ziberkan
Super Moderator
KAPADOKYA'NIN BAŞKENTİ NEVŞEHİR
Hitit, Frig mitolojisinde, volkan tanrılarının oluşturduğu, yağmur ve rüzgâr tanrılarının yumuşak ve sihirli ellerinde biçimlendirdiği Kapadokya planetinde; Nevşehir bölgesi, doğanın yazıp çizdiği ve bize bahşettiği büyülü bir masaldır. Doğa ve tarihin Dünyada en güzel bütünleştiği yerdir. Coğrafik olaylar Peribacaları'nı oluştururken, tarihi süreçte, insanlar da, bu peribacalarının içlerine konut oymuş, kilise oymuş ve fresklerle süsleyerek, binlerce yıllık yaşlı medeniyetlerin izlerini taşımıştır günümüze. Bu akılalmaz kültür hazinesini kurtarabilmek, başkalarına kaptırmamak için Miletli Thales bile, Lidya Kralı'nın Pers istilalarına karşı koyabilmesi için, Kızılırmağı (Halys) ikiye bölerek orduyu karşıya geçirmiş ve tarihteki ilk bilimsel hesaplarını gene buralarda gerçekleşmiştir. Nevşehir Kapodokya planetinin başkentidir. Ancak, Kapodokya'nın şöhreti günümüzde öylesine artmış ve sınırlarından öylesine taşmıştır ki; Nevşehir'in adı Kapadokya'nın içinde kaybolmaya yüz tutmuştur. Bu nedenle burada, Nevşehir bölgesinin tarihi-kültürel konumu bütünündeki yerini sunmayı amaçladık.
Avanos, Zelve, Göreme çevresinin tabii güzellikleri ve kültürel zenginlikleri yüzyıllar boyunca tarih yazarlarının ve seyyahlarının ilgisini çekmiştir. Kapadokya Persler döneminde "Katpatuka" adıyla anılmaya başlamış ve Katpatukka iyi at yetiştirilen bölge anlamına gelmiştir. Ancak kelimenin Hatti, Luvit, Hitit ve Asurlu olduğu tartışılması hala gündemdedir. Bu alanda at ve atçılıkla ilgili kaynaklar da mevcuttur. Büyük Devlet zamanında da (M.Ö 1460-1190), Hititler at yetiştirmeye büyük bir ehemmiyet veriyorlardı. Bu maksat için Mitanni memleketinden uzman at yetiştiricileri getirttikleri ve onların tavsiyelerin tabletlere yazdırarak kuşaktan kuşağa intikalini sağladıklarını görüyoruz. Gerçekten de Boğazköy Devlet arşivi arasında Kikkuli isminde Mittanili genç bir at yetiştirme uzmanı tarafından yazılmış bir eser ele geçmiştir.
Xenophon M.Ö. 401'de Amasyalı Strabon M.S. 18 yıllarında, Nıssa'lı Gregoir M.S. 334-394'te ve gene Maçan'lı (Göremeli) genç bağcı (M.S 495-515) bize, yöre tarihi hakkında önemli yazılar bırakmışlardır. Fransa Kraliyet Sarayı tarafından Akdeniz ülkelerine geziler yapmakla görevlendirilen Paul Lucas da bu ilginç bölgeyi seyahatnamesinde yakın dönem Avrupasına tanıtan ilk kişidir.
Doğu ülkelerinde, incelemeler yapmak üzere Fransa Kralı XIV. Louis tarafından görevlendirilen Paul Lucas, 1705 yılının Ağustos ayında, Ankara'da Kayseri'ye giderken, Avanos ve Ürgüp çevresine geldiğinde hayretler içinde kalır. Bölgenin adeta bir masal ülkesini andıran jeolojik yapısı, özellikle içinde insanların yaşadığı ilginç kaya mekanları, kiliseler ve içlerinin renkli dünyası onu şaşkına çevirir.
Lucas, memleketine döndükten sonra, gezi notlarını iki ciltlik bir seyahatname halinde 1712'de Paris yayınlar, Kapodokya bölgesinde gördüklerini, biraz haya gücünü de katarak oldukça abartılı bir anlatımla tasvir ederken: "...Kızılırmağın karşı kıyısındaki eski yapı kalıntılarını gördüğümde, inanılmaz bir şaşkınlığa düştüm. Bunlar çok sayıda hiç görülmemiş piramitlerdi. "(...) Hepsinin içinde güzel bir kapısı, yukarı çıkmak için güzel bir merdiveni ve tüm odaların aydınlanmasını sağlamak için büyük pencereleri vardı. Tek bir kaya kütlesinin içine üstüste oyulmuş birçok daireden oluşuyorlardı. (...) Bunların sayısı iki ya da üç yüz değil, iki binden fazlaydı. İlk önce bu piramitlerin eski keşişlere ait konutlar olabileceğini düşündüm. Gördüğüm bu şekiller bana keşişlerin başlıklarını anımsattı. Fakat daha sonra başka değişik şekillerin de olduğunu farkettim." demektedir.
Bölgeden 1714 yılında ikinci geçişinde de bu peri bacalarını "yok olmuş antik bir şehrin mezarlığı" olarak nitelendirdi. Bunun üzerine Kral XIV. Louis'in sarayında büyük bir skandal patladı ve Paul Lucas'ın yalancılık hastalığına (mıthomanie) yakalandığına inanmaya başladılar, hatta bunun için İstanbul'daki Fransız Büyükelçisi Comte Desalleurs'tan bu yöreye gidip Paul Lucas'ın doğruyu söyleyip söylemediğini araştırmasını istedi. Mr.le Comte Desalleurs, olayın doğru olduğunu ve binlerce piramit şeklinde olgunun varolduğunu doğruladı. Seyahatname yayınlandığında Avrupa kamuoyunda büyük tartışmalara yol açmıştır. Gravürde görülen Ürgüp ve çevresi, o günün Avrupası için oldukça uzak bir diyardır. Üstelik Lucas'ın yöre hakkında verdiği bilgiler, Kapadokya konusunda antik kaynaklarda geçenlere de uymamaktadır. Paul Lucas'ın bu fantastik tasviri Batıda büyük ilgi çekmiş ancak bazılarına inandırıcı gelmemiş ve şüphe ile karşılanmıştır. Alman yazar C.M. Wieland (1733-1814) eleştirilerini şu cümlelerle dile getirmiştir: "Herhangi eski bir yazarın kitabında veya seyahatnamesinde en ufak bir bahsine rastlamadığımız bu denli çok sayıda ev biçiminde oyulmuş piramidlerin varlığına inanmak imkansızdır."
Ürgüp ve Göreme'nin daha gerçekçi tanıtımı ise bölgeye Lucas'tan yaklaşık 130 yıl sonra gelen Fransız seyyah Charles Texier'e aittir. Fransa Hükümeti tarafından Anadolu'da araştırmalar yapmakla görevlendirilen bu ünlü mimar, 1833 ve 1837 yıllarındaki seyahatleri sırasında Kapadokya bölgesini de ayrıntılı bir şekilde ele almıştır. Daha sonra Anadolu'daki gezi ve incelemelerinin sonuçlarını altı ciltlik "Description de I'Asie Mineure..." adlı anıtsal eserinde gravür ve planlarıyla birlikte yayınlarken "...Doğa, hiçbir zaman kendini bir yabancının gözlerine böylesine olağanüstü bir şekilde sergilememiştir. Dünyanın hiçbir bölgesinde böylesine sürekli ve daha düşsel bir tabii olay varolduğunu duymadım." demektedir.
Lucas'tan sonra bölgeye, Avrupalı seyyahlar 19. Yüzyılda daha çok bilimsel amaçlarla araştırmalar yapmaya gelmişler ve bu değişik jeolojik yapı karşısında şaşkınlıklarını gizleyememişlerdir. İngiliz Seyyah W.F. Ainsworth, volkanik vadinin gerçek dışı görünümünü şöyle aktarır: "Nehir boyunca uzanan bir vadiden geçtikten sonra, kendimizi birden bire sonsuz bir karmaşa halinde çevreleyen koni ve sütun biçimli kayalardan oluşan bir ormanda bulduk. Çok eski ve büyük bir kentin harabelerini geziyor gibiydik. Bazı koniler üstte büyük ve şekilsiz kaya parçaları taşıyordu."
1837 yılı Temmuz'unda bölgeye gelen ünlü İngiliz jeologlarından W.J. Hamilton "Kelimeler bu olağanüstü yörenin görünümünü anlatmaya yetmemektedir" diyerek Texier'in görünüşüne katılmaktadır. 1838 Ekim'inde Prusyalı ünlü Feldmareşal Moltke, Kayseri'den Nevşehir'e giderken Ürgüp'e uğramış; "Dimdik ve mağaralarla garip bir şekilde oyuk oyuk olmuş bir kayalığın üzerindeki eski bir kale, kasabanın tepesinden bakıyordu. Ürgüp'ün evleri taştan, son derece zarif yapılmıştır... Ürgüp'ün arkasındaki yayla bağlarla örtülüdür ve derin vadilerle bölünmüştür. Bunların yamaçlarında eski duvar kağıtlarda görülen resimler gibi garip kaleler yükselir" diyerek yörenin karakteristik dokusuna dikkat çekmektedir.
Texier'in 1862'de yayınlanan "asie Mineure" adlı kitabında kaya kiliseleri ile ilgili bilgiler daha geniş bir şekilde yer alır. 1864'te ise İngiliz mimar R.P. Pullan ile birlikte yayınladığı Bizans mimarisi ile ilgili eserde Ürgüp ve çevresindeki kaya kiliseleri de ayrıntılı bir şekilde yer almaktadır. İngiliz W.J. Hamilton ise; "Kelimeler bu olağan üstü yerin görüntüsünü tasvir etmeye yeterli değildir " cümlesi ile hayranlığı belirtir. Bilimsel araştırmalar ve yayınlar 19.yüzyılın sonlarında başlamıştır. Kapadokya bölgesinin fiziki yapısının analizi ve tarihi kaynaklarının tanıtılması A.D. Mordtmann, W.M. Ramsey, J.R.S. Sterret ve Ch. Texier gibi bilim adamları tarafından gerçekleştirilmiştir. 1907-1912 yıllarında G. de Jerphanion'ın Kapadokya Kaya Kiliseleri adlı anıtsal eser; kaya kiliseleri, manastırlar ve içindeki duvar fresklerini sanat tarihi açısından sistematik şekilde ele alan ilk büyük çalışmadır. 1958'de Fransız Nicole Thierry ve Catherine Jolivet rahip Jerphanion'un incelenmesinde bulunmayan kiliseleri neşrederek Kapadokyanın bugünkü şöhretine erişmesine yardımcı olmuştur.
Bölgede İlk İnsan İzleri
Bölgede paleolitik izlere rastlanmakla birlikte bu tür kültürlerin tarihleri çok uzağa gitmemekte, belki son paleolitik dönemi temsil etmektedirler. Her halûkarda günümüze dek ele geçen veriler bu yöndedir. Bunun sebebi olarak da 'Würm' Buzulunun Anadolu platosunda uzun süre kalmış olması ve bilhassa volkan patlamalarının insan yerleşimlerine müsaade etmemiş olduğunu varsaymamız gerekmektedir. Ancak tüm bu kanıt eksikliğine rağmen Kapadokya bölgesinin nehir kıyılarının ve tatlı su kaynaklarının bol olduğu vadiler, ilk insan oturumlarına çok müsait doğal yaşam kaynakları sunmuş oldukları açıktır. Çoğu kez metal kullanımına bile gerek duymadan (zira daha sert bir taşla; örneğin obsidienle) kolaylıkla oyulabilen tüf kayaların insanlara sıcak konut teşkil etmiş olduklarını düşünmek de yanlış olmayacaktır. Vadi kenarlarındaki yüksek kaya mekanların da korunmaya müsait olduğu açıktır. Biliyoruz ki yüzbinlerce yıl insan toplulukları meyva toplayıcılığı, av ve balık avcılığı yaparak varlıklarını sürdürmüşler ve suya olan hayati bağımlılıklarından dolayı da nehir kenarlarına yerleşmişlerdir. Bu bağlamda Kızılırmak bu tarihi görevini kuşkusuz sessizce yerine getirmiştir. Ancak bunları kanıtlayacak izlere rastlanmaması Kapodokya'nın yaşayan doğasının sonucu; zaman süreci içinde bu izlerin bir sonra gelenler tarafından genişletilip tekrar oturuma sahne olmasıyla silinmekte, yok olmaktadır. Bu nedenle Kapodokya kaya mekanları tarihlendirmek çok zor hatta bazen imkansız olmaktadır.
Gelveri yakınında Kıta Avrupası kültürleri ile de bağlantılı bir prehistorik olduğu kadar Hitit döneminden de bölgede önemli yerleşimler ve eserlerin yanı sıra, Ürgüp'ün 8 km. güneydoğusunda Avla Tepesinde İngiliz arkeologları paleolotik ve neolatik döneme ait taş aletler bulmuşlardır. Aynı şekilde Ankara İngiliz Arkeolojisi Enstitüsü'nün 1964-1966 yılları arasında yaptığı prehistorik araştırmalar ortaya oldukça ilginç bulgular çıkartmıştır. Ian Todd başkanlığında gerçekleştirilen bu yüzey araştırmaları sonucu, çoğu Nevşehir, Niğde, yöresinde olmak üzere Neolotik Dönem'den başlayan bir çok yerleşme saptanmıştır. Nevşehir il sınırları içinde kalan İğdeli Çeşme, Acıgöl, Tatlarin kasabasında çok büyük bir Neolitik çağ yerleşimi bunlardan bazılarıdır. Aksaray'ın 18 km. kuzey batısında Tuz Gölüne (Tatta) yakın Yeşilova'da yapılan Acemhöyük kazıları oldukça ilginçtir. Yapıdaki buluntuları IV.yy.sonu-VII.yy. ortasına ilişkindir. Bizans yapılarının altında, düzenli dizilmiş evlerden oluşan bir yerleşme ortaya çıkarılmıştır. Buluntulardan, burasının tarımla uğraşan savunmasız bir yerleşme olduğu anlaşılmaktadır. Bizans yerleşmesinden sonraki katın (III.kat) roma Dönemi'nden olması gerekirken, Helenistik özellik taşıyan keramikler ve M.Ö.I. yy. ile M.S. I. yy arasına tarihlenebilir. Bunun altındaki yaklaşık dört metrelik bir kültür katı da yine Helenistik Dönem'e ilişkindir. Dört mimari kattan oluşan bu yerleşmelerin hemen tümünde yangın, deprem izleri görülmektedir. IV. kat yerleşmesi şiddetli yangınla son bulmuştur. V. katta ise üstlerine gelen bir şeyden korunmaya çalışan, kıvrılmış iki yaşlı insan bedeni korkunç bir depremi çok açık olarak anlatmaktadır. Yangınla yıkılmış VII. katta da iki genç insanın kıvrılmış vücutları bulunmuştur. VIII. kattan sonra megaron planlı evler görülmeye başlar. XVI. katta dolma set üstüne oturan kerpiçten sur duvarı ortaya çıkarılmıştır. M.Ö. 600-500'e tarihlenen XVII. katta , geometrik motifli, parlak al seramikler bulunmuştur. XIX.-XXIV. katlar arasında Hitit ve İlk Bronz Çağ kültür kalıntıları vardır. XIX. XX, XXII. katlarda basit teknikle yapılmış sur kalıntıları, Hitit geleneğinden kaplar bulunmuştur. M.Ö. 4000 yıllarına kadar uzanan kalkolitik ve erken Bronz Çağı kalıntıları düzenli bir şekilde saptanmıştır. 1968 yılında Hacı Bektaş höyüğü (Sulucakarahöyük) bölgede eski Hitit'ten başlayarak Orta Hitit, Frig, Roma, Geç Roma ve Bizans izleri vermesi Topaklı Höyükte İtalyanlar'ın 1967'de başlattığı kazılarda İlk Bronz Çağ'dan Bizans Dönemi'ne uzanan 24 mimari kat ortaya çıkarılmış olması, Nevşehir yöresinin çok eski bir oturum yeri olduğunu kanıtlamaktadır.
Hitit, Frig mitolojisinde, volkan tanrılarının oluşturduğu, yağmur ve rüzgâr tanrılarının yumuşak ve sihirli ellerinde biçimlendirdiği Kapadokya planetinde; Nevşehir bölgesi, doğanın yazıp çizdiği ve bize bahşettiği büyülü bir masaldır. Doğa ve tarihin Dünyada en güzel bütünleştiği yerdir. Coğrafik olaylar Peribacaları'nı oluştururken, tarihi süreçte, insanlar da, bu peribacalarının içlerine konut oymuş, kilise oymuş ve fresklerle süsleyerek, binlerce yıllık yaşlı medeniyetlerin izlerini taşımıştır günümüze. Bu akılalmaz kültür hazinesini kurtarabilmek, başkalarına kaptırmamak için Miletli Thales bile, Lidya Kralı'nın Pers istilalarına karşı koyabilmesi için, Kızılırmağı (Halys) ikiye bölerek orduyu karşıya geçirmiş ve tarihteki ilk bilimsel hesaplarını gene buralarda gerçekleşmiştir. Nevşehir Kapodokya planetinin başkentidir. Ancak, Kapodokya'nın şöhreti günümüzde öylesine artmış ve sınırlarından öylesine taşmıştır ki; Nevşehir'in adı Kapadokya'nın içinde kaybolmaya yüz tutmuştur. Bu nedenle burada, Nevşehir bölgesinin tarihi-kültürel konumu bütünündeki yerini sunmayı amaçladık.
Avanos, Zelve, Göreme çevresinin tabii güzellikleri ve kültürel zenginlikleri yüzyıllar boyunca tarih yazarlarının ve seyyahlarının ilgisini çekmiştir. Kapadokya Persler döneminde "Katpatuka" adıyla anılmaya başlamış ve Katpatukka iyi at yetiştirilen bölge anlamına gelmiştir. Ancak kelimenin Hatti, Luvit, Hitit ve Asurlu olduğu tartışılması hala gündemdedir. Bu alanda at ve atçılıkla ilgili kaynaklar da mevcuttur. Büyük Devlet zamanında da (M.Ö 1460-1190), Hititler at yetiştirmeye büyük bir ehemmiyet veriyorlardı. Bu maksat için Mitanni memleketinden uzman at yetiştiricileri getirttikleri ve onların tavsiyelerin tabletlere yazdırarak kuşaktan kuşağa intikalini sağladıklarını görüyoruz. Gerçekten de Boğazköy Devlet arşivi arasında Kikkuli isminde Mittanili genç bir at yetiştirme uzmanı tarafından yazılmış bir eser ele geçmiştir.
Xenophon M.Ö. 401'de Amasyalı Strabon M.S. 18 yıllarında, Nıssa'lı Gregoir M.S. 334-394'te ve gene Maçan'lı (Göremeli) genç bağcı (M.S 495-515) bize, yöre tarihi hakkında önemli yazılar bırakmışlardır. Fransa Kraliyet Sarayı tarafından Akdeniz ülkelerine geziler yapmakla görevlendirilen Paul Lucas da bu ilginç bölgeyi seyahatnamesinde yakın dönem Avrupasına tanıtan ilk kişidir.
Doğu ülkelerinde, incelemeler yapmak üzere Fransa Kralı XIV. Louis tarafından görevlendirilen Paul Lucas, 1705 yılının Ağustos ayında, Ankara'da Kayseri'ye giderken, Avanos ve Ürgüp çevresine geldiğinde hayretler içinde kalır. Bölgenin adeta bir masal ülkesini andıran jeolojik yapısı, özellikle içinde insanların yaşadığı ilginç kaya mekanları, kiliseler ve içlerinin renkli dünyası onu şaşkına çevirir.
Lucas, memleketine döndükten sonra, gezi notlarını iki ciltlik bir seyahatname halinde 1712'de Paris yayınlar, Kapodokya bölgesinde gördüklerini, biraz haya gücünü de katarak oldukça abartılı bir anlatımla tasvir ederken: "...Kızılırmağın karşı kıyısındaki eski yapı kalıntılarını gördüğümde, inanılmaz bir şaşkınlığa düştüm. Bunlar çok sayıda hiç görülmemiş piramitlerdi. "(...) Hepsinin içinde güzel bir kapısı, yukarı çıkmak için güzel bir merdiveni ve tüm odaların aydınlanmasını sağlamak için büyük pencereleri vardı. Tek bir kaya kütlesinin içine üstüste oyulmuş birçok daireden oluşuyorlardı. (...) Bunların sayısı iki ya da üç yüz değil, iki binden fazlaydı. İlk önce bu piramitlerin eski keşişlere ait konutlar olabileceğini düşündüm. Gördüğüm bu şekiller bana keşişlerin başlıklarını anımsattı. Fakat daha sonra başka değişik şekillerin de olduğunu farkettim." demektedir.
Bölgeden 1714 yılında ikinci geçişinde de bu peri bacalarını "yok olmuş antik bir şehrin mezarlığı" olarak nitelendirdi. Bunun üzerine Kral XIV. Louis'in sarayında büyük bir skandal patladı ve Paul Lucas'ın yalancılık hastalığına (mıthomanie) yakalandığına inanmaya başladılar, hatta bunun için İstanbul'daki Fransız Büyükelçisi Comte Desalleurs'tan bu yöreye gidip Paul Lucas'ın doğruyu söyleyip söylemediğini araştırmasını istedi. Mr.le Comte Desalleurs, olayın doğru olduğunu ve binlerce piramit şeklinde olgunun varolduğunu doğruladı. Seyahatname yayınlandığında Avrupa kamuoyunda büyük tartışmalara yol açmıştır. Gravürde görülen Ürgüp ve çevresi, o günün Avrupası için oldukça uzak bir diyardır. Üstelik Lucas'ın yöre hakkında verdiği bilgiler, Kapadokya konusunda antik kaynaklarda geçenlere de uymamaktadır. Paul Lucas'ın bu fantastik tasviri Batıda büyük ilgi çekmiş ancak bazılarına inandırıcı gelmemiş ve şüphe ile karşılanmıştır. Alman yazar C.M. Wieland (1733-1814) eleştirilerini şu cümlelerle dile getirmiştir: "Herhangi eski bir yazarın kitabında veya seyahatnamesinde en ufak bir bahsine rastlamadığımız bu denli çok sayıda ev biçiminde oyulmuş piramidlerin varlığına inanmak imkansızdır."
Ürgüp ve Göreme'nin daha gerçekçi tanıtımı ise bölgeye Lucas'tan yaklaşık 130 yıl sonra gelen Fransız seyyah Charles Texier'e aittir. Fransa Hükümeti tarafından Anadolu'da araştırmalar yapmakla görevlendirilen bu ünlü mimar, 1833 ve 1837 yıllarındaki seyahatleri sırasında Kapadokya bölgesini de ayrıntılı bir şekilde ele almıştır. Daha sonra Anadolu'daki gezi ve incelemelerinin sonuçlarını altı ciltlik "Description de I'Asie Mineure..." adlı anıtsal eserinde gravür ve planlarıyla birlikte yayınlarken "...Doğa, hiçbir zaman kendini bir yabancının gözlerine böylesine olağanüstü bir şekilde sergilememiştir. Dünyanın hiçbir bölgesinde böylesine sürekli ve daha düşsel bir tabii olay varolduğunu duymadım." demektedir.
Lucas'tan sonra bölgeye, Avrupalı seyyahlar 19. Yüzyılda daha çok bilimsel amaçlarla araştırmalar yapmaya gelmişler ve bu değişik jeolojik yapı karşısında şaşkınlıklarını gizleyememişlerdir. İngiliz Seyyah W.F. Ainsworth, volkanik vadinin gerçek dışı görünümünü şöyle aktarır: "Nehir boyunca uzanan bir vadiden geçtikten sonra, kendimizi birden bire sonsuz bir karmaşa halinde çevreleyen koni ve sütun biçimli kayalardan oluşan bir ormanda bulduk. Çok eski ve büyük bir kentin harabelerini geziyor gibiydik. Bazı koniler üstte büyük ve şekilsiz kaya parçaları taşıyordu."
1837 yılı Temmuz'unda bölgeye gelen ünlü İngiliz jeologlarından W.J. Hamilton "Kelimeler bu olağanüstü yörenin görünümünü anlatmaya yetmemektedir" diyerek Texier'in görünüşüne katılmaktadır. 1838 Ekim'inde Prusyalı ünlü Feldmareşal Moltke, Kayseri'den Nevşehir'e giderken Ürgüp'e uğramış; "Dimdik ve mağaralarla garip bir şekilde oyuk oyuk olmuş bir kayalığın üzerindeki eski bir kale, kasabanın tepesinden bakıyordu. Ürgüp'ün evleri taştan, son derece zarif yapılmıştır... Ürgüp'ün arkasındaki yayla bağlarla örtülüdür ve derin vadilerle bölünmüştür. Bunların yamaçlarında eski duvar kağıtlarda görülen resimler gibi garip kaleler yükselir" diyerek yörenin karakteristik dokusuna dikkat çekmektedir.
Texier'in 1862'de yayınlanan "asie Mineure" adlı kitabında kaya kiliseleri ile ilgili bilgiler daha geniş bir şekilde yer alır. 1864'te ise İngiliz mimar R.P. Pullan ile birlikte yayınladığı Bizans mimarisi ile ilgili eserde Ürgüp ve çevresindeki kaya kiliseleri de ayrıntılı bir şekilde yer almaktadır. İngiliz W.J. Hamilton ise; "Kelimeler bu olağan üstü yerin görüntüsünü tasvir etmeye yeterli değildir " cümlesi ile hayranlığı belirtir. Bilimsel araştırmalar ve yayınlar 19.yüzyılın sonlarında başlamıştır. Kapadokya bölgesinin fiziki yapısının analizi ve tarihi kaynaklarının tanıtılması A.D. Mordtmann, W.M. Ramsey, J.R.S. Sterret ve Ch. Texier gibi bilim adamları tarafından gerçekleştirilmiştir. 1907-1912 yıllarında G. de Jerphanion'ın Kapadokya Kaya Kiliseleri adlı anıtsal eser; kaya kiliseleri, manastırlar ve içindeki duvar fresklerini sanat tarihi açısından sistematik şekilde ele alan ilk büyük çalışmadır. 1958'de Fransız Nicole Thierry ve Catherine Jolivet rahip Jerphanion'un incelenmesinde bulunmayan kiliseleri neşrederek Kapadokyanın bugünkü şöhretine erişmesine yardımcı olmuştur.
Bölgede İlk İnsan İzleri
Bölgede paleolitik izlere rastlanmakla birlikte bu tür kültürlerin tarihleri çok uzağa gitmemekte, belki son paleolitik dönemi temsil etmektedirler. Her halûkarda günümüze dek ele geçen veriler bu yöndedir. Bunun sebebi olarak da 'Würm' Buzulunun Anadolu platosunda uzun süre kalmış olması ve bilhassa volkan patlamalarının insan yerleşimlerine müsaade etmemiş olduğunu varsaymamız gerekmektedir. Ancak tüm bu kanıt eksikliğine rağmen Kapadokya bölgesinin nehir kıyılarının ve tatlı su kaynaklarının bol olduğu vadiler, ilk insan oturumlarına çok müsait doğal yaşam kaynakları sunmuş oldukları açıktır. Çoğu kez metal kullanımına bile gerek duymadan (zira daha sert bir taşla; örneğin obsidienle) kolaylıkla oyulabilen tüf kayaların insanlara sıcak konut teşkil etmiş olduklarını düşünmek de yanlış olmayacaktır. Vadi kenarlarındaki yüksek kaya mekanların da korunmaya müsait olduğu açıktır. Biliyoruz ki yüzbinlerce yıl insan toplulukları meyva toplayıcılığı, av ve balık avcılığı yaparak varlıklarını sürdürmüşler ve suya olan hayati bağımlılıklarından dolayı da nehir kenarlarına yerleşmişlerdir. Bu bağlamda Kızılırmak bu tarihi görevini kuşkusuz sessizce yerine getirmiştir. Ancak bunları kanıtlayacak izlere rastlanmaması Kapodokya'nın yaşayan doğasının sonucu; zaman süreci içinde bu izlerin bir sonra gelenler tarafından genişletilip tekrar oturuma sahne olmasıyla silinmekte, yok olmaktadır. Bu nedenle Kapodokya kaya mekanları tarihlendirmek çok zor hatta bazen imkansız olmaktadır.
Gelveri yakınında Kıta Avrupası kültürleri ile de bağlantılı bir prehistorik olduğu kadar Hitit döneminden de bölgede önemli yerleşimler ve eserlerin yanı sıra, Ürgüp'ün 8 km. güneydoğusunda Avla Tepesinde İngiliz arkeologları paleolotik ve neolatik döneme ait taş aletler bulmuşlardır. Aynı şekilde Ankara İngiliz Arkeolojisi Enstitüsü'nün 1964-1966 yılları arasında yaptığı prehistorik araştırmalar ortaya oldukça ilginç bulgular çıkartmıştır. Ian Todd başkanlığında gerçekleştirilen bu yüzey araştırmaları sonucu, çoğu Nevşehir, Niğde, yöresinde olmak üzere Neolotik Dönem'den başlayan bir çok yerleşme saptanmıştır. Nevşehir il sınırları içinde kalan İğdeli Çeşme, Acıgöl, Tatlarin kasabasında çok büyük bir Neolitik çağ yerleşimi bunlardan bazılarıdır. Aksaray'ın 18 km. kuzey batısında Tuz Gölüne (Tatta) yakın Yeşilova'da yapılan Acemhöyük kazıları oldukça ilginçtir. Yapıdaki buluntuları IV.yy.sonu-VII.yy. ortasına ilişkindir. Bizans yapılarının altında, düzenli dizilmiş evlerden oluşan bir yerleşme ortaya çıkarılmıştır. Buluntulardan, burasının tarımla uğraşan savunmasız bir yerleşme olduğu anlaşılmaktadır. Bizans yerleşmesinden sonraki katın (III.kat) roma Dönemi'nden olması gerekirken, Helenistik özellik taşıyan keramikler ve M.Ö.I. yy. ile M.S. I. yy arasına tarihlenebilir. Bunun altındaki yaklaşık dört metrelik bir kültür katı da yine Helenistik Dönem'e ilişkindir. Dört mimari kattan oluşan bu yerleşmelerin hemen tümünde yangın, deprem izleri görülmektedir. IV. kat yerleşmesi şiddetli yangınla son bulmuştur. V. katta ise üstlerine gelen bir şeyden korunmaya çalışan, kıvrılmış iki yaşlı insan bedeni korkunç bir depremi çok açık olarak anlatmaktadır. Yangınla yıkılmış VII. katta da iki genç insanın kıvrılmış vücutları bulunmuştur. VIII. kattan sonra megaron planlı evler görülmeye başlar. XVI. katta dolma set üstüne oturan kerpiçten sur duvarı ortaya çıkarılmıştır. M.Ö. 600-500'e tarihlenen XVII. katta , geometrik motifli, parlak al seramikler bulunmuştur. XIX.-XXIV. katlar arasında Hitit ve İlk Bronz Çağ kültür kalıntıları vardır. XIX. XX, XXII. katlarda basit teknikle yapılmış sur kalıntıları, Hitit geleneğinden kaplar bulunmuştur. M.Ö. 4000 yıllarına kadar uzanan kalkolitik ve erken Bronz Çağı kalıntıları düzenli bir şekilde saptanmıştır. 1968 yılında Hacı Bektaş höyüğü (Sulucakarahöyük) bölgede eski Hitit'ten başlayarak Orta Hitit, Frig, Roma, Geç Roma ve Bizans izleri vermesi Topaklı Höyükte İtalyanlar'ın 1967'de başlattığı kazılarda İlk Bronz Çağ'dan Bizans Dönemi'ne uzanan 24 mimari kat ortaya çıkarılmış olması, Nevşehir yöresinin çok eski bir oturum yeri olduğunu kanıtlamaktadır.