, XIX. yüzyıl sonlarında kiliselerinin riyasetinde teröre başladılar ve kanlı eylemler gerçekleştirdiler. İkibuçuk milyon Müslüman Türk ve Kürt, Ermeni ruhanîlerinin yönettiği terör örgütleri tarafından vahşice katledildi.
Katolik ve Protestan Ermenilere de cephe almış olan Gregoryen Kilisesi ruhanîleri, kendi ırkdaşla-nna karşı da zaman zaman acımasızca davranmışlar, kendi toplumlarını sömürmekten de geri kalmayarak kiliseye ve cemaatlarına yardım için toplanan paraları zimmetlerine geçirebilmişlerdir.
Ermeni ruhanîleri, tutuklanan veya ölen insanlık düşmanı teröristler için törenler düzenleyip, kiliselerini bu işe tahsis etmişler, Ermeni teröristlerin eylemlerini de bilfiil tanımış ve onaylamışlardır.
Ermenilerin, aynı ırktan, aynı dinden ve aynı dili konuşan, belirli bir süre belirli bir bölgede topluca yaşamış, o bölgede cereyan eden olaylara karışmış veya olayları yaratmış bir topluluk oldukları kabul edilmekte ve bu sebeple bir tarihlerinin olduğu ifade edilmektedir. Ancak Ermenilerin tarihinden bahseden ve hemen hepsi ruhban sınıfına mensup olan ilk tarihçilerin birçoğu, Ermeni değildir. Bunlar, tarihlerini kendi dillerinde ya Yunanca veya Süryani dili ve yazısı ile yazmışlardır. Menşe itibari ile Ermeni tarihçileri olarak takdim edilenler ise tamamen kilise mensubu olup, eserlerinde Yunan ve Süryani tarihçilerim takip etmişler, hatta onların eserlerini Ermeniliğe mal etmişlerdir.
Sonradan yazılan Ermeni tarihlerine kaynak teşkil eden en önemli ve eski tarihî metin, Ermeni geleneğine göre, V. yüzyılda yaşadığı iddia edilen ve bir Ermeni rahibi olan HorenTi Movses (Movses Horenatsi)'in eseridir. Fakat bugün, HorenTi Movses'in V. yüzyılda değil, VIII. yüzyılda yaşamış bir tarihçi olduğu ve tarihini de Kitâb-ı Mukaddes hikâyelerine göre tertip ettiği ortaya çıkarılmıştır. Yani,VIII. yüzyıldan önce yazılmış Ermenice bir eserin, hatta kısa bir kayıdın varlığını göstermek mümkün değildir. Öyle ise Ermenilerin kendilerine bir tarih yaratma çalışmalarının, VIII. yüzyıldan itibaren kilise mensupları, rahipler tarafından başlatıldığını söylemek yanlış olmayacaktır. Ermeni kilisesi, tarihi boyunca, mevcudiyetini koruyabilmek için bir kuvvete, bir devlete ihtiyaç duymuştur. Başka bir ifade ile Ermeni devleti fikrini doğuranlar, Ermeni toplumu değil, Ermeni kilisesi ve ruhban sınıfı olmuştur. Van ve Bitlis'te Rus Başkonsolosluğu yapmış olan General Ma-yevvski de, bu gerçeği şöyle ifade etmektedir:"Ermeni ruhanî reislerinin din hususunda çalışmaları hemen hemen yok gibidir. Fakat buna mukabil, millî fikirlerin yayılması hususunda pek çok hizmetleri geçmekte idi."
Ermenilerde bir kilise kültürünün meydana gelmesi, Ermeni yazısının icadı ve İncil'in Ermeniceye tercümesi ile başlamıştır. Tarihçiler, Ermeni kilisesinin Ermeni milletini yarattığında ve onun, Ermeni milletinin ruhu olduğunda müttefiktirler. Ermeni tarihçisi H.Pasdırmacıyan, kilise için "Ermeni Kilisesi, Ermeni milletinin kilise tarafından can verilen ruhunun, yeniden dünyaya gelmek için, yaşadığı vücuttur." demektedir. Ermeni Patriği M.Ormanyan'a göre de Ermeni Kilisesi, "Kayıp ülkenin görünen ruhu" idi.
Daha sonraki çağlarda ise Ermeni tarihi, hemen tamamen Ermeniler tarafından incelenip yazılmaya başlanmıştır. Bu nedenle de, Ermeniler modern tarih anlayışını kendi mazileri ile karıştırmışlar ve onu bir mitoloji hâline çevirerek, yarattıkları Ermeni Panteonu'na sayısız kahramanlar yerleştirmişlerdir. Bu panteon, her neden ise tamamen Türklere katliam uygulayan şahısların adları ile doldurulmuştur.
Ermeni literatüründe Ermenilerin ilk Hristiyan devlet olarak gösterilmesi, abartılı bir durumdur. Tarihî kayıtlara göre, ilk Hristiyan devlet, Urfa (Edessa=Ruha)'da kurulmuş olan bölgesel hükümdarlıktır. Kral Abgar (179-214)'m hükümdarlığı döneminde, Hristiyanlık devlet dini olarak kabul edilmiştir. O hâlde, Ermenileri ilk Hristiyan cemaat olarak gösterme eğiliminden amaç ne olabilir? Şüphesiz bu eğilimin altında, Avrupa'nın Hristiyanlık taassubu ve tarihleri boyunca göçmen olarak yaşayan Ermenilere bir vatan yaratma anlayışı bulunmaktadır. Nitekim, Sevr Antlaşması (1920)'nda ve Lozan Barış Görüşmeleri (1922-1923)'nde bu husus gündeme getirilecektir.
Ermenilere Hristiyanlık, IV. yüzyıl başında bir-Part'lı (İran'lı) olan Gregor (Kirkor) Lusavoriç (302-325) tarafından getirilmiştir. Lusavoriç, nurlandıran, aydınlatıcı anlamlarına gelmektedir. Gregor Lusavoriç, bu nedenle Ermenilerin ilk ruhanî reisi kabul edilmiştir. Gregor, eski mabetleri yıktırarak yerlerine kiliseler kurdurmuş ve Muş'taki Ardaşad şatosunu kendisine ilk dinî merkez yapmıştır. Bu ruhanî makam, 439 yılına kadar Gregor'un oğullarında kalmış, bu ailenin son lideri I.Sahak (387-439)'ın çocuğu olmadığından, bu tarihten sonra dinî liderler, Doğu Kilisesi usulüne uyularak, rahipler arasından seçimle tayin edilmeye başlanmıştır.
Ermeni dinî liderleri kendilerine, Ermenice "Milletin Temsilcisi" demek olan Katogigos (Batı'da Katolikos) unvanını verdiler. Bunlar, dinî liderler olmakla beraber, siyasî işlerde de büyük roller oynamışlardır. Aziz Kirkor (Gregor)'un dini merkez ittihaz ettiği Ardaşad, siyasî nedenlerden dolayı önce Eçmiyazin'e, V. yüzyılda Dvin'e, 901 yılında Ani'ye, 1147 yılında Rumkale'ye nakledilmiştir. Bir ara, Van Gölü'ndeki Akdamar adasına nakledilen Katogigosluk, buradan Ani yakınlarındaki Argina'ya görürülünce, Akdamar Patriği kendisini Katogigos ilân etmiştir. Ermeni Kilisesi Sinod'u bu durumu onaylamasa da Akdamar Katogigosluğu 1895 yılına kadar devam etmiş, son Katogigos Haçarur Çiroyan (1864-1895), 1895'te ölünce yerine kimse seçilmemiş ve Katogigosluk Birinci Dünya Savaşı (1914-1918) sırasında Osmanlı Devleti tarafından ortadan kaldırılmıştır.
Rumkale'deki Katogigosluk ise 1292 yılına kadar burada kalmış, kalenin Memlûklar'in eline geçmesi ile 1292'de Sis'e nakledilmiştir. Kilikya Ermeni Baronluğu, 1375 yılında ortadan kalktıktan sonra da Katogigosluk Sis(Kozan)'de bir süre daha kalmış, sonra Roma Katolik Kilisesi'nin nüfuzuna girdiklerini gören Sinod, Eçmiyazin'e geri gitmek kararı almış, 1441'de bu karar tatbik edilmiş, fakat bu defa Sis'deki Katogigosluk da devam etmiştir. Birinci Dünya Savaşı'ndan sonra Katogigosluk Sis'den Beyrut yakınlarındaki Antilyas'a nakledilmiştir.
Böylece 1895 yılına kadar, Eçmiyazin, Akdamar ve Sis Katogigoslukları olmak üzere üç büyük kilise doğmuş, bunların dışında biri İstanbul'da, diğeri Kudüs'te olmak üzere iki de Patriklik ortaya çıkmıştır.
İstanbul Patrikliği, Osmanlı İmparatorluğu döneminde, Ermenilerin başı durumunda olduğundan, Akdamar ve Sis Katogigoslukları dinî bakımdan kendisinden üstün olmasına rağmen, imparatorluk içinde en kuvvetli dinî lider mevkiinde bulunuyordu. İstanbul Ermeni Patrikliği, bağımsız olmakla beraber, zaman zaman Eçmiyazin Katogigosluğu'nun kontrolü altına girmiştir. Bugün, Ecmiyazin'in dinî nüfuz sahası içinde yer almaktadır
Osmanlı İmparatorluğu döneminde, Erivan bölgesi Ermenileri Eçmiyazin'i, Doğu Anadolu Ermenileri Akdamar'ı, Sis(Kozan), Adana, Maraş, Zeytûn(Süleymanlı), Firnûs, Gürün, Darende, Divrik Malatya, Behisni (Besni), Yozgat, Urfa, Rumkale, Birecik, Nizib, Ayıntab(Gaziantep), Halep, Antakya, Lazkiye, Suriye ve Kıbrıs Ermenileri de Sis'i kendilerine dinî merci tanımışlardı. Eçmiyazin kilisesinin eskiliği ve Katogigosların seçim yolu ile gelmeleri, Ermeniler'in çoğunun o tarafta bulunması sebebi ile bu Katogigosluk diğerlerinden daha çok şöhret bulmuş ve İstanbul Ermenileri de burasını kendilerine merkez tanımışlardı. Ecmiyazin Kilisesi, Ermeniler'in eski dinî merkezi olması sebebi ile, Sis Katogigosu da Ermeni mezhebince kutsal sayılan emanetleri yanında bulundurması ve eski Katogigoslar'ın neslinden gelmesi sebebi ile, birbirlerine karşı üstünlük iddiasında bulunuyorlardı. Katogigoslar'ın, kendi bölgelerinde diğer alt derecedeki ruhanileri seçmek yetkileri bulunmaktadır. Patrikler'in ise böyle bir selâhiyetleri yoktur.
Bugünkü kilise teşkilâtına göre iki Katogigosluk bulunmaktadır: Ermenistan'da Ecmiyazin Gregoryen Katogigosluğu, Lübnan'da Antilyas Gregoryen Katogigosluğu (Kilikya veya Sis Katogigosluğu). Hiyerarşik olarak Ecmiyazin Katogigosu bütün Ermeniler'in dinî lideri olup, nazarî olarak Antilyas Katogigosu'nun üstü sayılmaktadır. Ancak, Antilyas Katogigosu tamamen müstakildir. Bunların yanında iki de Patrikhane mevcuttur. Bunlardan biri, İstanbul Kumkapı Gregoryen Ermeni Patrikhanesi, diğeri Kudüs Gregoryen Ermeni Patrikhanesi'dir. İstanbul'daki patrikhane, Fatih Sultan Mehmed'in emri ve izni ile kurulmuş, Kudüs'deki patrikhane ise Osmanlı yönetimini Yavuz Sultan Selim'in Mısır Seferi sırasında tanımış ve onun izni ile varlığını sürdürebilmiştir.
Ermenilerin büyük kısmının mensup olduğu mezhebe, Ermeni kilisesinin esaslarını kuran Gregor'un adına izafeten Gregoryen denilmiştir. Hristiyan dünyasında Ermeniler'in millî kiliselerine, Ermeni Apostolik (Gregoryen) Kilisesi denilmektedir. Ermeni Kilisesi'ne "millî" sıfatı ise Osmanlı yönetimi tarafından verilmiştir.
Ermeni Gregoryen Kilisesi, Doğu Kilisesi (Ortodoks) içinde yer almaktadır. Bugün, dünyanın birçok ülkesinde Ermeni kiliseleri de bulunmaktadır. Gregoryenler, Ortodoks mezhebi akidelerinden genelde ayrıldıkları için Ermeniler, Gregoryen Kilisesi'nin bulunmadığı yerlerde dinî vecibelerini, Ortodoks Kilisesi'ne giderek yerine getirmektedirler. Bu sebeple, birçok eserde, Ermeni Gregoryan Kilisesi'nin adı Ermeni Ortodoks Kilisesi adı ile de anılmaktadır. Ermeni Ortodoks tabirinden, Ermeni Gregoryen anlaşılmalıdır.
Netice olarak denilebilir ki, Hristiyan Dünyası'nda siyasî platformda ön saflara geçmek isteyen Ermeni Kilisesi, bütün tarihi boyunca terör atmosferini yaratmış ve büyük Ermenistan'ı yaratabilmek için terörist faaliyetlere karşı sessiz kalarak, Ermeni teröristlerin eylemlerini zımnen desteklemişti
Ermenilerin İmparatorluk İçindeki Statüleri ve Dini Gruplar
Türkler ile Ermeniler arasındaki ilişkilerin uzun bir geçmişi vardır. III. ve IV. yüzyıllarda Hunlar ve bazı küçük Türk boylarının Ermeniler ile ilişki içerisinde bulundukları ve bu ilişkilerin Selçuklular döneminde yoğunlaşarak kökleştiği bilinmektedir.
Selçuklular Anadolu'ya geldiklerinde ve burada yurt edinme faaliyetine başladıkları dönemlerde, Doğu Anadolu'da herhangi bir Ermeni siyasî teşekkülü bulunmamakta idi. Selçuklular tarihinin hiçbir döneminde Ermeniler, Bizans'ın yaptığı gibi tehcire tâbi tutulmamışlar, özellikle dinî inanç ve faaliyetlerine hiçbir şekilde müdahalede bulunulmamıştır. Bu sebeple Ermeniler, Türkler'i Bizans'a karşı bir kurtarıcı olarak karşılamışlardır.
Osmanlı-Ermeni ilişkilerinin ise Orhan Bey (1326-1362) zamanında başladığını söylemek mümkündür. 1326 yılında Bursa'yı alarak başkent yapan Orhan Bey, Ermenilerin, Bizans'ın zulmünden korunmaları için Anadolu'da ayrı bir cemaat olarak örgütlenmelerine müsaade etmiş ve Kütahya'daki Ermeni ruhanî merkezini de Bursa'ya nak-lettirmiştir. Fatih Sultan Mehmed'in İstanbul'u fethinden sonra Bursa'daki dinî lider Başpiskopos Hovagim, 1461 yılında yeni başkent İstanbul'a getirilmiş ve bir ferman ile Samatya'daki Sulu Manastır'da Ermeni Patrikhanesi kurulmuş, böylece Ermenilere hürriyet sağlayan idarî ve dinî imtiyazlar verilmiştir. Anılan tarihten sonra Ermeniler, "Millet Sistemi" içerisinde, "Gregoryen Milleti" olarak örgütlenmişlerdi. Mezhep yönünden birlik göstere-memeleri sebebi ile, millî harslarını koruyamamış, Türkleşmiş hatta dil olarak bile Türkçeyi benimsemiş bir topluluk olan Ermeniler, XIX. yüzyıl başlarında "Millet-i Sâdıka" adı ile adlandırılıyorlardı. 1839 yılında Tanzimat Fermânı'nın yayınlanması ile diğer azınlıklar gibi Ermenilerin de Türkler ile aynı haklara ve hatta fazlasına sahip oldukları görülmektedir.
Ermeniler dinî sahada en iyi zamanlarını, 1461-1630 yılları arasında geçirmişlerdir. 1630'dan sonra Osmanlı İmparatorluğu'nun çöküşüne paralel olarak, Ermeniler arasında mezhep kavgaları başlamıştır. Bir kısım Ermeniler, Roma Katolik Kilisesi'ne temayül ederek, 1701-1702 tarihlerinde Katolikliği kabul ettiler. Nihayet 1831'de Fransa elçisinin tavassutu ile, II.Mahmud, Ermeni Katolikleri'ni bir cemaat olarak kabul etti. Böylece bir kısım Ermeni, Osmanlı İmparatorluğu'nda Eçmivazin ve Sis (Kozan) Katogigoslukları yanında, Roma ve Fransa'nın politik koruyuculuğu altına düşmüşlerdi. XVIII. yüzyıl, Ermenilik ruhunun manastırlarda yeniden doğuşu dönemi olarak bilinmektedir. Bu dönemde, entelektüel din adamları yetiştirmek için okullar açıldı. Mihitarist Mikâel Çamçiyan'ın, Venedik'te 1784-1786 tarihleri arasında üç cilt olarak Ermenice basılan,"Ermeni Tarihi", Ermenilerde millî bilinçlenme ruhunu ve hareketini kamçıladı, genel olarak tarih alanında ilgi uyandırdı.
İngiltere de Ermeni cemaatı üzerindeki çalışmalara katılmış, 1840 yılında Kudüs'te bir Protestan Kilisesi inşaası için izin aldıktan sonra, bu kilisenin 1845 yılında hizmete girmesini sağlamıştı. Böylece İngilizler de Ermenilere dinî kanallardan ulaşmayı deniyorlardı. 1846 yılında İngiliz elçisinin muavenet ve himayesi ile İstanbul'da bir "Protestan Cemaatı İdare Hey'eti" teşekkül etmiş ve 1850 yılında da bir ferman ile bunlar "Ermeni Protestan Milleti" olarak tanınmışlardı. Bir müddet sonra, İngiltere'nin ardından, Amerika Birleşik Devletleri (ABD) ve Almanya da devreye girmiş, gönderdikleri Protestan misyonerleri ile, İngiliz Elçiliği'nin de yardımları sayesinde, Protestan mezhebini birlikte yayma çabasına girişmişlerdi.
Böylece, Gregoryen, Protestan ve Katolik Ermeniler, dil ve tarih çalışmalarını başlatarak Osmanlı İmparatorluğu'nun XIX. yüzyılın ikinci yarısında çok huzursuz kılacak olan Ermeni milliyetçiliği duygusuna katkıda bulunacaklardı. 1856 Islahat Fermânı'ndan sonra Ermeniler, valilik, genel müfettişlik, elçilik, hatta bakanlık mevkilerine bile getirilmeye başlamışlardı. 1856 Islahat Fermânı'nın getirdiği vicdan özgürlüğü ilkesi, din ve mezhep propagandası çalışmalarını sürdüren dış güçlerin, Protestan ve Katolik misyonerler aracılığı ile mezhep değiştirmeyi sağlamaya yönelik faaliyetlere hız vermelerine sebep olmuştur. Misyoner okullarında Ermenilere Ermenice öğretiliyor, tarih ve kültürleri hakkında dersler veriliyordu. Ayrıca, pek çok zengin Ermeni aileleri çocuklarını Fransa'ya ve başka Avrupa ülkelerine gönderiyorlardı. Bu gençler orada milliyetçilik fikirleri ile donanıyor ve dönüşlerinde radikal reform taraftarı oluyorlardı. Böylece, misyonerler sayesinde, Ermeniler arasında millî kültürleri ile ilgili bir uyanma göze çarpmakta idi.
Osmanlı İmparatorluğu, emperyalist devletlerin nazarında yıkılacak bir devlet idi. Bu büyük imparatorluğun mirasından her devlet kendisine daha fazla pay alabilmek için akla hayale gelmeyen politik oyunlar icat ediyordu. Bu sebeple, Ermeni milliyetçiliğinin uyanmasında kiliseye en büyük yardımı sağlayacaklardır. İmparatorluğun dağılmasın da çıkarları olsun veya olmasın hepsi de din teması üzerinde durmuşlar, bazıları sırf siyasî amaçlar ile, bazıları da Hristiyan olduklarından sevaba girmek düşüncesi ile Ermenileri desteklemişlerdir.
İngiltere, Protestan faaliyetlerini yönlendirmekle hem Çarlık Rusya ve Fransa'nın imparatorluk içerisindeki çalışmalarını dengelemiş, hem de herhangi bir milletlerarası paylaşma durumunda as lan payını alabilmek için aracı bir zümre (Ermeniler) meydana getirme imkânına kavuşmuş idi. İngiltere, güdümlü bağımsız bir Ermeni Devleti'ni Doğu Anadolu'da, Rusya'ya karşı, Osmanlı Devleti'nden daha sağlam bir set çekeceğini sanarak Ermeniliği bir silâh olarak kullanmaya başlayacaktı.Ancak, Rusya'nın da Ermeni unsuruna, ekonomik, nüfuzunu yaymak için ihtiyacı vardı.
Netice olarak, İngiltere ile Rusya'nın siyasî ve ekonomik nüfuz sahalarını genişletme amaçları başka bir ifade ile, İngiliz-Rus rekabeti, mevcut olmayan bir"Ermeni Meselesi" doğuracaktır. Bu arada, Ermeni Patrikhanesi de, Avrupa devletlerinin ilgisini Ermeniler üzerine çekme faaliyetine başlayacaktır.
İmparatorluk'taki Ermenilere Türklerin Hoşgörüsü
Doğu Anadolu'da kasabalarda sanat ve ticaret, köylerde de çiftçilik ile uğraşan Ermeniler, diğer gayrimüslim unsurlar gibi askerlik mükellefiyetinden serbest bulundukları için servetlerini ve nüfuslarını devamlı olarak artırarak Osmanlı toplumu içinde müreffeh bir tabaka teşkil etmişlerdir. Ermenilerin servet sahibi olarak müreffeh bir cemaat haline gelmelerine şüphesiz, tâbiiyetinde oldukları ve adaletine sığındıkları Osmanlılar'ın sebep olduğu tarihî bir vakıadır. Osmanlı Devleti'nin toprakları üzerindeki gayrimüslimlere karşı adaletli bir yönetim tarzı uyguladıklarında tarihçiler müttefiktirler.
Edmond About,"Türkler, dinî hususta dünyanın en müsaadekâr kavimlerinden biridir." diye yazmaktadır.
Tanınmış Alman Türkoloğu F.Giese de, 1914 yılında "Die Velt Des islam" dergisine (BandII/V Heft 23-24) yazdığı "Türkiye'deki Dinî Müsamaha" hakkındaki makalesinde özet olarak şunları yazmaktadır:
"Tolerans mefhumu, Hristiyan memleketlerinde XVI. yüzyıldaki reformlardan sonra ortaya çıktı, son iki asırda hayli yerleşerek, bilhassa 1848'den sonra herkesçe kabul edildi... Batıda durum böyle iken, Müslümanların Hristiyanlara ve Yahudilere karşı nasıl muamele edeceği, Kur'an'da tespit edilmiştir... Gerçek şudur ki, batıda kilise başka inançtakilere karşı oldukça katı ve müsamahasız davranırken, Müslümanlar kendi ülkelerindeki gayrimüslimlere tam bir tolerans gösteriyorlardı. Bu bir gerçektir ve bu yönden İslâmiyet ne kadar övülse azdır... İslâm hukukunun gayrimüslimlere karşı bu müsamahalı turumu Türkler tarafından da tarih boyunca uygulanmıştır. Hatta, Osmanlı İmparatorluğu'nda zaman zaman Gayrimüslimler için şartlar, Müslümanlarınkinden bile daha iyi olmuştur.
Bugün, Osmanlı Devleti'ndeki Hristiyanlar, Avrupa'dakiler kadar huzur içinde yaşamaktadır. 1897 ve 1907 yıllarında Ermenilere yapılan hareketler bir müsamahasızlığın neticesi olmayıp, büyük devletlerin maşası olarak Osmanlı idaresine karşı ayaklanması ile ortaya çıkmıştır."
Milletlerarası Hukuk Profesörü M.Philip Mars-hall Brown, 1914 yılında yayınlanan "Foreigners in Turkey-their juridical Status" adlı kitabında şöyle demektedir:"En kaçınılmaz gerçek, çok büyük zaferler kazanmış olan Türkler'in, kendiliklerinden ve cömertçe -fethettikleri yerlerdeki unsurlara-devlet için hayatî olmayan ve Müslümanlar tarafından kutsal olduğu kabul edilen konularda, kendi yasa ve âdetlerine bağlı kalmalarına izin vermiş olmalarıdır."
Fransız diplomat ve tarihçisi M.Engelhardt da,"Turkey and the Tanzimat" adlı eserinde, Türkiye'deki Gayrimüslimler'in kendi dinî liderlerinin baskısından rahatsız olduklarını ifade etmekte ve "İllerdeki yönetimin de İstanbul Patriği'ne bağlandığı devirden itibaren (XVIII. yüzyıl), ilişkileri daha sık olan paşaların tutumlarından çok, kendi kiliselerinin, kendi liderlerinin giderek artan zulmüne katlanmak zorunda kalmışlardır." demektedir.
Osmanlı İmparatorluğu'nda kendi dillerini unutan ve Türkçe konuşan Ermenilerin, Avrupa kamuoyunda, Hristiyan Türklerden başka bir şey olmadıkları kanaati bile yer etmiş idi. 1835-1839 yılları arasında Türkiye'de bulunan Helmuth von Moltke İstanbul'da, Osmanlı Başkumandanı (seraskeri)'nın Ermeni tercümanı ve ailesinden bahsederken, Ermeniler hakkında şunları yazıyor: "Bu Ermenilere aslında Hristiyan Türkler demek mümkün, bu hâkim milletin (Türkler'in) âdetlerinden, hattâ lisânından o kadar çok şey almışlar."
XVIII. yüzyıl sonlarına doğru Polonyalı seyyah Mikoşa, Osmanlı İmparatorluğu'nda yaşayan Ermenilerin durumlarını şöyle tasvir ediyordu:"Ermeniler'e, Türkler tarafından, herhangi bir milletten daha çok saygı gösterilmektedir. Onlar, Rumlardan daha geniş bir din hürriyetine mâliktirler." Mikoşa, Ermenilerin,"eski âdetlerini" tamamen unutmuş olduklarını izah ettikten sonra devam ediyor:"Geçmişte kendilerinin ne oldukları üzerinde kat'iyyen düşünmüyorlar...Fikir bakımından bir ihtilâl plânını kavrayabilecek kaabiliyette değildirler... Hatta, Osmanlı Devleti'nin çökeceği günün yaklaşmakta olduğu kendilerine söylendiği zaman, bundan memnun olmadıkları bile görünmektedir."
Mikoşa'nın bu kanaatini paylaşan bir Ermeni ileri geleni olan Mıgırdiç Dadyan da, 1867 yılında kaleme aldığı bir inceleme yazısında Osmanlı rejimine teşekkür etmekte idi. XIX. yüzyılın ikinci yarısındaki Ermeni toplumunu anlatan bu yazısında Mıgırdiç Dadyan, Osmanlı Ermenileri'nin tam bir hürriyet içinde, sosyal kalkınmalarını nasıl geliştirdiklerini şüpheye yer bırakmayan bir şekilde göstermektedir.
Yukarıdaki açıklamalardan da anlaşılacağı üzere Ermeniler, Osmanlı Devleti'nde, bu devleti yaratan Türklerden bile daha fazla haklara sahiptiler
"Ermeni Milleti Nizamnamesi"nin İlanı (1863) ve Sonuçları
29 Mart 1863 tarihinde Ermeni cemaatının Osmanlı İmparatorluğu'ndaki durumunu daha da güçlendiren, onlara bazı ilâve imtiyazlar tanıyan ve kendilerini yönetmeleri konusunda muhtariyet getiren "Nizâmnâme-i Millet-i Ermeniyân" adı ile hazırlanan bir nizâmnâmenin yürürlüğe girdiği görülmektedir. Ermeniler için daha önce mevcut bulunan haklara ilâveten birçok yeni hükümler ihtiva eden bu nizâmnâme, Islahat Fermanı hükümleri uyarınca, yüzyıllardan beri devletin en sadık tebası olarak kabul edilen Ermeniler'e karşı gösterilen bir cemile (iyilik, güzellik) durumundadır. Osmanlı Hükûmeti'nin muvafakati alınarak doğrudan doğruya Ermeni Patrik Meclisleri tarafından hazırlanmış olan bu nizâmnâmede, Ermenilere "devlet içinde devlet", "yönetim içinde yönetim" denilebilecek kadar ölçüsüz imtiyazlar tanınmakta idi. Ermeniler bu "Millet Nizâmnâmesi" ile bir bakıma Ermeni asillerin tahakkümünü ortadan kaldırmak istemişlerdi. Bu dönemde, Gregoryen Ermeniler İstanbul'daki patriklerinin idaresinde 26 Episkoposluk dairesinde yaşıyorlar, çoğunluğu şehirlerde bulunan Katolik Ermeniler ise bir Patrik yönetiminde 13 Episkoposluk dairesi teşkil ediyorlardı. Kagik Ozanvan adlı Ermeni yazar, bu nizâmnâmenin, Ermenilerde ihtilâl ruhunu uyandırdığını ve "Ermeni Meselesi" nin masa üzerine konulduğunu ifade etmiştir.
Babıâli'nin küçük bazı düzenlemeler ile ilân ettiği 99 maddelik "Ermeni Milleti Nizâmnâmesi", Ermeni Patrikhanesi'ne Ermeni cemaatını yönetmede geniş yetkiler tanırken, ayrıca Ermeniler sanki "bağımsız bir milletmiş" gibi, bu cemaata, 140 üyeden müteşekkil bir Genel Meclis (Millî Meclis-i Umumî) kurma imkânı da vermekte idi. Bu kurulan meclisin 20 üyesi İstanbul kilise mensupları arasından, 40'ı taşradan, 80'i ise İstanbul'da ikâmet eden meslek teşekküllerinden seçilecek idi. Daha önce mevcut olan ve 1847 yılında ihdas edilmiş bulunan 14 üyeli Dinî Meclis (Meclis-i Ruhani) ile 20 üyeli Siyasî Meclis (Meclis-i Cismanî) muhafaza ediliyor, ancak bunların seçiminin Millî Meclis tarafından yapılması hükmü getiriliyordu. Patriğin seçiminin de Millet Meclisince yapılması kaydediliyordu. Böylece, "Ermeni Milleti Nizâmnâmesi", genel hatları ile değerlendirildiğinde, Patrik ile yandaşı asiller arasında paylaşılan iktidarın mutlak olmaktan çıkarak, Ermeni cemaatı ile paylaşılması sonucunu doğurmuş ve Ermeni toplumunun yönetime ait kararları, Osmanlı Hükümeti dışında kendisinin alabileceğini ortaya koymuştur.
Ermenilere, buna benzer bir örgütlenme imkânı da, Çarlık Rusya'da 11 Mart 1836 tarihinde çıkarılan "Pologenia Kanunu" ile tanınmıştır. Ancak, buradaki Ermeni teşkilâtlanması, Osmanlı İmparatorluğu içindeki teşkilâta nazaran, daha ziyade Çar'ın bir kuklası durumuna sokulmuştu.
Böylece, Tanzimat ve Islahat reformları ile bütün gayrimüslim tebaaya tanınan hak ve imtiyazlardan yararlanan Ermeniler, bu nizâmnâme ile bir çeşit anayasa haklarına sahip olmuş, bağımsız bir cemaat muamelesi görmeye başlamışlardı. Bu geniş imtiyazlardan faydalanan Ermeniler, teşkilâtlandılar, okullar açtılar, gazete ve dergi çıkardılar. Ermenilerin siyasî ve içtimaî varlıkları üzerinde yeni bir devir açan "Ermeni Milleti Nizâmnâme-si"nden yararlanan Patrikhane, adı geçen Nizâmnâmenin verdiği serbestlik ile muhtariyet için uğraşmaya hız vermişti.
Özet olarak, XIX. yüzyılın son çeyreğine kadar Osmanlı Devleti'nin bir "Ermeni Meselesi" olmadığı gibi, Ermeni tebaasının da Türk yöneticileri ile halledemedikleri bir mesele mevcut değildi.
Ermeni Kilisesi ve Ruhanileri'nin Bağımsızlık Yolundaki Çalışmaları
"Ermeni Milleti Nizâmnâmesi"nin 1863 yılında ilânından sonra Patrikler, daha çok millî ve siyasî cephelerde çalışmaya başlamışlardı. Başka bir ifade ile, "Diplomat Katogigos" ve "Diplomat Patrik" dönemi başlıyordu. Ermeniler, devlet tarafından kendilerine verilen haklara dayanarak, imparatorluk içinde bir "Ruhanî Liderler Ağı" kurma faaliyetine girişeceklerdir. Bu nizâmnâme, Ermenilera muhtariyet için bir adım telâkki olunmuş, Lübnan olayları dolayısı ile vuku bulan Avrupa müdahalesi genişler ise bu müdahalenin kendileri için de faydalı olacağı ümitleri uyanmış idi. Osmanlı İmparatorluğu'nda bağımsız Ermenistan için başlatılan isyanlar (1780-1862 yılları arasında) netice vermemişti. Öyle ise sözde Ermenistan için gayret gerekiyordu.
Üçlü Çete:Mıgırdiç Hırimyan, Nerses Varjabedyan ve Mateos İzmirliyan
Osmanlı İmparatorluğu içinde muhtar bir Ermenistan kurulması düşüncesinin şampiyonu Patrik Mıgırdiç Hırimyan (1869-1873)'dır. 1820'de Van'da doğan Mıgırdiç Hırimyan, 1S54 yılında 34 yaşında iken, Akdamar Kiiisesi'ne Vartabed olmuş böylece kiliseye intisab etmiştir. 1858'de Van'da Varak Manastırı'nda kurduğu matbaada Ermeni bağımsızlığını güden "Van Kartalı", 1863'te Muş'ta St.Garabed Manastırı'nda da "Muş Kartalı" adi gazeteleri neşretmeye başlamıştır. Vaizleri ile dikkati çekmiş olan Hırimyan, 1869 yılında İstanbul'da Ermeni Patriği seçilmiştir. Onun Patrik seçilmesi, uyanmakta olan Ermeni millî menfaatlanın zirveye tırmanması sonucunu doğuracaktır.
Patrik Hırimyan, göreve başlar başlamaz iki esas üzerine çalışmaya başlamıştı:
a. "Ermeni Milleti Nizâmnâmesi"ni tekrar tetkik ve vilâyetlerin arzusuna ve ihtiyaçlarına göre tâdil ettirmek,
b. İstanbul Ermeniliğinin, meclisin ve hükûmetin gözlerini Ermenistan'a çevirmek.
Hırimyan, Ermeni Millî Meclisinde yaptığı bir konuşmasında, "Ben Ermenistan'ın acı çeken bir temsilcisiyim. Benden öncekilerin derman aramak için hükümete ne şekilde başvurduklarını biliyorum. Fakat ben daha etkili, acı bir müdahalede bulunacağım." demişti.
Hırimyan'ın, Ermenileri macera peşinde sürüklemek yolundaki politikasını beğenmeyen ve geleceklerini Türkiye'ye bağlı kalmakta gören banket sarraf ve hükümet memurları ona cephe almışlardı; Nihayet Patrik olarak takip ettiği amacı elde edemeyen Hırimyan, 1873 Ağustos'unda istifa etti.
Yerine geçen Patrik Nerses Varjabedyan (1874-1884)'ın da Hırimyan'ın izinden yürüdüğü görülmektedir. 1876'da II.Abdülhamid tahta geçmiş ve Meşrûtiyet ilân edilmişti. Nerses Varjabedyan, Bulgar Meselesi'ni halletmek için toplanan İstanbul Konferansı (12 Aralık 1876-20 Ocak 1877) sırasında İngiliz Büyükelçisi Henry Elliot'a, eski Patrik Hırimyan tarafından tertip edilmiş olan Osmanlı Ermenileri hakkında yapılan sözde baskıları gösteren bir rapor vermiş, fakat konferansın konusu sebebi ile bu teşebbüsten bir netice alınamamış idi.
Hırimyan zamanında başlayan Patrikhane'nin şikâyet raporları ve müracaatları, Rumeli Hristiyanları meselesinden sonra en şiddetli bir safhaya girecektir. Patrikhane'nin Babıâli'ye ve Avrupa devletlerine verdiği mezâlim raporları, şikâyetnameler tetkik olunduğunda, bunların çoğunun vilâyetlerde meydana gelen basit zabıta olaylarından başka birşey olmadıkları görülür. Patrikhane, bir taraftan sistemli olarak en basit olayı, abartarak hükümete duyururken, diğer taraftan da bunları, siyasî önemli olaylar şekline sokarak Avrupa devletleri temsilcilerine vermekte idi.
1877-1878 Osmanlı-Rus Savası'ndan önce Ermeniler için iki yol görünüyordu:
a. Osmanlı Devleti'ne ve Türklere sadık kalmak,
b. İmparatorluk içindeki diğer Hristiyan toplumların hareketlerim takip ederek çalışmak ve Avrupa devletlerinin müdahalesini sağlamak.
Rusya'nın Balkanlar'da "Pan-Slavizm"i sağlamak amacı ve Osmanlı Devleti'nde Hristiyanlara zulüm yapılıyor bahanesi ile 24 Nisan 1877 tarihinde Osmanlılar aleyhine Balkanlar ve Kafkaslar'da başlatmış olduğu savaş, hızla gelişerek Çarlık ordularının Ayastefanos (Yeşilköy) önlerine gelmeleri ile son bulmuştur.
I. Meşrutiyet Meclisinde,Rusya'nın savaş açtığına dair tebliğ 25 Nisan 1877 tarihinde okunduğu zaman, mecliste büyük bir heyecan meydana gelmiş, Halep'ten Ermeni milletvekili Manon Efendi, "Biz Ermeni ve Hristiyan olduğumuz münasebeti ile ilân ederim ki, Rusya'nın himayesine muhtaç değiliz. Rusya'nın öne sürdüğü himayeyi kat'iyyen kabul etmeyiz ve ona muhtaç da değiliz. Biz hiçbir zaman Müslüman arkadaşlarımızdan ayrılmadık ve ayrılmayacağız." diyordu.
Patrik Nerses ise İngiltere Dışişleri Bakanı Lord Salisbury'e yolladığı 13 Nisan 1878 tarihli bir mektubunda: "Ermeniler ile Türklerin bir arada yaşamaları artık imkânsızdır. Eşitliği, adaleti ve vicdan özgürlüğünü ancak bir Hristiyan yönetimi sağlayabilir. Müslüman yönetiminin yerini Hristiyan yönetim almalıdır. Ermenistan (Doğu Anadolu) ve Kilikya, Hristiyan yönetimin kurulması gereken yerler arasındadır... Türkiye Ermenileri işte bunu istiyorlar... Yani, Türkiye Ermenistanı'nda, Lübnan'da olduğu gibi, güvence altına alınmış bir Hristiyan yönetim istiyorlar." diyordu.
Patrik Nerses, 17 Mart 1878 günü de, İstanbul'daki İngiliz Büyükelçisi Layard'ı ziyaret ederek, "Bir yıl önce Osmanlı idaresinden şikâyetimiz yoktu, ancak Rus zaferi şimdi durumu değiştirdi, doğuda bağımsız bir Ermenistan istiyoruz. Eğer siz yardım edemezseniz bunu gerçekleştirmek için Rusya'ya müracaat ederiz." demiş, elçi Ermenistan'dan nereyi kasdettiğini sorunca, "Van, Sivas, Diyarbakır ve Kilikya" diye cevap vermişti. Elçinin Evet ama bu yerlerin hiçbirinde çoğunlukta değilsiniz." demesi üzerine de, "Bunu biliyoruz, ama şimdi Rusya, Doğu'da topraklar kazanıyor, Rusya ile Osmanlı İmparatorluğu arasındaki güç dengesi değişti. Biz de geleceğimizi düşünmeliyiz." diye Ermenilerin amacını açıklamış idi.
Hâlbuki savaşın ilk günlerinde, Patrik Nerses, Padişah'a bağlı bir Osmanlı yurtseveri olduğunu açıklamıştı. Savaşın son günlerinde, Varjabedyan'ın başkanlığında toplanan Ermeni Meclisi, Rus Çarı'na başvurmayı kararlaştırdı. Çar'a gönderdikleri bir muhtırada, Doğu Anadolu'da Fırat nehrine kadar olan bölgelerin Türkler'e geri verilmeyip, Rusya'ya ilhak edilmesini, bu olmadığı takdirde, Bulgaristan'a ve "Bulgar milleti"ne verilecek imtiyazların, "Ermeni milleti"ne de verilmesini, işgal edilen toprakların boşaltılması hâlinde ise maddî bir teminât alınmasını ve ıslâhatın tatbik ve tamamlanmasına kadar Rus işgalinin devam etmesini istiyorlardı.
1877-1878 Osmanlı-Rus Savaşı, Plevne'nin düşmesinden ve Ruslara İstanbul yolunun açılmasından sonra Osmanlıların barış istemeleri üzerine 31 Ocak 1878 tarihinde Edirne'de yapılan mütareke ile sona ermiş, barış şartları ise Ayastefanos (Yeşilköy)'ta tespit edilmiştir. Mütâreke görüşmelerinin Edirne'de başlaması üzerine buraya da bir heyet gönderen Nerses Varjabedyan, bu iş için Edirne Başpiskoposu Kevork Vartabed Rusçukliyan ile Türk murahhas heyetinde görevli Stefan Aslanva Paşa ve Hovannes Nuryan Efendiyi görevlendirmişti. Rus murahhas heyetinde bulunan eski İstanbul elçisi İgnatiyef, Ermeni heyetine, Bulgarlara verilen hakların kendilerine verilemeyeceğini, fakat gelecekte Ermenilere bağımsızlık verileceği gün için hazır bulunmalarını bildirdi. Ermeni heyeti, bütün gayretlerine rağmen Edirne Mütârekesi'nde bir netice alamamış, Ermeniler ile ilgili bir hüküm elde edememişti.
Nihayet, Ayastefanos'da devam eden barış görüşmeleri sırasında bizzat Nerses Varjabedyan ve bazı Ermeni ileri gelenleri, Rus murahhas heyeti başkanı, Çar'ın kardeşi Grandük Nikola ile görüşerek, antlaşmaya Ermeniler ile ilgili bir madde koydurmaya muvaffak oldular. 3 Mart 1878 tarihinde Osmanlı Devleti ile Rusya arasında imzalanan ve gayet ağır hükümler taşıyan Ayastefanos Antlaşması'nın 16. Madde'sinde geçen "Ermenistan" tâbiri ile böyle bir memleketin varlığı da Osmanlı Devleti'ne kabul ettirilmiş oluyordu. Ancak bu antlaşma yürürlüğe girmeyecekti. Çünkü Rusya, Orta Doğu'daki devletlerarası dengeyi bozmuş, bu durum da Osmanlı İmparatorluğu'nün toprak bütünlüğünü koruma politikasını takip eden İngiltere'nin hoşuna gitmemiş idi.
Ayastefanos Antlaşması'nın Berlin'de tâdil edileceği haberini alan Patrik Varjabedyan, harekete geçerek, toplanacak olan kongreye katılacak bütün devletler nezdinde yoğun bir faaliyette bulunmaya başlamıştı. Bu amaç doğrultusunda Beşiktaş Başpiskoposu Horen Nar Bey, Rusya (St.Petersburg)'ya giderek, Çar II. Aleksandr tarafından kabul edildi. Horen Nar Bey, Çar'dan, Osmanlı Ermenilerini himaye etmeye devam etmesini ve Berlin Kongresi'nde davalarını savunmasını rica etmişti. Eski Patrik Hırimyan'ın başkanlığında bir heyet de Avrupa başkentlerini (Roma, Viyana, Paris, Londra) dolaşarak siyaset adamlarını Ermeni Davası (Hai Tahd)'na kazanmak için propagandaya çıkmıştı. Bu heyetin elinde, Ermeni isteklerini belirten ve Türkiye'de Ermenistan kurulması için hazırlanan 7 maddeden müteşekkil bir proje bulunuyordu.
Patrik Nerses Varjabedyan da, bir taraftan Mançester Ermeni Komitesi Başkanı Karekin Papazyan'a gönderdiği bir mektupta, siyasetlerinin Rusya'ya minnettar kalarak, İngiltere'den ümit ve onun sayesinde hedefleri olan maddî ve manevî refaha ulaşmak olduğunu belirtiyor, diğer taraftan 30 Haziran'da İstanbul'da İngiliz Büyükelçisi Layard'ı tekrar ziyaret ederek projelerini Kongre'ye vermiş olduklarını ifade ederek, İngiltere'nin bu projeyi desteklemesini istiyordu.
Patrik Nerses ayrıca, Osmanlı İmparatorluğu'nda yaşayan Ermeniler'in nüfusları hakkında da büyük devletlere, tahrif edilmiş rakamlara ulaşan kilise istatistikleri göndermiş idi.
Neticede sun'î Mesele, Ayastefanos Antlaşması'nın 16. Madde'si fazla değişikliğe uğramadan 13 Temmuz 1878 tarihinde imzalanan Berlin Muahedesi'nin 61. Madde'si olarak kabul edildi. Böyle ce,"Ermeni Meselesi", büyük devletlerin nezaretinde olmak üzere Osmanlı Devleti'nde yapılacak bir "Islahat Meselesi" hâlinde tespit edilmiş olunuyordu. 61. Madde, Ermenilere umdukları bağımsızla veya Lübnan benzeri muhtariyeti sağlamamış, ıslahat (reform) vaadinden başka bir şey getirmemiş idi. Ermeniler bu durumdan memnun kalmamışlardı. Bu sebeple az sonra, Ermeniler amaçlarm ulaşmak için Kilise'nin riyasetinde isyan çıkarmak ve kan dökmek sureti ile Avrupa ve Rusya'nın müdahalesini isteyeceklerdir.