Konu: 6-7 Eylül olayları

A Çevrimdışı

ahugur74

New member
Konu: 6-7 Eylül olayları
Konuklar: Marmara Üniversitesi Öğretim Üyesi Prof. Dr. Ayhan Aktar, Bochum Ruhr Üniversitesi Öğretim Üyesi Dr. Dilek Güven ve Apoyevmatini Gazetesi Genel Yayın Müdürü Mihalis Vasiliadis


Oğuz Haksever: Zaman zaman gündeme gelirdi. Özellikle de yıldönümlerinde ama bu kez kışkırtma sonucu 1955 yılında Rum kökenlilerin evlerinin, işlerinin, ibadethanelerinin, vakıflarının saldırıya uğradığı, yağmalandığı 6-7 Eylül olaylarının 50. yıldönümü. Üstelik 50 yıldır kamuoyunun görmediği çok sayıda fotoğraf söz konusu. 6-7 Eylül olaylarıyla ilgili davaya bakan yargıcın tarih vakfına teslim ettiği ve bugünden itibaren sergilenecek fotoğraflardan hareketle hemen hemen bütün gazeteler hatta medya organları, diğer medya organları konuya geniş yer veriyorlar. Böylece iki vesileyle 50. yıldönümüyle ve yeni belgelerle 6-7 Eylül olayları bir çeşit yüzleşmeye dönüşüyor. İyi günler. 6-7 olaylarını Yakın Plan’a alıyoruz. Konuklarımıza geçmeden önce hatırlıyoruz.

-Atatürk'ün doğduğu Selanik'teki evin bombalandığı söylentileri bir dalga gibi yayılıyordu. Dalga Türkiye'ye ulaştığında İstanbul Ekspres gazetesi çoktan baskıya çıkmıştı bile. Takvimler 6 Eylül'ü gösteriyordu. Aslında eve bir saldırı olmuştu ama olay gazetenin dediği gibi çok büyük bir yıkımla sonuçlanmamıştı. Sadece bir pencere camı kırılmıştı. Oysa Türkiye'ye gelen habere göre Atatürk'ün evi yerle bir edilmişti. Halk sokaklara fırladı. Hedef, Rum vatandaşların evleri, işyerleri ve ibadethaneleriydi. İstiklal caddesinde yerlerde kumaş parçaları, sokaklarda tanklar ve ters çevrilmiş arabalar vardı. Sıkı yönetim ilan edilmişti. Provokasyon kanlı bir bilançoyla sonuçlanmıştı. Saldırı ve yağmalar sonunda binlerce gayrımüslim Türkiye'yi terketmişti. 2 gün süren olayların ardından çok iddia ortaya atıldı. O dönem Özel Harp Dairesi'nde görev yapan Orgeneral Sabri Yirmibeşoğlu'na göre Selanik'teki eve saldırı olayı Türk gizli servisi'nin işiydi. Türk ve Yunan gazeteleri de provokasyonu körüklemişti. Bazı sol görüşlü isimler aylarca gözaltında tutuldu. Ardından 27 Mayıs’la birlikte bu kez Menderes ve arkadaşları 6-7 Eylül olaylarının sorumlusu olarak yargılandı. Ancak gerçek olan birşey vardı. Kimden gelirse gelsin bu olay tam anlamıyla bir provokasyondu. Bu öemli tarihi olay 50'inci yılında 6-7 Eylül'ü araştıran ve yargılayan mahkemenin Başhakimi Fahri Çoker'in arşiviyle bilinmeyen ayrıntılarıyla yeniden gündeme geldi. Çoker ölümünden sonra yayımlanması şartıyla 250 belge ve 150 fotoğrafı tarih vakfı'na vermişti. Fotoğraflar, olayın çirkin boyutlarını bir kez daha ortaya koyuyordu.

Oğuz Haksever: Stüdyoda 3 konuğumuz var. 2 akademisyen, 1 tanık ve aynı zamanda bir gazeteci. Konuklarımızı tanıtalım. Doktor Dilek Güven bu konuda araştırmalar yapan, yazan bir isim. Ayrıca Radikal gazetesinde onun dizisi yayımlanıyor. Hemen yanında bay Mihalis Vasiliadis var. Bay Mihalis Vasiliadis, Apoyevmatini Gazetesinin Genel Müdürü, aynı zamanda da olayın tanıklarından birisi. Rum cemaatinin isimlerinden ve Profesör Doktor Ayhan Aktar Marmara Üniversitesi Öğretim üyesi. Hızla konuya girelim ve hocam sizinle başlayalım. Artık kesin biliyor muyuz? Ne, kim var bu olayın arkasında kim vardı? Derin devlet falan bugünün diline uygun bir tanımda ortaya atıldı.

Ayhan Aktar: Bunun arkasında tek kişi olduğunu düşünmüyorum açıkçası. Çünkü olay o kadar karmaşık ve sanki bir opera eserini sahneye koyar gibi bir şey. Bu işin tek yazarı olduğunu da düşünmüyorum. Bu bir ortak ve koordine içinde çalışan bir grubun eseri. Yani öyle bir şey oluyor ki, İstanbul basını 1-1 buçuk ay yayın yapıyor. Kıbrıs ve Kıbrıs’la ilişkili olarak eoka bağımsızlık mücadelesi, Kıbrıs’ta Türkler ne kadar ezilirken, İstanbul’daki Rumların ne kadar mürehbeh yaşadığını anlatıyor. Patrikhaneyi ve Rum din adamlarını eoka için para toplamakla suçluyor. Bu tabiki tansiyonu yükseltiyor. Bunun arkasından işte Londra konferansı var Kıbrıs’ın geleceği orada tartışılacak. İngiltere, Türkiye ve Yunanistan arasında. Londra konferansına katılan Türk heyetinin bir destek arayışı var kamuoyunda bir galeyan istiyorlar onlar zaten. Bu arada bir Kıbrıs-Türk cemiyeti kuruluyor. Kuranların içinde bir kaç tane istihbarat elemanı olduğunu biliyoruz. Ardından iş öyle bir hale geliyor ki işte Atatürk’ün evine bomba konuyor sizinde yayınınızda söylediğiniz gibi. Bunun içinde de gizli servislerin parmağı var ve sanki bir satranç oyunu gibi tıkır tıkır işler üst üste geliyor ve önce Taksim’de öğrenciler toplanıyorlar ve ... yapıyorlar Taksim anıtında. Ardından şoförler ve otomobilciler cemiyeti, demokrat partinin ilçe teşkilatları, mahalle teşkilatları, Taksim’e ve Beyoğlu’na kamyonetlerle, minübüslerle adam taşıyorlar. Daha sonra İstanbul’un varoşlarından o zamanki adıyla taşlı tarladan şimdiki ismi Gaziosmanpaşa, yağmaya yeni kente gelmiş fakir, parasız insanlar gelmeye başlıyor. Bütün bunları yan yana düşündüğümüz zaman efendim bir kişi yaptı, şu grup yaptı dememiz çok zor gibi geliyor bana Oğuz bey. Bu çok Sabri Yirmibeşoğlu’nun emekli orgeneral Sabri Yirmibeşoğlu’nun anılarından bahsettiniz, bir söylediği laf var; muhteşem bir örgütlenmeydi demiş Fatih Lapoğlu’na, gazeteciye. Vallahi öyle gözüküyor.

Oğuz Haksever: Evet. Muhteşem bir örgütlenme olduğuna göre

Ayhan Aktar: Bir örgüt var, arkada

Oğuz Haksever: Peki çok teşekkür ediyoruz. Bay Vasiliadis ile devam edelim. Tanıksınız, kaç yaşındaydınız? Ne oldu, ne hatırlıyorsunuz, evet

Mihalis Vasiliadis: 15 yaşındaydım. Okullar tatildi. Liseye yeni geçmiştim ama yazları çalışıyordum. O gün Rızapaşa yokuşunda Alka mefruşat diye bir mekan vardı, mefruşatçı. Onun yanında çalışıyordum.

Oğuz Haksever: Semt neresiydi?

Mihalis Vasiliadis: Rızapaşa yokuşu Sultanhamam’dan Beyazıt’a doğru çıkan Mısır çarşısının arka tarafı. Beyazıt’a çıkan yokuştur. Yokuşun iki yanında hep işyerleri vardır ve o dönemde bu işyerlerinin yüzde 60-70’i azınlıklara mensup kişilerin dükkanlarıydı. Ermeni dükkanları, Rum dükkanları, İtalyan, Lazorov Franco yani bütün namlı isimler. Tabi bir çok müslüman Türk, dükkancılar var, tanıdık, arkadaş, patronlar beraber tavla oynuyor. Birbirleriyle şakalaşıyor falan. Bu Türk müslüman olan dükkancılardan bir kaç gün evvelinden ama özellikle o sabah ya durumlar pek iyi değil, şunu kapatın da çekin gidin evlerinize diye temkinler var ama kimse de açık açık gelipte ya kardeşim bak, ben biliyorum söylendi. Kıracaklar, dökecekler, kaçın kurtulun diyen de yok. Bu arada tabi hergün orada yaşayınca her günün her saatinde kimler gelip geçer belli. O gün sabahtan o bildiğimiz hammallar, taşıyıcılar, temizleyiciler yerine tuhaf gruplar var. O yokuşu gidip geliyorlar, ne yokuşun tepesinden ileriye geçiyorlar, ne yokuşun altından ileriye gidiyorlar. Hep o grupla aşağı, yukarı gidiyor. Sağa sola bakıyor. Özellikle azınlık mensuplarının dükkanlarına tuhaf tuhaf bakıyor. Hafif hafif sataşmalar oluyor. Bütün bu olaylardan sonra saat öğlene doğru o gayrımüslimler özellikle bizim yanımızda .... hazaros diye ermeni bir kilitçi vardı. O geldi mösyö .... diyor; ya ben kapatıp gideceğim, sen ne dersin? İşte .... kapıcısı da geliyor. O müslüman Türk, mösyö ..... korkma diyor. Biz ... kapısını kapatacağız. Arkadan kimse giremez, sen ön tarafını kapat diyor.

Oğuz Haksever: Bay Vasiliadis aslında çok güzel anlatıyorsunuz ayrıntılı ama zamanımız dar olduğu için biraz daha özetle gidersek seviniriz. Sakın sözünüzü kestim diye değil...

Mihalis Vasiliadis: Yok, yok rica ederim değil. Kapattık dükkanı ve çekip gidiyoruz. Eminönü’ne indim. Bakıyorum ki bütün geçtiğim yollar aynı şekilde belli bir yere gidip gelen kişiler var. Birşeyler bekleyen kişiler var. Tünele binip Beyoğlu’na çıkıyorum. Tam evimin kapısına geldiğim anda bizim kapıcı Ahmet efendi var, aman Mihalis koş içeri diyor. İçeri alıyor beni ve demirkapıyı kapatıyor. Bizim evimizde tam Tarlabaşı karakolunun şimdi emniyet müdürlüğü, kalyoncu kolluğunda köşede. İki köşe. Derken kırmalar, parçalamalar başlıyor. eline bayrağı alan bizim Ahmet efendi kapının önünde duruyor. Burada gavur yok diye. Adamları kovuyor ve derken bir ara herkes geçip gittikten sonra kapıyı açıyor, bayrağı bırakıyor, kasmasını alıyor. Onların peşine takılıyor ve ilerideki Rum dükkanlarını, Rum evlerini kırıp dökmeye, talan etmeye başlıyor. Çok ilginç bir davranış.

Oğuz Haksever: Peki efendim çok teşekkürler. Dilek hanımla devam ediyoruz. Dilek Güven Ruhr Üniversitesi Öğretim üyelerinden Doktor Dilek Güven. Tabiki kim çıkardı? Nasıl oldu’ya siz de birşeyler söyleyebilirsiniz ama benim aklımda sizin için soru etkileri ne oldu? Ondan sonra neler oldu?

Dilek Güven: 6-7 Eylül olaylarından sonra bir göç dalgası başladı. Bir de başta açılışta siz Rumlara karşı yapılmış bir olay dediniz. Aslında bu Rum, Ermeni ve Yahudi vatandaşlara karşı yapılmış bir olay. Onunda tekrar altını çizmek gerekiyor. Çünkü bu olaylarla ilgili bu hep unutuluyor. Hemen hemen tahrip edilen dükkanların yüzde 60’ı Rum, yüzde 20 ermeni ve yüzde 12 gibi yahudi. Hatta yüzde 10’un içinde dönme dediğimiz grup bile dahil. Bunu unutmamak gerekiyor diye düşünüyor. Genelde Rumların göçü 1964 olayından sonra Yunan vatandaşların sınırdışı edilmesiyle başlandığı düşünülüyor ama öyle değil. 1955 ve 56 arası 5 bin Rum İstanbul’dan göç etmiştir ve 1955 ve 62 arası ise 70 bin Hristiyan ve o yüzden aslında büyük bir ihtimalle bu istenen bir olaydı da ve bu yıllardan beri süreç göç dalgası, bu 1955’ten sonra da devam etti. Bir de tabiki 20’lerden beri sürdürülen bir ekonominin Türkleştirilmesi, müslümanlaştırılması bir olay var. Burada da tekrar ekonomide de bir çok azınlıklara ait dükkanların, ticarethanelerin Türklere geçtiğini gözlemliyebiliyoruz. Hatta bir sürü azınlık mensubu olaylardan sonra dükkanlarını satıyor, işyerlerini satıyor ve bu parayı bir süre dışarıya çıkaramıyor. Çünkü istenilen sermayenin Türkiye’de kalması. Özellikle azınlık nüfusunun azalması, gayrımüslim nüfusun azalması ve ekonominin Türkleşmesi kesinlikle bu olayların sonuçları diyebiliriz.

Oğuz Haksever: Hem sonucu hem de nedeni olarakta söyleyebilir miyiz, böyle bahsettiğiniz günü?

Dilek Güven: Söyleyebiliriz. Çünkü 1920’lerden beri bir göç var. Yani hükümet veya devletler Türkiye’den gidin demiyor. Fakat varlık vergisi olsun, eğitim konusunda veya okullarda bazı zorlamalar veya yaşanılan olaylardan dolayı göç etmeye sevk var ve 6-7 Eylül olayları da özellikle azınlıkları ürkütmek için organize edilmiş bir olay olarakta bahsedebiliriz. Çünkü olaylarda oradaki liderlerin sürekli söylediği bir söz var; Canına dokunmayın, sadece mallar tahrip edilecek ve burada söz konusu olan, ürkütmek.

Oğuz Haksever: Anlıyorum. Hocam sizinle devam edelim. Bir yüzleşme olarak tanımlayabilir miyiz şu son günlerde 6-7 Eylül’le ilgili olarak yaşadıklarımızı.

Ayhan Aktar: Galiba tanımlayabiliriz. Yani dışarıdan bir takım eleştiriler var Türkiye’ye. Özellikle Avrupa Birliği’ne giriş sürecinde işte Türkiye tarihiyle yüzleşiyor, yüzleşmiyor falan gibi eleştiriler var. Ben yüzleşmenin başladığını sanıyorum. Yani en azından merhum Fahri Çoker’in emekli tümamiral Fahri Çoker’in kolleksiyonu bu şekilde sergileniyor olması İstanbul’da, Beyoğlu’nda karşı galeride. Bunun albümünün yayınlanıyor olması. İnsanların bu meseleleri daha çok tartışmaları, bu yüzleşmenin bence devam ettiğini gösteriyor. Bu işin başka bir boyutu daha var. Bugün yaşı 50’nin üstünde olanlar İstanbul’lular, orta sınıf İstanbul’lular, çok kültürlü bir toplulukta yaşadılar. Komşu teyzeler onlara, Rum teyzeler paskalya yumurtası verdi, kırmızı yumurta verdi veya paskalya çöreğinin ne olduğunu erken yaşta öğrendiler. Ne bileyim yahudi komşularından hamursuz meselesini, bayramını öğrendiler ve bu çok kültürlü kozmopolit dünya 6-7 Eylül’de ciddi bir yıkıma uğradı. 1964 kararnamesiyle İsmet Paşa hükümetinin, o sırada İstanbul’da oturma izni olan Yunan vatandaşlarını dışarı sürmek kararıyla da hemen hemen ortadan kalktı. Düşünün 1927 nüfus sayımına göre İstanbul’da 110.000 Rum ortodoks vardı. Şimdi sayı 2.000 civarında. Dolayısıyla bu dünya kayboldu ve galiba işte orta yaşa gelenler biraz da çocukluklarını hatırlıyorlar. Biraz da bugünkü siyasi konjektüre baktıkları zaman bu yüzleşmeyi daha rahat yapacak bir ortam diyeyim karşımıza çıkıyor. Çünkü biz bunları biliyoruz. Yani yanımızda o günü yaşamış insanlar var. Ben şahsen rahmetli annemden, abilerimden olanları çok iyi duyduydum. Bütün bunlar aile tarihinde bir küçük parantez gibi muhafaza edildi.

Oğuz Haksever: Peki çok teşekkürler. İnşallah tekrar bir tur daha yapabileceğiz. Zamanımız çok kalmadı ama bay Vasiliadis ile devam edelim. Rum cemaatinde bunları yaşayanları ve yaşamayanları hakim olan duygusu nedir bay Vasiliadis? Kin, nefret mi? Kırgınlık mı? Nedir?

Mihalis Vasiliadis: Evet bu çok önemli. Çok önemli. Hemen olayların ertesi günü patrik ..... garos vardı o zaman ki patrik .... garos biliyorsunuz buraya Romanın, İsmet Paşa’nın ve Papagos’un ortak kararı ile gelmiştir. Romanın uçağıyla gelmiştir ve kendisine uçakta Türk kimliği, Türkiye Cumhuriyet vatandaşı kimliği verilmiştir. Patrik ... garos, o kırık döküklerin üstüne basarak bu harebelerden edineceğimiz malzemeyle bu harebelerin üzerine istikbalimizi yeniden kuracağız demiştir. Bu şekilde bir moral vermek istemiştir. Bu yararlı olmuştur o dönemde. Rumlar gerçekten zaten o döneme kadar Rumlar, istikballerini İstanbul’da görüyor. Yunanistan, başka yerler akıllarında dahi yok ama bu olaylardan sonra hemen çıkıp gitmemişlerse de düşünmeye başlamışlardır ve demişlerdir ki; belki benim istikbalim burada ama çocuğumun istikbali artık burada değildir. Özellikle okul çağında olan çocuklar lise öğretimini bizim Rum okullarında alıyorlardı ve gayet iyi bir öğretim alıyorlardı ama ondan sonra üniversiteyi gitmeye sıra gelince orada sorular çıkıyordu ortaya. Bir de askere gitmek sırası gelince. Üniversiteler o zaman Milli Türk talebe birliği ve Milli Türk talebe federasyonunun hakimiyetinde. Milliyetçiliğin ana kalbi, nabzı orada atıyor. Ben şahsen liseyi bitirdikten sonra iktisadi ve ticari bilimler akademisine gittim, orada burası keferistan değil, gavurca konuşma diye bana sataşan bir öğrencinin yüzünden terk edip gittim. Çocukların o ortama sokmaktan korktular. Dolayısıyla onları üniversite mesela Yunanistan veya yurtdışına gönderdiler. Artık yatırımlarını Türkiye’de yapacaklarına, yurtdışında yapmanın daha akıllıca, daha bilgece olacağını düşündüler ve tabi yürümekte olan bir bisiklet hızını kaybederse düşer. Dolayısıyla bir işletmene yatırımını yapmazsan oradan kan çekmeye başlarsın, o da düşer. Dolayısıyla ilk sırada bulunan Rum müesseseleri, Rum işyerleri hafif hafif gerilemeye başladı. Bir çoğu bu açığı kapatmak için Türk ortak aldı ve yavaş yavaş Türk ortağa devretmeye başladı. Bir gayrimenkul alacaksa, o gayrimenkulü Türkiye’de alacağına veya İstanbul’da alacağına, artık Atina’da çocuğunun yaşayabilmesi için almaya başladı ve bu olay o şekile geldi. 1964’te biraz evvel hocamın dediği gibi İsmet Paşa 1934 anlaşmasını tek taraflı olarak feshedince, bütün Yunan uyruklular 12 bin Yunan uyruklu ki bunlar Yunanistan’ı da belki hiç görmemişler. Türkiye’de doğmuş, Türkiye’de büyümüş kişilerdi. Bunların 24 saat içerisinde bazılarının İstanbul’u, Türkiye’yi terk edip tek 25 kiloluk bir valizle ki, bu valizde de zati eşyadan başka hiçbir şey bulunmayacak şartıyla terk etmeleri zorunlu oldu. Tabi bir kaç ay içerisinde bu adamlar aile efradını beraber sürükleyince bir kaç ay içerisine 80 binden, 40 binlerin altına düştü, İstanbul’da Rum nüfusu.

Oğuz Haksever: Çok teşekkürler. Dilek hanımla devam edelim hemen. Dilek hanım biraz önce sebepleri ve sonuçlarını anlatırken işin ekonomik boyutuna değdiniz. Bay Vasiliadis te buna değindi. Peki bir güvenlik kaygısı da var mıydı acaba yoksa size göre tamamen ekonomik miydi? Çünkü buradaki Rum vatandaşların bay Vasiliadis’in dediği gibi yani Yunanistan’ı bilmiyorlardı, tanımıyorlardı bile. Burayı vatan olarak görüyorlardı. Ne dersiniz?

Dilek Güven: Evet kendileri burayı vatan olarak görüyorlardı. Türkiye tarafından tabiki bir güvensizlik konusu da tabiki hakimdi. Sonuçta 1920’lerden beri yani ulus devlet kurulduktan sonra özellikle gayrimüslim azınlıklara karşı bir güvensizlik vardı. Mevcut idi ve zaten başka olaylara da baktığımız zaman 1934 yahudileri Trakya olaylarına baktığımız zaman bunlar 6-7 Eylül’e benzer olaylar yani gayrimüslim azınlıklar sürekli devlet büyükleri tarafından tehdit olarak görülüyor ve bir tehdit olarak algılanıyor ve bu paronaya da aslında kurtulamadılar da. Kesinlikle olayların büyük bir nedeni bu. İkinci bir neden de söylememiz gereken tabiki Kıbrıs. Yani özelilkle İngiltere bir şekilde sorunun artık Türkiye ve Yunanistan arasında görülmesi gerektiğini düşünüyor ve İngiltere’nin Türkiye’ye çok büyük bir baskı var. Hatta bazı raporlarda işte bir kaç olay çıksa Rumlara karşı, İngiltere için ne kadar iyi olabilir veya işte bu Selanik’te Atatürk’ün evine bomba atılması ve İngiliz elçi tarafından bir sene evvel öngörülüyor. Mesela diyor; Yunanlılarla Türklerin arası şu an çok iyi ama bir slogan bile atılsa Atatürk’ün üstüne ortalık ne kadar iyi karışır diye İngiliz Atina büyükelçiliğinden İngiltere dışişleri arşivine bir mektup gidiyor. Yani bir insanın 1 sene evvel ne olacağını öngörebilmesi çok ilginç. Bu olayların nedenlerini anlatırken hem bu Türkiye’nin uluslaşma ve etnik olarak homojenleşme ama bu dış olayları da görmemiz gerekiyor diye düşünüyorum.

Oğuz Haksever: Çok teşekkür ediyoruz, bütün konuklarımıza çok teşekkür ediyoruz. Peşimizden bir yayın var. O yüzden yayın disiplinini pek zorlayamıyoruz. 6-7 Eylül olaylarını elimizden geldiğince, zamanımız elverdiğince çeşitli boyutlarıyla, tanıklarıyla ve akademisyen boyutlarıya ele almaya çalıştık efendim. Yeni bir programda görüşmek üzere. Hoşçakalın.
 
Geri
Üst