Tarihi Gizemler

ziberkan Çevrimdışı

ziberkan

Super Moderator
Ynt: Tarihi Gizemler

Büyük Hayvanların Yokolması

Zaman: Buzul Çağı'nın sonu
Mekân: Amerika, Avrasya, Avustralya

... avcılar ülkenin zenginliğinin çoğunu silip süpüren kanlı bir dalga gibi Amerikalar boyunca aktılar. PAUL MARTIN, 1999

Günümüz insanları olarak bizler, son Buzul Çağı'nın sonundaki, daha yalnızca 13.000 yıl önceki atalarımızın dünyasına kıyasla korkunç derecede yoksullaşmış bir dünyada yaşamaktayız. Afrika, Avrupa, Asya ya da Amerika'da yaşayan o avcı-toplayıcı insanlar çok büyük boyutlu vahşi hayvanları -megafauna- görebiliyorlardı. Bugün bu tür hayvanlar yalnızca Afrika'da kalmıştır: Fil, zürafa, suaygırı ve gergedan.

Buzul Çağı avcıları Avrupa'da, Kuzey Asya'da ve Kuzey Amerika'da mamutları görmüşler ve belki de onları başarıyla avlamışlardı. Avrupa hayvanları arasında dev geyikler, tüylü gergedanlar ve mağara ayıları vardı. Amerika kıtasında ise doğal ayıklamanın ancak milyonlarca yılda ürettiği ve evrim zamanı açısından bir gün denilebilecek bir süre içinde tümüyle ortadan silinen pek çok hayvan türü yaşamaktaydı.

Örneğin Kuzey Amerika'da yalnızca iki tip mamut değil, bir dizi dev tembel hayvan vardı: Boyları altı metreye ve ağırlıkları üç tona ulaşan bu hayvanlar ağır hareket ederlerdi ve otoburdular. Bunlar, hayat alanlarını kastoridlerle (ayı boyundaki dev kunduzlar), gliptodonlarla (dev zırhlı armadillolar), kameloplarla ("Dünün develeri" olarak anılan hayvanlar) ve yirmi santim dişleri olan smilodon gibi hayvanlarla paylaşırlardı. O çağlarda, Avustralya'da da gergedana benzeyen keseli hayvanlar ve dev kedilerle birlikte çok sayıda kanguru çeşidi ve vombatlar yaşardı.


Bu büyük hayvanların son Buzul Çağı'nın sonunda bütün kıtalardan ani yokolmaları, geçmişi araştıranların karşılaştıkları en büyük muammalardan biridir. Bu türden soy tükenmelerinden büyük ölçüde bir tek Afrika kıtası kurtulmuştur ve bunun neden böyle olduğu, sorunu daha da karmaşık bir hale getirmektedir.

Belli başlı iki kuram vardır: Ya hayvanlar Buzul Çağı'nın sonundaki büyük iklim değişiklikleri nedeniyle yeryüzünden silinmişlerdir ya da her kıtada bulunan bir öldürücü ve yırtıcı yaratık, yani Homo sapiens, bütün bunların sonlarını getirmiştir.

MAMUTLARIN YERYÜZÜNDEN SİLİNİŞİ

Tartışma daha çok bu soyu tükenen hayvanlardan biri olan mamutlar üzerinde yoğunlaşmıştır. Aslında iki mamut soyu tükenmiştir: Kuzey Avrasya ile Kuzey Amerika'da yaşayan tüylü mamut (Mammuthus prmigenius) ve yalnızca Kuzey Amerika'dan Meksika'ya kadar olan bölgede yaşayan Columbia mamutu (Mammuthus Columbi).

Diğer megafauna türleri gibi mamutlar da 13.000 ile 11.500 yıl önce tükenmişler, yalnızca tüylü mamutlar Kuzey Buz Denizi Okyanusu'nda Wrangel Adası'nda 6000 yıl daha yaşamıştır. Buradaki mamutların neden hayatta kaldıkları, mamutların tükenmesinin esrarını daha da arttırmaktadır. Bu hayvanlar, iri bir mamutun 3 ile 3,6 metre yüksekliğine karşılık yalnızca 1,8 metre boylarıyla varlıklarını cüce olarak sürdürmüşlerdir.
İKLİM VARSAYIMI

Wrangel Adası'ndaki mamutlar, adanın bitki örtüsü, -çok çeşitli otlar ve bitkiler- Buzul Çağı'nda olduğu gibi kaldığından yaşamlarını sürdürmüş olabilirler. "Mamut bozkırı" olarak bilinen bu bitki örtüsü, bir zamanlar Kuzey Avrasya'yı ve Kuzey Amerika'yı kaplamışsa da, 20.000 yıl önce iklimin giderek ısınması ve daha nemli olması nedeniyle yerini yeni bir bitki örtüsüne bırakmıştır.

Kuzey bölgelerinin çoğunda, bozkırın yerine çok ağır yetişen ve besin değeri çok az olan tundra geçmiştir. Bu da yalnızca, yosun yiyen ren geyikleri gibi çok özel besinleri olan hayvanlar için uygundu. Daha güneyde mamutların besin kaynağı olan zengin ot, çalılık ve bitki karışımı yerini sık ormanlara, çayırlıklara ve yarı-çöllere bırakmıştı.

Artan sıcaklık ve nem nedeniyle bitki örtüsündeki bu değişiklikler, mamutların hayat ortamlarında kayıplara neden olmuş, sonuçta besin kaynaklarının azalması nedeniyle sayıları azalmış ve daha sonra da tümüyle tükenmişlerdir.

Bu iklim/bitki örtüsü değişimi varsayımı, mamutların tükenmesi konusunda pek inandırıcı gibi gelse de bazı güçlüklerle karşılaşmıştır. Bunlardan en önemlisi mamutların daha önce de, 20.000 ile 11.600 yıl önce oluşmuş olan benzer iklim değişikliklerinden çoğuna dayanmış olmalarıdır.

Son Buzul Çağı, son bir milyon yıl içinde meydana gelenlerden yalnızca biriydi. Bu çağlar arasında günümüz iklimine çok benzeyen sıcak ve nemli iklimler olmuştu. Ancak mamutlar bunların hepsine dayanmışlar, büyük bir olasılıkla mamut bozkırına benzer yerlere sığınmışlar, sonra iklim ve bitki örtüsü kendi koşullarına uyum sağladığında tekrar ortaya çıkmışlardır. Son Buzul Çağı'nın sonunda da aynı şeyi yapmamış olmaları için bir neden yoktur.

İklimsel soy tükenmesi kuramının bir sorunu da, mamutların, soyu tükenen tek tür olmamasıdır. Başka farklı ortamlarda yaşayan ve beslendikleri yiyeceklerde bir artış bile görülen pek çok tür de onlarla birlikte tükenmiştir.

Mamutlar, zooloji sınıflamasına göre, Elephantidae familyasından, soyu tükenmiş olan Mammuthus cinsini oluşturan, file benzer iri memeli hayvanlara verilen ortak addır. Fosillerine, Avustralya ve Güney Amerika dışındaki bütün kıtaların, Pleyistosen Bölüm (yaklaşık 2,5 milyon-10 bin yıl önce) çökellerinde rahatlıkla rastlanır.
İNSANLARIN AŞIRI AVLANMASI

Bu sorunlar bazı bilimadamlarının mamutların ve diğer büyük hayvanların, insanlar tarafından avlanarak soylarının tükendiği fikrini benimsemelerine yol açmıştır. Bu kuramı 30 yıl önce Arizona Üniversitesi'nden Paul Martin ileri atmıştır ve bazı bilimadamları için hâlâ inandırıcı olmaya devam etmektedir.

Martin, daha çok Kuzey Amerika'yla ilgileniyordu ve insanların bu kıtaya gelmeleri ile büyük hayvanların tükenmeleri arasındaki rastlantıyı vurguluyordu. Ona göre yeni gelenler, şimdi Bering Boğazı çevresinde sular altında kalmış olan kara parçası Beringia'dan Alaska'ya girdikten sonra, giderek kıtanın güneyine yayılırken, yoğun avlanmalarla büyük hayvanların da soylarım tüketmişlerdir.


Bu insanlar, ilk tanımlandıkları yerin adıyla Clovis kültürü olarak anılırlar ve öldürücü av teknolojisinin bir parçası olan sivri taş mızrak uçlarına sahiptiler. Bu kültür, Kuzey Amerika kıtasının tümünde bulunur ve 13.500 ile 13.350 yıl önce gelişmiştir. "Dünün devesi", yer ayıları ve mamutlar, daha önce böyle bir yırtıcı yaratıkla karşılaşmamışlardı: Bunlar hem öldürücü silahlara sahiptiler hem başa çıkamayacakları kadar büyük gruplar halinde avlanıyorlar hem de tuzak ve pusu kuruyorlardı.

Afrika'da büyük memeliler yırtıcı hayvanlar olarak insanlarla birlikte evrim geçirmişlerdi ve insanların avlanmalarına korunma olarak belirli toplumsal modeller geliştirmiş olabilirlerdi ama Kuzey Amerika'da böyle bir şey söz konusu değildi. Bu durum Afrika'da pek az hayvanın soyunun tükenmiş olmasını açıklayabilirdi.

Mamutların Clovis insanları tarafından avlandığını gösteren arkeolojik kanıtlar da vardır. Pek çok arkeolojik kazı yerinde mamut kemikleri yanında mızrak uçlarına da rastlanılmıştır. Mamutlarla avcı insanlar arasındaki ilişki ilk olarak 1932'de Colorado'daki Dent kazılarında keşfedilmişti.


Örneğin, Arizona'da, San Pedro Vadisi'nde Lehner Ranch'de 13 mamutun kalıntıları yanında ateş izlerine ve mızrak uçlarına rastlanılmıştı. Bunun bir aile sürüsü olduğu ve bir su başında tümüyle öldürüldüğü anlaşılmaktadır.

Ancak aşırı öldürme kuramı da bazı ciddi sorunlarla karşılaşmaktadır. Mamutların öldürülme alanlarını bulmamıza rağmen, diğer büyük hayvanların, birkaç istisna dışında avlandıklarını gösteren izlere rastlanılmamıştır.

Örneğin mağaralarda bulunan dışkılarından bir zamanlar sayılarının çok olduğu anlaşılan ve yavaş hareket etmeleriyle kolay av olabilecek olan yer ayıları. Clovis insanları hakkındaki bilgimiz arttıkça, bunların daha küçük hayvanları avladıklarını ve bitki topladıklarını anlamaktayız.

Clovis insanlarının Kuzey ve Güney Amerika'da yaşayan ilk insanlar olmadıkları da artık ortaya çıkmaktadır. Güney Şili'de Monte Verde'de bulunan, 14.000 yıl öncesinden kalan bir yerleşim yeri hayvanların türlerinin yokolmasından birkaç bin yıl önce Kuzey ve Güney Amerika'da insanlar olduğunu gösterir. Yeni avcı olarak insanın gelişi hakkında benzer bir iddianın ileri sürülebileceği Avustralya'da da, soyu tükenmiş hayvan kemikleri ile insan faaliyetleri arasında bir ilişki bulunamamıştır.

iklim değişikliği mi, insanların avlaması mı? Büyük av hayvanlarının yok olmalarının nedeninin bunlardan hangisi olduğu konusunda bilimadamları bölünmüş durumdadırlar. Bazıları çok farklı bir açıklama ortaya atmışlardır: Dünyaya insanlar tarafından yayılan ama yalnızca büyük hayvanları etkileyen öldürücü bir hastalık.

Ancak bir tek açıklama olmayabilir: Bazı türler yoğun avlanarak, diğerleri ise yaşama ortamlarını kaybedip yeni iklimle başa çıkamayarak tükenmiş olabilirler. Herhangi bir bölgede türlerin tümünün dinamik ekolojik topluluklar olduklarını unutmamalıyız. Bir tür ortadan kalkınca, avlananlarla avlar arasındaki denge değişecekti ve bu da nüfus patlamalarına ve çatışmalara yol açacaktı.

Gerçekten de mamutlar kilit türler olarak tanımlanmışlardır. Ancak ne iklim değişikliği ne de aşırı avlanma kendi başlarına yeterli neden olmayacağından hayvan toplulukları üzerinde böylesine büyük etkiyi bunların toplamının yapmış olması gerekir.

Buzul çağı sona erdiğinde mamutlar Amerika'nın güneybatısında, özellikle Clovis dönemindeki kuraklık sırasında ve ondan hemen sonraki, küresel ısınmadan önceki Genç Dryas (12600-11500 yıl önce) dönemindeki çok soğuk ve çok kuru dönemde ağır bir etki altında kalmış olmalılardır.

Bu dönemlerde nisbeten zayıf hayvanlar (günümüz Afrika fillerinin kuraklık zamanlarında yaptıkları gibi) su kaynakları başında toplanmışlar ve Clovis avcıları için kolay yem olmuşlardır. Birkaç hayvanın öldürülmesi bile, daha uygun iklim koşulları döndüğünde eski sayılarına kavuşacak olan türlerle soyları tükenmeye mahkûm olanlar arasındaki ayrımı belirleyecekti.
 
ziberkan Çevrimdışı

ziberkan

Super Moderator
Ynt: Tarihi Gizemler

Kaya Resimlerinin Esrarı

Zaman: Geç Buzul Çağından sonra
Mekân: Dünya

Heykel ve resim hemen hemen aynı anda çıkmışlardır ve bunların en iyi örnekleri öylesine bir mükemmeliyete erişmiştir ki, bunları keşfedenler, bu ürünlerden, bazı bakımlardan Yunanlılar'ın eserlerinden bile daha üstün olarak sözetmişlerdir. W, J. SOLLAS, 1911

Arkeolojik malzememizin çoğunluğunu, parıltılı altınlar değil eskidikleri, kırıldıkları ya da işe yaramadıkları zaman atılan ya da kaybolan döküntüler oluşturur. Araştırmacılar sözünü ettikleri kapların bir tekinin bile örneğini görmeden, kırık çanak çömlek parçaları hakkında kitaplar yazarlar ve sonra bunları üretenlerin hayatlarım canlandırmaya çalışırlar.

Buna kıyasla kaya resimleri gerçek bir belgedir: Geçmişten gelen bu resimler bize eski insanların kendi dünyalarını nasıl algıladıklarım gösterir. "Algılamak", "görmek"ten daha doğru bir terimdir, çünkü algılamak, insan gözünün gördüğünü, neyi fark edip neyi etmediğini biçimlendirir.

En ünlü resimler Fransız ve İspanyol mağaralarındaki Buzul Çağı'ndan kalma olanlarsa da, kaya resimlerinin çoğunluğu daha sonraki tarihlerden kalmış olup dünyanın pek çok yerine dağılmıştır ve bunlar mağaraların derinliklerinden çok, açık ya da kısmen korunaklı yüzeylerdedir.

Kaya olan her yerde kaya resmi olabilir. Dünyanın en büyük kaya resmi bölgeleri -İskandinavya, Birleşik Devletler'in uzak batısı, Avustralya'nın içleri, Orta Sahra'nın sıradağları- doğal olarak açık kayalıkları çok olan yerlerdir. Kaya resimlerinin dağılımı da değişkendir ve gayet güçlü eski modelleri akla getirmektedir: Alpler'deki kaya resimleri iki Kuzey İtalya vadisinde -Valcamonica ve Valtellina- bir iki milyon resim, Fransa'da yalnızca Bego Dağı'nda 30.000 kadar resim varken, dağlar zincirinin geri kalanındaki resim sayısı birkaç bini geçmez.
AVCI İNSANLARIN KAYA RESİMLERİ

Peki bunlarda resmedilen dünya nedir? Resimlerdeki hayvanlar çok farklıdır: Avustralya'da kangurular ve karıncayiyenler, Güney Afrika'da boğa antilopu ve keseli antilop, Norveç'te ayı ve ren geyiği. Ancak, avcı İnsanların kaya resimlerinde güçlü bir tutarlılık vardır. Hayvanlar hemen hemen her zaman çoğunluktadır, resimlerde belirli bir seçim vardır: Resmedilen hayvanlar eski çevrelerde en çok bulunanlar ya da çağın arkeolojik alanlarında kemiklerini bulduklarımız değillerdir.

Bu nedenle bu hayvanların seçiminde bazı önemli anlamlar olmalıdır. Bunlara kıyasla bitki resimleri azdır (ayrıca bitkilerin hayvanlar kadar belirli biçimleri olmadığı için seçilmeleri güçtür), oysa avcı-toplayıcı insanların beslenmek için hayvanlardan çok bitkilere güvendiklerini bilmekteyiz. Şu halde o kadar hayatlarının bağlı olduğu bitkiler yerine, bunca hayvanın resmedilin e-sinin nedeni ne olabilir?

Günümüzde yaşayan avcı-toplayıcı insanlar ile tarihi zamanlara kadar erişenlerden bildiklerimiz bize bazı ipuçları vermektedir. Pek çok avcı-toplayıcı, bazı hayvanları özel olarak kabul eder: Avrasya'nın kuzey bölgelerinde ayılar, Güney Afrika'da Drakensberg'de San halkı arasında boğa antilopları, California'nın güneybatısındaki kurak çölde büyük boynuzlu koyunlar.

İşte bu hayvanlar, kaya resimlerinin konusudur. Bazı hayvanlar düşsel deneyimlere dayanmaktadır ve kimi zaman bunların anlamını biliriz: California'daki büyük boynuzlu koyunlar yağmur yağdırmayla ilişkilidir ve Kuzey Amerika'nın en kuru yeri olan Ölüm Vadisi'ne yakın dağlarda yaşarlar.
Çağdaş avcı-toplayıcı toplumlarda transa ve "şaman"ların ya da "bilge adamaların özel bilgi ve becerilerine dayanan düşsel algılama çok yaygın olduğu için, bunun geçmişin avcı-toplayıcı toplumlarında da böyle olmuş olacağını beklemek mantıklıdır.

Bir tek hayvan türünün ısrarla vurgulanması ya da trans duygularının -hafiflik, uçma, ölümü andıran bir başkalık- görsel benzetmelerle ifade edilmesi böyle inançlara işaret edebilir.

Belki de Kuzey Avustralya'nın arkaik "Dinamik Figürleri" böyle yorumlanmalıdır. Buzul Çağı Avrupa'sının Paleolitik döneminde ve Güneydoğu Amerika ile Maya topraklarında, kaya resimlerinin mağaralara yapılması da bu açıdan anlamlı olabilir: Bu karanlık ve çoğunlukla erişilemez yeraltı mekânları sık sık başka bir dünyaya giriş yerleri olarak görülür.

Bugün Batı'da çoğumuzun epey daraltılmış bir ruhsal dünyası vardır. Aramızda yaşayan ruhlara ya da insana benzeyen varlıklara inanmayız. Ancak kaya resimleri konusunda ilk elden bilgi edindiğimizde, genellikle hayvan ve kuş resimlerinin yüzeyden göründükleri şeyler olmadıklarını anlarız. Bir biçim bir geyik olabilir ama o aslında sıradan fiziki bir gerçek olmaktan çok, ruhsal dünyanın bir yaratığıdır.

Bundan hareket ederek tarih öncesi resimlere baktığımızda onları iki açıdan görmeliyiz. Bir düzeyde onları yüzeysel resimler olarak yorumlayabiliriz: Ayı ve balina ile kalkan balığı resimleri, bize o yaratıkların o zamanın ortamında bulunduklarını ve o insanların bunları tanıdıklarını gösterir. Ama balina biyolojik bir canlıdan daha fazla bir şey olmuş olabilir, bu durumda balina resmi daha büyük bir anlam taşıyacaktır.

Aynı şey "antromorfik" yani insan biçimli olarak seçebildiğimiz resimler için de geçerlidir. Bunlar insan biçiminde olsalar da, aynı zamanda ruh dünyasına ait olabilirler. Ya da tek bir kategoriye girmeyebilirler: Hıristiyan ikonografisinde Meryem Ana "yâlnızca" genç bir kadının resmidir ama fiziki varlığı dışında pek çok ve kutsal anlamlar taşır.

Resim, kısmen insan olan bir biçimdeyse, o zaman onun basit bir görüntüden başka bir anlamı olduğundan emin olabiliriz. Wyoming'de Bighorn Basin'deki kaya resimlerinde görülen ve suyun içinde yaşayıp ölümlüleri suya çekerek öldüren "Su Hayalet Kadını" bunlardan biridir.

Ruh dünyasıyla ilgili karakteristik bir kaya resmi motifi de "Therianthrope"tur (hem hayvan hem insan özelliklerine sahip bir tek figür). Bu figür, Güney Afrika'da bir boğa anti-lopu başı ve ayaklarıyla bir insan, Avustralya'da uçan tilki (meyve-yarasası) başı olan bir insandır. Therianthrope'lar genellikle "basit insan" resimlerinin yanına ya da onlarla ilişkili olarak çizilmiştir. Belki de bunlar hayvan ruhlarıyla uğraşan insanlardır, belki de iyi ya da kötü ya da tehlikeli ya da kutsal, insan biçimine girmiş ruhsal varlıklardır.
İLK ÇİFTÇİLERİN KAYA RESİMLERİ

Çiftçilik yapan insanların kaya resimlerine yansıyan dünyaları -ve de dünya deneyimleri- avcı-toplayıcılarınkinden farklıdır. Bu nedenle geç Buzul Çağı'nın avcı-toplayıcı kaya resimleri, Neolitik Dönem ve Bronz Çağı resimlerinden çok farklıdır ve öbürleri gibi sığınaklarda ya da mağaralarda boyanmaktan çok açık havada, düz taş yüzeylere kazınmıştır.

Bu yeni hayat biçiminin yenilikleri ve el aletleri çiftçi kaya resimlerinde açıkça görülmektedir: Sabanlar ve bunları çeken öküzler, madeni hançerler ve baltalar, kayıklar, kütük evler. Ancak burada da bilinçli bir seçim sözkonusudur.

Alpler'de kaya resimlerinin karakteristik bir motifi de, arkeolojik kayıtlarda pek rastlanmayan türde bir baltadır. Ve bu nedenle biz, anlamını bilmesek de bunun bir nesne olarak özel olduğunu anlarız. Hançerler ve baltalar erkek insan figürleriyle ilişkilendirildiğinden, bunların anlamının erkekleri ilgilendiren bir şey olduğunu düşünürüz.

KAYA RESİMLERİNİN KÖKENİ

Kaya resimlerinin bugün de süregelen esrarı kökenleridir. Zanaat becerileri geliştikçe ilerleme gösteren çömlek ya da taş işçiliği gibi eski teknolojilerin aksine, erken kaya resimleri sanatı harikulade başarılıdır. Fransa'da Cosquer'de ve Chauvet'de yeni bulunan mağara resimleri, ünlü Lascaux mağarasında-kilerden çok daha zariftir ve tarih olarak da onlardan daha eskidir. Avrupa dışındaki kıtalarda bulunan eski resimler de, çok daha eskiden, hatta belki de daha ilk başından çok zarif bir beceriye sahip olunduğunu göstermektedir.

Şu halde böylesine üstün kaliteli -hatta kusursuz -resimlerin ilk beceriksiz çabalardan geçmeden böyle birden gelişmiş bir biçimde "ortaya çıkmaları" nasıl açıklanabilir? Ama belki de bu aslında olduğu gibi değil de, bugün bizim böyle görüşümüzden kaynaklanmaktadır: Belki de uzun bir evrim vardı ama eski resimler tahta ya da başka çabuk bozulan maddeler üzerine ya da hava koşullarına açık kayalara yapılmıştı ve günümüze kadar gelmemiştir. Ancak elimizdeki kanıtlar, yine de, resimlerdeki mükemmel figürlerin birdenbire doğduğu yönündedir.
 
ziberkan Çevrimdışı

ziberkan

Super Moderator
Ynt: Tarihi Gizemler

Piramitlerin ve Dikilitaşların Sırrı

Zaman: İÖ 2551-100
Mekân: Mısır

Piramit merdiven basamağı gibi sıra sıra inşa edilmişti. Bu şekilde tamamlanınca kalan taşları yerlerine kısa tahta kütüklerden yapılma makinelerle kaldırdılar. HERODOTOS, İÖ YAKLAŞIK 430.

Herodotos'un yaşadığı zamanlardan bu yana Mısırlılar'ın piramitleri nasıl inşa edip dikili taşları nasıl kaldırdıkları hakkında pek çok tartışma yapılmıştır. Ne yazık ki, Mısırlılar'dan günümüze bu konuları anlatan fazla bir belge kalmadığından, ortaya atılan bütün kuramlar, ancak deneysel arkeolojiyle sınanarak inanırlık kazanabilmektedir.

Taşların ham olarak taşocaklarından çıkarılması, yontulması ve yontulmuş bu taş blokların ve dikilitaşların nakliyesi konularında pek çok yanıtlanmamış soru varsa da, belki de en büyük esrar, piramitlerin ve dikilitaşların gerçekten hangi teknikle yapıldığıdır.
PİRAMİTLERİ NASIL O KADAR DÜZGÜN OLARAK İNŞA EDEBİLDİLER?

Mısır'da modern arkeolojinin tartışmasız babası olan Flinders Petrie, 1880-2'de hepsi de 10 üçüncü binyılın ortalarında yaşamış 4. Hanedan hükümdarlarından Keops, Kefren ve Mikerinos'un (büyük ölçüde angarya yöntemiyle inşa edilen) piramitlerinin bulunduğu el-Gize platosunda çok titiz bir araştırma başlatmıştır. Bulguları arazinin belki de bir ızgara gibi hendekler kazıp bunları suyla doldurarak ve sonra da çevredeki "taş adalar"ı istenilen düzeye indirerek düzeltildiğini akla getiriyordu.

Yüz yıl sonra Amerikalı Mısırbilimci Mark Lehner, el-Gize piramitlerinin çevresindeki kaya tabakasına açılmış çeşitli delik ve hendeklerin krokisini çıkarttı ve bu hassas düzleştirme işinin arazinin tümünde değil, piramitin en alt taşlarının yerleştirileceği yerin kenarında dar şeritlerde yapıldığı kanısına vardı.

Gize piramitlerinin her birinin ortasında masif bir kaya kütlesi bulunmaktadır (bunlar piramitlerin içinde birkaç yerde görülebilir). Bu doğal kaya göbekleri, inşaatçıların tam bir dörtgen elde etmek için köşegenleri ölçmelerini de engellemiş olabilir.

Günümüze kalan aletlerden anladığımıza göre Mısırlı mimarlar, kadastrocular ve inşaatçılar özellikle iki alet kullanmaktaydılar: Düz çizgileri ve dik açıları yapmak ve yapıların köşe ve kenarlarını astronomik düzenlemelere göre yerleştirmek için merkhet ve bay.

İngiliz Mısırbilimci I. E. S. Edwards, gerçek kuzeyin, herhalde batıda ve doğuda belirli bir yıldızın doğuş ve batış noktasını ölçüp sonra bu iki nokta arasındaki açıyı iki eşit parçaya bölerek bulunduğunu iddia etmiştir.

Daha yakın zamanlarda Kate Spencer, Büyük Piramit'in mimarlarının, kuzey kutbu çevresinde dönen iki yıldızın (Büyük Ayı ile Küçük Ayı'nın) Keops piramitinin inşa edildiği sanılan İÖ 2467 yılında bir hizada olduğunu görmüş olabileceklerini ileri süren ikna edici bir kuram geliştirmiştir. Daha önceki ve sonraki piramitlerin yönlerindeki hataların, bu hizanın gerçek kuzeyden sapma derecesiyle bağlantılı olması da bu varsayımı desteklemektedir.

PİRAMİTLER NASIL İNŞA EDİLDİ?

Sakkara'daki ve Gize'deki günümüze kalan kanıtlar (özellikle de tamamlanmamış piramitlerden) taş blokları piramitler üzerindeki nihai yerlerine kaldırmak için en az beş farklı rampa sisteminin kullanıldığını göstermektedir. En kolay ve en aşikâr yöntem doğrusal rampadır (Sakkara'da 3. Hanedan'ın Sekhemkhet piramitinde kullanılmış olabilir). Ancak genelde bu rampalar için gereken genişlik, bunların seyrek olarak kullanılmış olduğu anlamına gelir.

Piramitin bir yüzünde dar basamaklardan oluşan merdiven rampası ise diğerlerinden daha dik bir açı gerektirecektir. Bu tipin izleri Sinki, Meidum, Gize, Ebu Ghurob ve Lisht'te bulunmuştur. Belki de I. Anasatasi'nin 19. Hanedan papirüsünde anlatılan sarmal rampaya başlıca itiraz bunun neyin üzerine dayanacağı ve piramitin büyük bir kısmı sarıldığı takdirde düzeltme hesaplarının ve kontrollerin nasıl yapılacağı sorusudur. Piramitin bir yüzünde zigzaglı bir yol basamak piramitlerinin yapımında en etkili yol olacaksa da, Sakkara, Sinki ve Meidum basamaklı piramitlerinde bunun kullanıldığını gösteren bir ize rastlanılmamıştır.

İç rampa izleri Ebusir'de Sahure, Niuserre ve Neferirkare'de ve Sakkara'daki Pepi H'de görülmektedir ama iç doldurulduktan sonra yine de bir tür dış rampa gerekecekti. Piramitin içinin teraslı olmasının piramitin kenarında basamak basamak daha küçük rampalar dizisinin kullanılmasını daha uygun yapacağı iddia edilmiştir.

Dış kaplama yapıldığında bunların kalıntıları hiç kuşkusuz kaybolacaktı. Piramitten vadideki tapınağa uzanan geçitlerin de rıhtımdan inşaat yerine inşaatçı rampası olarak kullanılmış olması da mümkündür (rıhtım, Nil'e bir kanalla birleştirilmişti).

Kullanılan rampa tiplerinin sorunu dışında tartışmalar, taş blokların yerlerine kaldırılma yöntemleri Üzerinde de yoğunlaşmıştır. Mısırlılar vinç ya da palanga yöntemleri kullanmadıkları için, blokları yerlerine yerleştirmede ahşap ve bakır kaldıraçlar kullanıldığı kabul edilmektedir.
DİKİLİTAŞLARIN SIRLARI NEYDİ?

Eski Mısır uygarlığının en belirgin ikonlarından biri, İğneyi andıran ve incelerek yükselen, tepesinde küçük bir piramit örneği bulunan (buna pyramidion ya da benben-taşı âdı verilir) dikilitaştır, ilk dikilitaşların Eski Krallık zamanında (10 2575-2134) Heliopolis'de güneş tanrısı tapınağına yerleştirildiği anlaşılmaktadır. Yeni Krallık döneminde (10 yaklaşık 1550-1070) büyük monolitik örnekler, genelde Karnak ve Luksor'da olduğu gibi tapınakların önüne çifter çifter dikilirdi.

Yeni Krallık döneminden kaldığı sanılan tamamlanmamış bir granit dikilitaş, Assuan'ın kuzey taşocaklarında hâlâ yatmaktadır. 41,75 metre boyu ve tahmin edilen 1150 ton ağırlığıyla bu dikilitaş, çıkarılmasının geç aşamasında tehlikeli bir jeolojik kusuru ortaya çıkarılarak bırakılmasaydı, dünyanın bir taşocağından çıkarılan en büyük taşı olacaktı.

Assuan dikilitaşını ilk inceleyen İngiliz Mısırbilimci Reginald Engelbach'ın yaptığı deneyler, bir insanın bazalt bir keski kullanarak ham dikilitaşın üzerinden, yarım metre eninde ve beş milimetre kalınlığında bir parça yontmak için bir saat çalışması gerektiğini ortaya koymuştur.

Dikilitaşlar'ın çoğunun boyutları ve ağırlığı, son aşamanın -taşı dengeli, dikey duruma yerleştirmenin- en tehlikeli riskini oluşturan sorunuydu. Ama dikilen taşlar gösteriyordu ki, bütün risklere rağmen, ortaya konan da, Mısırlıların azimli ve tehlikeli teknolojik ustalıklarının başarısıydı. Mısırbilimciler'in ve mühendislerin, bunun nasıl başarıldığı hakkındaki görüşleri farklıdır.

Mısır'dan kalma kesin bir bilgi yokluğunda ileri sürülen yöntemlerden birine göre, kaldıraçlarla birlikte temele doldurulan taşların çıkarılmasıyla ve son birkaç derecede iplerle çekerek dikilitaş yerine oturtulur. Ancak bu teknik, yalnızca küçük örnekler için uygulanabilir bir yöntemdir. Daha büyük dikilitaşlar için ileri sürülen bir görüş ise dikilitaşın çok dik yapay bir rampadan yukarı çekilmesiyse de, bu yöntem taşın kaidesine kayışını kontrol için, neredeyse imkânsız bir güç kullanımını gerektirir.

Her kaidenin üzerinde dikilitaşın yerine yerleştirilmeden tam olarak ayar edilebilmesi için bir döndürme oyuğu yontulmuştur. Dikilen dikilitaşların tepeleri, eklenen elektrum denen altın-gümüş karışımıyla pırıl pırıl parlardı.

Engelbach, dikilitaşın huni biçimli ve kum dolu bir çukura kaydırıldığı fikrini ileri sürmüştür. Kum çukurdan kontrollü bir biçimde boşaltılınca, dikilitaş dikey durumuna getirilecekti. Bu kuram yukarıda sözü edilen 19. Hanedan'dan kalma I. Anastasi Papirüsü'nden esinlenmiştir. Papirüste bu durum, bir öğrenci kâtibin çözümleyeceği bir problem olarak sorulmuştur. Bu belgede şu emir de vardır: "Kızıl Dağ'dan getirilen efendinin anıtının altındaki nehir kumuyla doldurulmuş 100 bölmeyi boşalt..."
DİKİLİTAŞLARLA DENEYLER

1999'da arkeologlar ve mühendislerden oluşan bir ekip, 25 tonluk yeni yontulmuş bir dikilitaşla iki farklı yöntem kullanarak deneyler yapmışlardır. Assuan'da yapılan birinci deneyde dikilitaşı bir rampanın ucundan aşağı sarkıtmak için karmaşık bir halat ve kereste sistemi kullanılmıştır. Eksen olarak bir kütüğün ve karşı ağırlık olarak bir granit blokunun kullanıldığı deneyde, dikilitaşın sallanımı ekseni rampanın ucuna tehlikeli bir biçimde yaklaştırdığı için deneme sonunda başarısız olmuştur.

Engelbach'ın kum çukuru deneyimi Massachusets'de Boston yakınlarında yapılmış ve başarılı olmuştur. Bu yöntemde bir rampa önüne kumla doldurulan bir bölme yapılmıştı. Dikilitaş rampanın kenarından kaydırılmış, kum yavaş bir biçimde boşaltılarak dikilitaş dikey duruma getirilmiştir.

Dikilitaşların nakliyesi ve dikilmesi, bunların Londra, Paris ve New York'ta başarıyla dikildikleri ve teknolojinin Mısır'dakilerin dönemleriyle karşılaştırılmayacak kadar ileri olduğu 19. ve 20. yüzyılda bile güçlükler çıkarmıştır.

Günümüz dikilitaşlarının en tanınmışı, 1884 yılında Washington D. C.'de inşa edilen George Washington anıtıdır. 169 metre yüksekliğindeki bu dikilitaşın tepesine asansörle çıkılmakta ve oradaki seyir yerinden çevreye bakılabilmektedir.
 
ziberkan Çevrimdışı

ziberkan

Super Moderator
Ynt: Tarihi Gizemler

Ana Tanrıça Kültü Var mıydı?

Zaman: İÖ 7000-2000
Mekân: Anadolu, Avrupa ve Akdeniz

Tanrıça, doğanın ve toprağın kendisidir, mevsimlerle birlikte nabız atar gibidir, ilkbaharda hayatı ve kışın ölümü getirir. MARIJA GIMBUTAS, 1999

Cinsiyet farklılığının bilincinde olduğumuz ve Hıristiyan tanrısının erkek olarak temsil edilmesinin giderek daha çok sorgulandığı günümüzde, tarihöncesi bir ana tanrıça kültü hayli taraftar kazanmıştır. Özgün insan toplumunun anaerkil olduğu ve yakın zamanlarda hâkim duruma geçen ataerkilliğin daha sonraki bir aşamada geliştiği kuramları 19. yüzyıldan bu yana üretilmektedir.

Bu varsayımın savunucuları, eski Ortadoğu ve Ege efsanelerinden destek aldıklarım iddia etmektedirler. Antropologlar, hâkim figür olan bir "Büyük Tanrıça"nın yanı başında, doğuşu ve ölümü yıllık mevsim döngülerini sembolize eden "ölen tanrı"lı bir erken dönem evrensel dinini seçmeye çalışmışlardır. Bu inancın en geniş söylemi Sir James Frazer'in 1911 ile 1915 arasında yayımlanan 12 ciltlik The Golden Bough [Altın Dal] adlı uzun soluklu ve çok satmış kitabıdır. Frazer, burada dünya çapında, efsane ile dinin gayet kapsamlı ve karşılaştırmalı bir araştırmasını yapmıştır.

Bu genel geçmiş, İngiliz arkeologu Sir Arthur Evans'ın, Girit'in Minos dininin, Knossos'ta heykellerde ve fresklerde simgeleştirilmiş bir "büyük tanrıça" kültü merkezli olduğu kuramını kolaylıkla kabul etmesini sağlamıştır. Themistocles Zammit de, Malta'da Tarxien ve Hal Saflieni tasvirlerinde bir tarih öncesi "tanrıça" dinini görmüş ve bu kavram daha sonra Kuzeybatı Avrupa'nın neolitik mezarlarındaki kabataslak ya da esrarengiz resimlerine kadar yaygınlaştırılmıştır.

Ancak 1960'lı yıllara gelindiğinde arkeologlar bu yoruma giderek karşı çıkmaya başlamışlardı. Arkeologlar, tarih öncesi din hakkında böyle kapsamlı genellemelerin, kadın resimlerinden daha somut şeylere dayandırılması gerektiği görüşünü ileri sürüyorlardı. Hiç kuşkusuz, mezarlara yerleştirilen heykelcikler her zaman tanrıları simgelemiyor olabilirdi. Zaten kadın cinsi her zaman o kadar da belirtilmiş değildi. Bu cinsiyetsiz figürlerden bazıları erkek de olabilirdi. Bazı durumlarda cinsiyet bile önemsiz olabilirdi.

Malta'daki Tantien tapınağındaki şişman "kadın", dişi olduğu kadar erkek de olabilirdi. Batı Avrupa'da megalitik yontmalar arasında bulunan kadın formları da, bu mezarlardan çıkarılan çok sayıda soyut tasvir gibi "ana tanrıçaları"ı teşhis etmek için yeterli sayılamazdı.

Ana tanrıça terimi de, üzerinde anlaşılmış bir kavram değildir. Yaratıcılığı, bereketi, cinsel birlikteliği, doğumu, çocuk büyütmeyi temsil eden "ana tanrıça", Paleolitik Çağ venüslerinden Meryem Ana'ya kadar çok farklı figürler için rahatlıkla kullanılmıştır. Üstelik "ana tanrıça", çoğu zaman "Toprak Ana"yla da karıştırılmıştır. Oysa Toprak Ana, verimliliği tek başına yaratır, ana tanrıçaların yaratıcılığı ise düzenli cinsel ilişkilere bağlıdır.
GİMBUTAS KURAMLARI

Arkeolog Marija Gimbutas, 1974'te The Gods and Goddesses of Old Europe'la başlayan ve 1999'da ölümünden sonra yayımlanan The Living Goddesses'la. biten bir dizi kitapla kuşkucu eğilime doğrudan doğruya karşı çıkmıştır.

Gimbutas, Güneydoğu Avrupa'nın Neolitik heykelciklerini kullanarak tanrıçalara inanan ve anaerkil olan barışçı ilk çiftçi toplumlarının bir modelini oluşturmuştur. Bu sosyal düzen, Ortadoğu'dan (Türkiye'nin güneyindeki Çatalhöyük'te yapılan kazılarda ortaya çıkmış freskler ve heykelcikler) Batı Avrupa'ya kadar uzanıyordu.

Ancak ana tanrıça kültünün izleri, Avrupa'da heykelciklerle değil de, megalitik sanatın sarmal motifleriyle, Neolitik koridor mezarların "rahim benzeri" karakterinde ve büyük ritüel anıtların dairesel planında kendini göstermekteydi. Gimbutas bu tanrıçaya tapan anaerkil toplulukların bir süre sonra İÖ 4. ve 3. binyıllarda Avrasya steplerinden gelen atlı insanların istilalarıyla savaşçı ataerkil topluluklara dönüştüğünü iddia ediyordu.

Arkeologlar, tarih öncesi toplumların yakın geçmişimizdekilerden çok farklı olabilecekleri fikrini kolaylıkla kabul ettiler. Ancak Gimbutas'ın ileri sürdüğü kurama yöneltilen başlıca itiraz, onun analizinin kanıtların çeşitliliğini ve içeriğini gözardı etmekte olduğuydu. Tarih öncesinde ve erken tarihi alanlarda. antropomorfik dişi tasvirleri hayli yaygın bir biçimde bulunmaktadır.

Kuzeybatı Fransa'da Coizard hypogeum'unun duvarında yakalı ve memeli figür ile Girit'te Knossos Sarayı'ndaki "Yılan Tanrıça" pek çok örnekten yalnızca ikisidir. Ancak tarih öncesi Avrupa'sında ve çoğunlukla dişi figürlerinin bulunduğu topluluklarda erkek resimleri ve erkek sembolleri (falluslar gibi) de çok yaygındır.
Ayrıca bütün bu tasvirlerin ilahi olduğunu kabul etmek için de bir neden yoktur. Bu, dişi için olduğu kadar erkek tasvirleri için de geçerlidir. Bunlar ataları ya da yakınlarda ölmüş kişileri temsil ediyor olabilirler: Belki de yas dönemi sona erene kadar ölünün tasvirleri evde saklanmaktaydı.

Bu heykelcikler için farklı açıklamalar olabileceği, ister dini inanç olsun, ister toplumsal organizasyon olsun, her şeyi kapsayan bir tek açıklamayı kuşkulu bir duruma sokmaktadır. Gimbutas tarafından toplanan kanıtların çarpıcı yanı olan çeşitliliği, aynı zamanda kuramının en büyük zayıflıklarından biridir: Evlerde, mezarlarda ve tapınaklardaki heykelcikler ve Hiegalitik mezarlardaki sarmal oymalar. Bunların her birinin tek tek incelenmesi, akla bir tek evrensel dini ilenil, çok çeşitli inanç ve uygulamaları getirmektedir.

Son olarak, erken tarih öncesi Avrupa'nın steplerden ataerkil atlı istilacılar gelene kadar barışçı anaerkil bir toplum olması varsayımının hemen hemen her noktasına itiraz edilebilir. Gimbutas'ın "Eski Avrupa'sı" barışçı değildi: Almanya'da Talheim'da başlarına birer balta indirilerek öldürülen erkek, kadın ve çocuklar herhalde böyle düşünmeyeceklerdi.

Steplerden gelen istilalar da arkeolojik kanıtlarla desteklenmemektedir. ÎÖ 4. ve 3. binyılda Avrupa'yı istila eden yeni bir insan dalgasını gösteren hiçbir şey yoktur. Aksine her şey yerli toplulukların sakin ve yerleşik bir gelişme içinde olduğuna işaret etmektedir.

Marija Gimbutas ve diğerlerinin öngördükleri "ana tanrıça" varsayımı günümüz arkeolojik anlayışının ışığı altında reddedilmelidir. Ancak bu reddediş, aynı zamanda, kadınların ve dişi tanrıçaların geçmişteki insan toplumlarında çok farklı roller oynamış olabileceklerini reddetmek değildir. Çok yaygın bir tarih öncesi anaerkillik fikrini reddetmek, ataerkilliğin insan toplumu için doğal ya da mutlaka arzu edilir bir durum olduğunu iddia anlamına gelmez.


Batı Avrupa'da koridor mezarların "rahim benzeri" karakteri (Fransa'daki Brötanya'da ile Longue'dan bu örnekte olduğu gibi) Marija Gimbutas tarafından erken Avrupa toplumunun anaerkil olduğu iddiasını desteklemek için kullanılmıştır.
__________________
 
ziberkan Çevrimdışı

ziberkan

Super Moderator
Ynt: Tarihi Gizemler

Megalitlerin Anlamı

Zaman: İÖ yaklaşık 5000 yılından sonra
Mekân: Avrupa

Bayım, bu büyük kalıntıların haşmet ve yöntemine mi, yoksa özgün yapıları ya da kullanımlarına ait bir tek iz ve söylence olmadan burada olmalarındaki kaderlerinin garipliğine mi hayran kalayım, bilemiyorum. RAHİP GROVER, 1847

Rahip Grover'in bu düşünceleri megalitlerin yüzyıllardır insanlar için taşıdığı çekiciliği ifade etmektedir. Geçmişten kalan bu megalitler, çok etkileyici ve harikulade yerlerdir ama onlar hakkındaki bilgilerimiz açısından da bir o kadar esrarengiz ve gariptirler. Yunanca "büyük" ve "taş" kelimelerinden üretilmiş "megalit", yalnızca "büyük taş" demektir ve megalitik bir yapı da Stonehenge gibi büyük taşlardan oluşturulan bir yapıdır.

Bu nedenle megalitler herhangi bir bölgede ve herhangi bir dönemde inşaat için kullanılabilirler. Megalitlerin yakın yüzyıllara kadar kullanıldığı Hindistan'daki Khasia tepeleri ya da Etiyopya ve Madagaskar gibi hâlâ bir anlayış sahibi olunabilecek kadar yakın zamanlarda kullanıldığı yerler özellikle ilgi çekmektedir.

Megalitler konusunda bilgili olan yerli Malagasy halkından bir Madagaskarlı, yakınlarda Stonehenge'i ziyaret ettiğinde bunların amaçlarım gayet anlaşılır bir biçimde anlatmıştır: Burada önemli olan taşların ataların yerine geçtiğidir ki, bu çağdaş anlatım eski anlamının aslı ya da paraleli olabilir.

Megalitler inşaatlarda taş gibi değil de, büyük kütükler gibi kullanılır. ("Cyclopean" adı verilen dev bir duvar işçiliği türünde, büyük taşlar standart duvarcılık teknikleriyle kullanılır.) Bu tür inşaatlarda taşın yanında kütüklerin de kullanıldığını gösteren ve pek seyrek olarak günümüze kadar kalmış örneklerin dolaylı kanıtları da bulunmaktadır.

Bazı İngiliz mekânlarında taş yerine kereste kullanılmıştır. Başka formlarla olan benzerlikler, kereste ve toprak ve megalitik düzenlemelerin birbiri yerine geçebildiğini, herbirinin kendi inşaat malzemesine uygun kullanıldığını göstermektedir.
ESKİ AVRUPA MEGALİTLERİ

Tarih öncesi çağın en tanınmış megalitleri eski Avrupa'nınkilerdir. Kimi çok uzun olan tek taşlar vardır: İngiltere'nin en büyüğü olan Rudston megaliti 8,8 metredir. Fransa'nın en büyüğü Le Grand Menhir Brise ("Büyük kırık taş anıt") şimdi yerde dört parça halinde durmaktadır ve 280 ton ağırlığındadır.

Bu taşın, eğer başarıyla dikilmiş olsa boyu 20 metreyi bulacaktı. Brötanya'nın güney kıyılarındaki Menec megalitleri, 1100 metrelik bir alan boyunca uzanan 11 sıra 1099 granit megalitten oluşmuştur. Gene Fransa'da Cornec'teki paralel dizilmiş olanlar ise toplam 1935 adettir.
TAŞ DAİRELER

Dikine yerleştirilmiş taşların, oval ya da yumurta biçimli halkalar oluşturdukları taş dairelerin Britanya adalarında özel bir yeri vardır. Bunların en ünlü örneği Stonehenge'dir. İngiliz taş dairelerinin en büyüğü olan Avebury, 400 metre çapında bir daire oluşturan 100'den fazla taştan yapılmıştır ve bir yanından çifte taşlardan oluşan uzun bir cadde uzanır. Bunlardan ayrı iki taşın 1999'da başka bir uzun caddenin kalıntıları olduğu kanıtlanmıştır.

Bu daireler dikkatle incelenince planlarında gayet hassas geometrik ölçülerin kullanıldığı görülür ve boyutları da çoğunlukla bir uzunluk biriminin katlardır: Bir "megalitik kulaç" ya da bir "megalitik yarda". Ancak geometrinin ya da birimin yapımcıların tarafından bilinçli yapılmış olup olmadığı hakkında bir bilgimiz yoktur. Bunu, eski çağlarda kesin ölçümler araştırmamızda biz de uydurmuş olabiliriz.

Uzun ve kısa taş karışımlarıyla bazı İskoç daireleri ayın ufukta en alçak noktada olduğu dönemlerle ilişkili gibi görünmektedir. Çeşitli yerlerde yapılan ölçümlerde megalitlerin güneşin ya da göksel başka bir büyük cismin hareketleriyle ilişkili olabileceğini göstermiştir.
MEGALİTİK ODALAR

Avrupa megalitlerinin diğer bir sık rastlanan türü de daha çok bir binaya benzemektedir. Burada megalitik dikitler, çatıyı oluşturan dev taşlan taşımaktadır. Bunlar hep birlikte uzun dikdörtgen bir oda ya da dar koridorlu bir oda oluşturmaktadırlar. Bu yapı genellikle bir taş ya da toprak höyüğün altındadır ve şimdi açıkta duranlarının çoğunun da zamanında böyle bir höyüğün altında olduğunu tahmin etmekteyiz.

En ünlüleri İrlanda'nın doğusunda Newgrange ve Knowth olan bazılarının taşlarında "megalitik sanat"m gayet süslü geometrik desenleri vardır. Newgrange öyle düzenlenmiştir ki, odası kış gündönümünde doğan güneş tarafından aydınlanmaktadır.

Stonehenge ise yaz gündönümünde güneşin doğuşu ile aydınlanmak üzere düzenlenmiştir, İrlanda megalit alanlarının en büyüğü olan Knowth'da, geçitleriyle iki ayrı oda, büyük bir yuvarlak höyüğün altındadır, her geçitte ve höyüğün çevresini belirleyen taşların üzerinde süsler vardır. Bu dev yapının çevresinde daha normal boyutlarda megalitik odalardan oluşan daha küçük uydu höyükler vardır.

Halkbilimine göre bu megalitik odalar, çoğunlukla devlerle ilişkilendirilmişti: İrlanda'da bir "Dev Mezarı" ve "Dev Yükü" vardır. Sardunya'dakiler "tomba di giganti"dit (dev mezarı). Hollanda'dakiler için eski Hollanda sözcüğü "hunebed"dir ("Hun yatağı").

Bunlar genellikle mezar oldukları için "o-dalı mezarlar" olarak anılırlar. Ancak kimi zaman içlerinde kemik bulunmaz ya da höyük ile megalitik yapı, içindeki insan kalıntılarının miktarına kıyasla çok büyüktür. Ve kemiklerin de garip bir durumu vardır, iskeletler kafatasları bir yana, uzun kemikler bir yana olmak üzere kemiklere göre ayrılmış olabilirler.

Bunların yanında hayvan kemikleri de olabilir. Bu odalardan en büyüğü, Kuzeybatı Fransa'daki Bagneux'de şimdi yerel bir kahvenin bahçesin-dedir. 20 metre uzunluğu 7 metre eni ve 3 metre yüksekliğiyle büyük bir salon olabilecek bu yapı, benzerlerinin çoğu gibi çok uzun zaman önce keşfedildiğinden, içinde neler bulunduğunu bilemiyoruz.

Hıristiyan geleneğine göre de ölüler, genellikle bir kiliseye gömülür ama kilisenin asıl amacı mezarlık olmak değildir. Kilise bir cemaatin toplanma yeridir. Megalitik "mezarlar"ın günümüze kaldığı yerlerde bunların bir köy ya da çiftlik toplumunun kendi toprağının sınırlarını işaretlemesi gibi aralıklı dikildiklerini görmekteyiz.
GİZLİ ANLAMLAR

Avrupa megalitleri çoğunlukla ilk çiftçiler çağı olan Neolitik dönemden, İÖ 5000 yıl ya da daha öncesinden kalmadır. Odaların uzun biçimleri Orta Avrupa'nın ilk kuşak çiftçilerinin kütüklerden yaptıkları uzun evleri hatırlatmaktadır.

Megalitler gibi "ritüel anıtlar", biçim olarak benzersiz ve amaç bakımından muammadır: Çevresinde hendek olmayan daire biçimindeki kapalı alanların askeri ya da savunma açısından bir anlamı yoktur. Bunlara modern Batılı görüşüyle bakarsak, çiftçilerin ormanlık araziyi tarla açmak için temizlediklerini, avcı-toplayıcıların aksine bir yere yerleştiklerini düşünebiliriz.

Bu insanlar Neolitik dönem kazançlarından oluşan boş zamanlarında bir megalit yapmak için enerji ve çaba harcamış olabilirler. Ancak bazı megalitler, Neolitik çağın çok erken dönemine rastlamaktadır. Bunlar ilk güç yıllardan sonra eklenen seçimlik lüksler olamaz. Yine bunlar, gömme gibi işlevsel bir amaçla da tam olarak açıklanamazlar.

Megalitik "mezarlar", cesetlerin kaldırıldıktan sonra unutulmadığına dair işaretler vermektedir. Burada iki aşamalı bir ritüel olduğu anlaşılmaktadır: Ceset önce, belki de Avustralya'da yakın zamanlarda olduğu gibi ahşap bir platformda açıkta bırakılır, sonra da kalan büyük kemikleri -el ve ayak parmaklarının küçük kemikleri, etlerle birlikte kaybolacaktır- megalitik odanın içine yerleştirilirdi.

Kalıntıların da kullanıldığı anlaşılmaktadır. En azından eski "gömme"lerden kalan kemikler bir yana itilmiş, yerlerine yemleri konulmuştur. Artık Neolitik toplumların kendi geçmişleriyle ilgilendiklerini anlayabiliyoruz. Bu topluluklar, ölülerin aktif bir hayatları olduğu, ataların toplumsal kimlik için önemli olduğu toplumlardır. Megalitik odalar eğer mezarsa, bunlar bir anlamda "canlılar" İçin mezarlardır.

Eski mekânların en belirgin ve ilginç yerleri olan megalitlere, günümüzde büyük bir İlgi gösterilmektedir. West Kennet gibi yerlerde Avebury'nin büyük çevre yolları ve caddeleri yakınındaki bir "odalı mezarda" günümüzde tütsü çubukları yakılmakta, odaya çağdaş insanlar tarafından ekmek ve çiçek konulmaktadır.

Bunların çağdaş anlamı şudur: Bu yerler yeryüzünün doğal güçlerinin ve insan saygısının doğru olarak ifade edildiği kutsal mekânlar olarak görülmektedir. Bu yeni fikirler, arkeologlar için eski anlamlan ifade etmekten uzaksa da, bu eski mekânların bir kere daha toplumsal ifade bulan aktif yerler olması çok doğru ve uygundur.
 
ziberkan Çevrimdışı

ziberkan

Super Moderator
Ynt: Tarihi Gizemler

İsrail'in Kayıp On Kabilesi


Zaman: İÖ 8. yüzyıl ve sonrası
Mekân: İsrail

"Bundan dolayı" Rab diyor, "işte artık: İsrailoğullarını Mısır diyarından çıkarmış olan Rabbin varlığı hakkı için değil, ancak, İsrailoğullarını şimal diyarından, kendilerini sürmüş olduğu bütün memleketlerden çıkarmış olan Rabbin varlığı hakkı için, diyecekleri günler geliyor. Ve atalarına vermiş olduğum topraklarına onları tekrar getireceğim." YEREMYA 16: 14-15

İÖ 721'de Asur kralı Büyük Şarrukin, ordusuyla güneye yürüyüp Suriye'den geçti ve İsrail Krallığı'na saldırdı. Başkent Samiriye'yi yerle bir etti, milletin liderlerini aileleriyle birlikte çiftçiler, zanaatkarlar ve tüccarlar olarak yeni bir hayata başlamaları için Suriye'nin kuzeyine sürgüne gönderdi.

İsrail milleti o zaman Reuben, Gad, Aşer, Efraim, Manasseh, Dan, Naftali, İssahar, Simeon ve Zebulon kabilelerinden oluşuyordu ve sürgünler bu nüfusun yalnızca bir azınlığını oluşturmakla birlikte popüler folklora İsrail'in Kayıp On Kabilesi olarak geçtiler.

Bu "Kayıp On Kabile "ye ne olmuştur? Tarihi gerçekler az, dünyanın pek çok yerinde spekülasyon, gelenek ve folklor ise pek fazladır. Tevrat'ta verilen bilgi pek kısıtlıdır. II. Krallar 17:2-6'da bunlardan bir kısmının Kuzey Suriye'de Gozan (Tel Halaf) yakınlarında Habur Vadisi'nde Halah adında bilinmeyen bir başka kente yerleştirildikleri yazar. Sürgünlerden geri kalanı Asur'un doğusundaki Med Ülkesi'ne gönderilmişti. Büyük bir olasılıkla hepsi birkaç kuşak içinde yerli halk arasında erimişlerdir.

Ancak bir istisna vardır. Sürgün zamanında kullanılan dile yakın bir tür neo-Aramice konuşan Irak Kürdistanı Yahudileri 20. yüzyılın ilk yarısında modern İsrail devletine göçmüşlerdir. Diğer Kürt Yahudiler de İran ve Türkiye'den gelmişler ve şu anda İsrail'de yüz bin kişilik bir grup oluşturmaktadırlar. Bunların dilleri, geldikleri bölge -kuzey Irak, Suriye ve Türkiye'nin doğusu- ve gelenekleri bunlardan bazılarının Asur sürgünlerinin halefleri olduklarını inandırıcı bir biçimde ortaya koymaktadır.

Ancak On Kayıp Kabile'nin çevresinde oluşturulan romantik hikâyelerin çokluğu karşısında bu gerçek, büyük ölçüde dikkatlerden uzak kalmıştır. Sofu Yahudiler, kabilelerin efsanevi Sambatyon Irmağı'nın ötesinde hâlâ var olduklarına ve Tanrı'nın bunları kutsal kitaptaki kehanete uygun olarak (örneğin, Ya Rab, kendi kavmim, İsrail'in bakiyesini kurtar, îşte ben onları şimal diyarından getireceğim Ve onları dünyanın uçlarından ve onlarla beraber körü ve topalı, gebe kadını ve doğuran kadını birlikte toplayacağım, büyük cemaat olarak buraya dönecekler. Ağlayışla gelecekler, yalvardıkça onlara yol göstereceğim, onları, sulu vadiler yanında sürçmeyecekleri doğru yolda yürüteceğim", Yeremya 31: 7-8)

Mesih Çağı'nda anayurtlarına geri döndüreceğine inanmaktadırlar. Ortaçağ'dan en azından 19. yüzyıla kadar kâh Doğu'da kâh Afrika'da olduğu söylenen ve kayıp kabilelerin binyılın krallığını sabırla bekledikleri bu efsanevi Yahudi ülkesi Yahudiler ve Hıristiyanlar tarafından aranmıştır.

Bu konuda çok geniş bir literatür vardır. Daha pek çok topluluk arasında Mormonlar, Japonlar, Pakistan'ın Pathanları, Nepalliler, Amerika kızılderilileri ve hatta İngilizler ve Amerikalılar tarafından ya da onların adlarına iddialarda bulunulmuştur.

İddiaların Ardındaki Gerçek mi? Mazı durumlarda bu iddialar içinde bir gerçek payı da bulunmaktadır. İsrail'in Asurlular tarafından yok edilmesinden sonraki yüzyılda pek çok göçmen hâlâ özerk Yahuda krallığına ve özellikle de başkenti Kudüs'e gitmişlerdi.

Ancak Asur'un, Babil'in ve Mınır'ın -zamanın büyük devletleri- bağımsız varlıklarına yönelttiği ciddi tehdidi gören insanlar hem Urail'den hem de Yahuda'dan göç etmeye başlamışlardı. Yahuda'nın Hezekiya iktidarında (ÎÖ 727-698) yaşamış olan İşaya'nın bir kehanetinde Tanrı diasporayı Asur, Patros, Nubye, Elam, Şinar ve Hamat topraklarından kurtaracaktır. ("Ve o gün vaki olacak ki, Asur'dan ve Mısır'dan ve Patros'tan ve Kuş'tan ve Elam'dan ve Şivar'dan ve Hamat'tan ve denizin adlarından artakalacak kavminin bakiyesini kurtarmak için Rab yine ikinci kere elini uzatacak", İşaya 11: 11-12)

Belgesel kanıt bulunan ilk denizaşırı Yahudi kolonisi Mısır'da, şimdi Elephantine denilen Yeb'dedir. Assuan'da Nil Nehri'nin Birinci Şelale'si yakınlarındaki bu adada İÖ 5. yüzyıl sonlarında kısa bir süre için bir Yahudi tapınağı vardı. Oradaki Yahudiler'in çoğunun Mısır kralının paralı askerleri oldukları tahmin edilmektedir.

Son Babil kralı Nabonidus'un iktidarında (İÖ 555-539) Yahudi gruplarının bu kralla birlikte uzun bir Arabistan yolculuğuna çıkmış olmaları mümkündür. Herhalde Babil İmparatorluğu'nun Medler'in ve Persler'in elinde İÖ 539 yılında sona ereceğini tahmin ederek bunlar orada kalmaya karar vermişlerdir.

Yine Kitabı Mukaddes'ten muzaffer Pers kralı Büyük Kuros'un İÖ 538'de yayımladığı bir dizi fermanla sürgündeki toplumların anayurtlarına dönmelerine izin verdiği bilinmektedir. Ancak sürgündeki bütün Yahudiler Yahuda'ya dönmek istememiştir (Ezra 1:4, 6). Büyük bir çoğunluk yerleşmişler hatta Pers ve Med gibi ülkelerde koloniler kurmuşlardı.

Böylece İÖ 6. ve 5. yüzyıllarda anayurtları dışında Yahudi yerleşimci grupları vardı. Yeni Ahit kitabında Aziz Pavlus'un seyahatlerine üstünkörü bir bakış bile Helenistik ve Roma çağlarında bu diasporanın artarak Akdeniz çevresine yayıldığı görülecektir.
DOĞU VE BATI

Şu halde bu Yahudiler'in batıya olduğu kadar doğuya gitmeleri de şaşırtıcı olmazdı. Nispeten yakın zamanlara kadar Arabistan'da ve Çin'de Yahudi toplulukları olduğu bilinmektedir. Hindistan'da hâlâ bazı gruplar vardır. Yahudi kökenli olduklarını iddia edenlerden Pathanlar Pakistan, Hindistan, Afganistan ve İran'da yaşayan dindar Müslümanlar'dır. Ancak Müslüman olmalarına rağmen kendilerini Ben-i İsrail (İsrailoğulları) diye adlandırırlar ve Şabat gibi Yahudi âdetlerini korumuşlardır.

Birmanya'da Mizo kabilesi ve Ben-i Menaşe (Menaşeoğulları) Y'wa adında bir tanrıya taparlar ki, bu ad da İsrail tanrısının (Yahve) adını andırmaktadır. Kuzeybatı Çin'de kendilerinin İbrahim'in soyundan olduklarına inanan Chiangmin'ler vardır. Bunların özel rahip sınıfı, kurban keser ve ritüel saflığa çok önem verir.

Burada tek tek anılmayacak kadar çok grup vardır ve bu iddialarda herhangi bir imkânsızlık yoktur. Yahudiler gerçekten çok geniş bir alana yayılmışlar ve pek çok ıssız yere yerleşmişlerdir. Bunların soylarından gelenler yüzyıllar boyunca daha geniş toplum içine karışıp Yahudilik'in esas grubuyla ilişkilerini kaybetmişlerse de, yine de kökenleri konusunda pek bulanık da olsa bir bilince sahip kalmışlardı.

AFRİKA'DAKİ KAYIP KABİLELER

Afrika'da da Yahudi kökenli olduklarını iddia eden gruplar vardır. Bunlardan en çok tanınanları bugün çoğunlukla İsrail'de bulunan Habeş Yahudileri'dir. Ancak şu anda Güney Afrika'da dağılmış olan ve "Afrika'nın Kara Yahudileri" iddialarında haklı olabilecek bir grup daha vardır. Bunlar, sözlü tarihleri yakın zamanlarda Londra Üniversitesi'nden Tudor Pâffitt tarafından belgelenmiş olan Lemba halkıdır.

Bunlar atalarının yerini bile bilmedikleri kuzeyde San'a diye bir yerden geldiklerini her zaman iddia etmişlerdir. Kanıtlanmamışsa da, Habeşistan Yahudileri İle bağları olduğuna da inanırlar. Lembalar Yahudi kaşrut yasalarına (neyin yenilip neyin yenilemeyeceği) riayet ederler ve Güney Afrika'ya sünnet âdetini onlar getirmiş olabilir.

Lembalar'dan kendi tarihleri konusunda pek az şey elde edebildiğini gören Dr. Parfitt bunların kökenlerini bulmak için Güney Afrika'dan yola çıkmış, Zimbabwe'yi geçmiş ve sonunda Arabistan'ın güneybatı köşesindeki Yemen'e varmıştır. Burada bulduğu eski San'a kentinin Lemba geleneklerinin işaret ettiği yer olduğuna inanmaktadır. Diğer pek çok ayrıntı da Lembalar'ın kökenleri konusundaki inançlarını doğrulamaktadır. Arabistan'ın bu bölgesiyle Lemba klanlarında ortak olan aile adları da vardır.
GENLERDEKİ KANITLAR

Lembalar'ın, kökenleri konusundaki inançlarını büyük ölçüde destekleyen bir kanıt daha vardır: Bu kanıt, genetik araştırmalardaki en son gelişmelere dayanmaktadır. ABD, İngiltere ve İsrail'de yetişkin Yahudi erkekleri üzerinde yakın zamanlarda genetik bir araştırma yapılmıştır. Buna göre cohanim'lerin (Musa'nın Yüksek Rahiplik görevini üstlenen kardeşi Harun'un soyundan geldiğini iddia eden dinadamları klanı) yüzde yetmişinin Y kromozomlarında ortak bir DNA işareti bulunmuştur.

Bu, cohanim olmayan yetişkin Yahudi erkeklerinde bulunandan önemli derecede yüksek bir yüzdedir. Yahudi olmayan erkek gruplarında buna rastlama oranı daha da düşüktür. Bu da cohanim'in yaklaşık 3000 yıl önce ortak bir ataları olduğu iddialarını desteklemektedir.

Lemba kabilesi erkeklerinde yapılan testlerde bu DNA işaretinin genelde Yahudi erkeklerinde rastlanan oranda olduğu görülmüştür. Dahası, Lemba klanının üst sınıfı olan Bhubalar'da bu kromozom işareti çok daha yüksektir ve bu oran yüzde 53,8'e kadar çıkmaktadır ki, bu da Yahudi cohanim'lerde rastlanan orana çok yakındır. Bu genetik işaret oranına Yahudi olmayan başka bir grupta rastlanılmamıştır.

Bu Lembalar'ın Yahudiliğini kesin olarak kanıtlamazsa da, Yahudi soyundan gelmiş olma iddialarını büyük ölçüde desteklemektedir. Bu projeyi Yahudi soyundan geldiklerini iddia eden diğer birleşik gruplar arasından sürdürmek yararlı olacaktır.

Bu grupların İsrail'in sözde "On Kayıp Kabilesi"nden gelmeleri imkânsız olmamakla birlikte pek muhtemel değilse de, genetik testler hiç olmazsa içlerindeki erkekler arasında kromozomları bir Yahudi, belki de bir din adamı soyuna işaret edecek insanlar olup olmadığını ortaya çıkaracaktır. Kayıp Kabileler sorununu çözemeyebiliriz ama iki bin yıldır kayıp Yahudiler'in bazılarının ailelerini belki de bulabiliriz.
 
ziberkan Çevrimdışı

ziberkan

Super Moderator
Ynt: Tarihi Gizemler

Stonehenge Nasıl Yapıldı?

Zaman: İÖ yaklaşık 2950-1600
Mekân: Güney İngiltere

Kayıp bir çağın sessiz görüntülen, Bir tapınağın bu ağırbaşlı taşları Soru sormayan ovada Her çağdaş bilgenin muamması. EDWARD G. ALDRIDGE, 19. YÜZYIL ORTALARI

Stonehenge'i nasıl yapmışlardı? Buna en kolay verilecek cevap, "çok güç" olacaksa da, gerçek cevap, "düşündüğümüzden çok daha kolay"dır. Stonehenge, ünlü olduğu kadar benzersizdir ve bize ipucu veren de işte bu benzersizliğidir.

İngiltere'deki diğer taş daireler -ki bunlar yüzlercedir ve bazılarının çapları da daha büyüktür- doğal durumlarında bırakılmıştır. Yalnızca Stonehenge'dekiler kenarları düzeltilip dört köşe haline sokulmuşlardır. Dik taşların üzerinde yer alan yatay taşlar ise bir kapı üzerindeki lento gibi sanki kalaslarmışçasına zıvanalarla tutturulmuştur.

Birbirine bitişik taşlar da yine bir ağaç ustası tekniğiyle kanallar ve yuvalarla birleştirilmiştir. Bu gerçekleri ta ilk baştan beri biliyoruz: 11. yüzyıldan kalma en eski Stonehenge kayıtlarında burasının "kapılar gibi" yapıldığından söz edilir.

İngiltere'nin Wittshire iline bağlı Salisbury kentinin 13 km kuzeyinde yer alan Stonehenge hakkındaki bütün yorumlar, özellikle 1950 sonrası yürütülen yöresel kazılara dayanır.
WOODHENGE VE SEAHENGE

Sonuçta, taştan yapılmasına rağmen Stonehenge ahşaptan yapılmış gibidir. 20. yüzyıl başlarında, Stonehenge'in birkaç kilometre ilerisinde öncü hava fotoğrafçıları otlar arasında Stonehenge'e benzeyen ve aynı biçimde eşmerkezli bir biçimde düzenlenmiş bazı izler görmüşlerdi. Burası de herhalde Stonehenge gibi bir yerdi ama keresteden yapıldığından [stone= taş yerine wood= odun] "Woodhenge" denilmişti. Burasının da Stonehenge gibi yaz gündönümünde güneşin doğuş yönüne dönük bir ekseni vardır.

1998-99'da bu ahşap anıtlar, ahşabın çürüdüğü yerlerde kalan izler olarak değil de, ilk kez sağlam olarak ortaya çıkarıldılar. İngiltere'nin doğusunda Norfolk kıyısının hemen açığındaki çamur tabakası içindeki kütükler dendrokronoloji (ağaç halkalarıyla tarihleme) yöntemiyle incelendiğinde İÖ 2050 yılından kaldıkları anlaşıldı ve bunlara hemen "Seahenge" adı verildi. Ahşap direklerden dairenin ortasında yere dikey olarak yerleştirilmiş bir tek büyük meşe ağacı vardı, îlk başta dal sanılan şeylerin kök oldukları anlaşıldı. Ağaç yere tersine sokulmuştu.

Bu nedenle Stonehenge yapımcıları yalnızca büyük taşlan nakletmenin ve dikine oturtmanın geleneksel zanaatının yanı sıra, büyük ağaç gövdelerini de taşıyabilmeyi ve -başka yerlerde gördüğümüz gibi- dev meşe gövdelerini kereste gibi kesmeyi de biliyorlardı. Stonehenge'i mümkün kılanlar işte bu beceriler olmuştur. Bu ahşap yapıların toprak üzerinde nasıl olduklarım bilmiyoruz.

Çatıları olan binalar da, yalnızca dikilmiş kütükler de ya da Amerikan Kızılderilileri'nin yontulmuş totemleri gibi de olabilir. Yerin üzerinde kalan kısmı ilk gördüğümüz Seahenge, Stonehenge'e benzemek yerine yine farklı olarak bizi şaşırtmıştır. Stonehenge en benzeteceğimiz şey olduğu için, ahşap yapıların da ona benzediğini düşünmek mantıklıdır. Stonehenge'deki sayıları sekizi bulan diğer taşların, daha eskiden kalmış olup ahşap işleme modeline göre düzeltilmiş olmaması da ilginçtir.
TAŞLARI NAKLETMEK

Stonehenge'in yapımının ilk gereği, doğru olan taşları bulmaktı. Kullanılan pek çok türden en çok sayıda olanı, 240 kilometre ilerideki Batı Galler'den getirilen "mavitaşlar"dır. Yaklaşık bir tabut boyutlarında olan taşlar, dört tonu bulmaktadır.

Bu yüzden bunları karadan çekmek ya da şişirilen tulumlar üzerinde denizden geçirip Stonehenge'e yakın nehirlerden birinden içeri sokmak pek güç olmayacaktı. Ama bu o kadar da kolay değildi: 2000 yılında tam boyutlarında bir mavitaşı Stonehenge'e taşımak için bir ekip, gönüllü bulmakta çok zorlanmıştır. Ve taş bir kere tekneye yüklendikten sonra da kayıp suya düşmüştür. Denemenin devam edebilmesi için, taşın denizin dibinden çıkarılması (!) gerekmiştir.

Stonehenge'deki daha büyük "sarsen" taşları daha ağırdır ama bunlar daha yakından, 30 kilometre ileriden getirilmiştir. İnşaatçıların en büyük sıkıntısı, yeterli boyda büyük taş bulmak olmuş olmalıdır. Stonehenge'de bunların 79'una ihtiyaç duyulmuştur. Daha eski megalit dairelerde ve Avebury'deki caddelerde bunlardan yüzlercesini çok önce kullanmışlardı. Stonehenge'deki "sarsen"lerin boylarının çok küçük bir kısmı destek almak için yere gömülüdür ve Stonehenge'in planlandığı nihai şekli almadığına inanılmaktadır. Acaba, bu taşları oraya getirenlerin taşları mı tükenmiştir?

Tanesi 40 tondan fazla olan "sarsen"leri nakletmek birinci işti. 1994'te arkeolog Julian Richards ve mühendis Mark Whitby'nin benzer bir taşla yaptıkları deneyler bunun nasıl yapılmış olacağını göstermiştir. Taş, kütüklerden bir beşik üzerine yatırılıp iplerle çekilecekti. Beşiğin kütükler üzerinde yuvarlanmış olacağı düşünülmüştü ama mühendis 1994'te daha iyi bir yöntem buldu: Beşiği iyice yağlanmış kalaslar üzerinde kaydırmak. 130 gönüllünün çektiği taş bir kere hareket ettikten sonra gayet iyi ilerlemeye başladı.

Güvenlik için deneyde çağdaş ipler kullanılmışsa da, tarihöncesi zamanlarda ağaçların iç kabuklarından yeterli derecede sağlam ipler yapıldığı bilinmekteydi. Taşın hafif bir yokuşta günde bir kilometre ve düz ya da yokuş aşağı yerlerde günde on kilometre çekilebileceği ortaya çıktı.

Neolitik insanların kızaklar yapmak için meşe ağaçlarını yarabildiklerini de biliyoruz. "Sarsen"lerin bulunduğu Marlborough Downs ile Stonehenge arasında Pewsey Vadisi vardır: Taşlar vadinin kuzey duvarının dik yamacından indirilecek, ıslak vadiden geçirilecek ve Stonehenge'in inşa edildiği öteki tepeye çıkarılacaktı.
TAŞLARIN YONTULMASI VE KALDIRILMASI

"Sarsen"ler aynı taşı çekiç gibi kullanarak biçimlen-dirilebilirler. "Sarsen" çok sert olduğu ve kolaylıkla iri parçalar halinde kopmadığı için bu, güç bir iştir. Stonehenge'de pek çok taş, çekiçler ve keskiler bulunmuş, bunların daha sonra taşları yerlerinde sabitleştirmek için kullanıldıkları anlaşılmıştır.

Taşlan dik bir duruma getirme de 1994'te bir deneyle sınanmıştır. Taşın ucu, hazırlanmış bir çukura yerleştirilmiş, sonra üzerinde daha küçük bir taş kaydırarak dengesini bozup çukura girmesi sağlanmıştır. Neolitik teknoloji bunu yapabilirdi ama Neolitik zihinler ve zekâlar acaba bunu düşünebilirler miydi?

Sonra taş 130 kişilik bir ekip tarafından kütüklerden yapılma bir "A-çerçevesi" üzerinden iplerle çekilebilirdi. Taşlar çukurlara yerleştirildikten sonra kenarları küçük "sarsen" parçalarıyla beslenir ve lento taşları tepeye çekilirdi. Bu ya taşı bir rampadan yukarı çekerek ya da üstüste yığılı kütüklerin üstünde yükselterek yapılabilirdi. Hangi yöntem kullanılırsa kullanılsın, lentolar istenilen yüksekliğe çıkarılınca biçimlendirilir ve son yerine yerleştirilirdi. Rampa izi bulunmadığına göre üstüste konulmuş kütük yönteminin kullanılmış olması mümkündür.
Böylece, 130 ya da daha fazla insan gücüyle Stonehenge'in yapılması belki de bugün göründüğü kadar güç olmamış olabilir. En azından biz Batılılar makinelere o kadar çok alışmışız ki, yalnızca insan gücü ve becerisiyle neler yapılabildiğini unutabiliyoruz. Bu nedenle bu muammanın bir kısmı da "Stonehenge'i nasıl yaptılar?" değil, bizleriz.

Deneyde yapılan Stonehenge parçasının ilginç bir sonucu da vardır. Taşların dikildiği kuzey Wiltshire'daki alanda, bunun çağdaş bir tuhaflık olarak kalması fikri benimsenmişti. Ama sonra orada gayriresmi bir festival yapılacağı söylentileri üzerine sökülmüştür. Günümüzdeki söylentilere göre de, kullanılan taşlar depolanmıştır ve kendi Stonehenge'lerini çağdaş ya da eski yöntemlerle dikmek isteyenlerin emrine hazır tutulmaktadır.

Stonehenge deyince aklımıza gelen aslında Stonehenge III'tür. İÖ 3100'lere tarihlenen Stonehenge I, yöre insanlarının geyik boynuzlarıyla yarı çapı 98 m olan bir çember kazmalarıyla başlar. Setin iç tarafına daha sonra (keşfeden antikacının adıyla anılan} 56 Aubrey çukuru kazıldı. 500 yıl sonra terk edilen Stonehenge I'den sonra ÎÖ 2100'lerde Stonehenge II düzenlendi.

Alanın ortasına 4 tonluk 80 sütun bu dönemde dikilmiştir. İÖ 2000'lerde birinci devresi başlayan Stonehenge lir de ise, kalıntıları görülebilen halka ve at nalı biçimli iki taş sırası inşa edilmişti. Amacı tam olarak bilinemeyen ama bir tapınma yeri olduğu kuşku götürmeyen Stonehenge'lerin inşası İÖ 1100'lere kadar sürmüştür.
 
ziberkan Çevrimdışı

ziberkan

Super Moderator
Ynt: Tarihi Gizemler

Hint-Avrupalıların Kökeni

Zaman: İÖ yaklaşık 7000-3000
Mekân: Avrasya

Bir süredir boş zamanlarımda Avrupa dillerinin çarpıcı yakınlıkları üzerinde çalışıyorum ve her gün bu işte yeni ve çok heyecan verici yanlar buldukça onları kaynaklarına doğru izliyorum. JAMES PARSONS, 1767

Avrupa ve Batı Asya, pek çok kültür ve halklar görmüşse de, Avrupalılar'ın çoğu ile Batı ve Güney Asyalılar'ın büyük bir kısmı Neolitik ya da Erken Tunç Çağı'nda Avrasya'ya yayılmaya başlayan bir tek dil ailesine ait olan akraba dilleri konuşmuşlardır. Pek çok Hint-Avrupa dilinde aynı soydan gelen birkaç kelimeyi alıp da İrlanda'dan Batı Çin'de, ipek Yolu'nun vaha kentlerinin halkı Toharlar'a kadar izlersek bu dil sürekliliği hakkında bir izlenim elde edebiliriz.

Bu kelimeler arasındaki benzerlikler bunların Proto-Hint-Avrupa olarak bilinen ortak bir ata dilinden türemeleriyle (Fransızca, İspanyolca ve İtalyanca'nın Geç Dönem Latince'sinden türediği gibi) açıklanabilir. Bu Proto-Hint-Avrupa dilinin ilk ne zaman ve nerede konuşulduğu bilimadamlarını iki yüzyıldan beri uğraştırmaktadır.

Farklı Hint-Avrupa dillerinin kelime dağarcıklarındaki benzerlikler, dilcilerin Proto-Hint-Avrupa dilinin içeriğinin en azından bir kısmını ve genel yapısını anlamalarında yardımcı olmuştur. Örneğin, ağaç (çam, meşe, söğüt vb), vahşi hayvanlar (ayı, tilki, geyik vb) ve daha önemlisi evcil hayvanlar (öküz, koyun, keçi, domuz) ve çiftçilikle ilgili teknoloji (çömlek, orak, saban) ve arabalar (tekerlek, araba, boyunduruk). Bütün bunlar proto-di-lin konuşanlarının bu yeniliklerin ortaya çıktığı zamanda, en azından ortak bir Neolitik sözlüğe sahip olmalarına kadar ortadan kalkmadığını göstermektedir.

Proto-Hint-Avrupalılar'ı neden belirli bir mekânda aramamız gerekmektedir? Buradaki sorun hem ampirik hem de kuramsaldır. Bir kere Avrupa'nın kenarlarındaki ülkelerin bazılarında Hint-Avrupa dilleri konuşulmadığını biliyoruz: İspanya'da Iberik dili, İtalya'da Etrüsk dili, Anadolu'da Hititçe konuşulmaktaydı.

Bazı Hint-Avrupalılar'ın da Hint-Avrupa dili konuşmayan eski halkların arasında yayıldıklarını da biliyoruz. Örneğin, İranlılar Güney İran'ın Elamlılar'ını, Hint-Âriler dillerini daha önceki Dravid ve Munda dili konuşulanlara benimsetmişlerdir. Ayrıca, Hint-Avrupa dili olmayan bir dil Avrupa'da yaşamaya devam etmiştir: Kuzey İspanya ve Güney Fransa'da konuşulan Baskça.

Kuramsal sorun, dil değişikliğinin tümünü ilgilendirir. Hint-Avrupalılar'ın Atlas Okyanusu'ndan Batı Çin'e kadar ta en eski çağlardan beri uzanıyor olması, tarih öncesi dönemde bir tek dilin sürekli olabileceği alanın boyutlarının çok üstündedir. Diller (sabit bir oranda olmasa da) sürekli evrim geçirirler ve binlerce kilometrelik bir alana yayılmış bir tek dili konuşanların aynı dil değişimini binlerce yıl sürdürebildiklerine akıl erdirmek çok güçtür.


Kurgan modelinin en ayrıntılı versiyonu, Hint-Avrupalılar'ın Avrupa'ya üç dalga halinde yayıldıklarını öngörmektedir.



ANAYURT MODELLERİ

Hint-Avrupa dilinin ileri sürülen anayurt (Almanlar buna Urheimat diyeceklerdir) mekânları Kuzey Kutbu'ndan Güney Kutbu'na, Atlas Okyanusu'ndan Büyük Okyanus'a kadar uzanmaktadır. Hint-Avrupa dili kökenlerinin günümüzde temelde üç model tipi tartışılmaktadır: Birincisi, Proto-Hint-Avrupalıları'nın Neolitik dönemden önce, ya Paleolitik ya da Mezolitik dönemde Avrasya'da geniş bir kuşak içinde olabilecekleri iddiasını ortaya atmaktadır.

Kökenlerini o kadar geriye ve o kadar geniş bir alana -Avrupa'nın büyük bir kısmı- götüren bu iddia, arkeologların daha sonra Hint-Avrupa dillerinin dağılması için çok uzaklara göçler yapıldığını kanıtlamalarına bir kısıtlılık getirmektedir. Bu, yeniden inşa edilen protodilde gördüğümüz geç dönem Neolitik kelime dağarcığını açıklamadığı için en az kabul gören modeldir.

İkinci model Hint-Avrupa yayılmasını tarımın yayılmasıyla birlikte başlatır. Bu model başka dil aileleri için de kullanılmıştır. Bunun anlamı, Hint-Avrupa dillerinin yeni ve çok daha verimli bir ekonomiyle yayıldığı ve yeni Hint-Avrupa dili konuşan çiftçilerin giderek Avrupa'nın avcı-toplayıcı toplumlarının yerini almış olduklarıdır.

Bazıları bu yayılmanın yalnızca, nüfusla sınırlı olduğunu iddia ederken bazıları da Avrupa'nın çevre bölgelerinin yeni bir çiftçi akınına değil, daha çok yeni bir dil değişimine uğradığı fikrindedirler. Bütün bu modeller en eski Hint-Avrupalılar'ı İÖ 7. binyılda Anadolu'da yerleşik olarak kabul ederler ve bunların buradan Yunanistan'a ve Balkanlar'a, sonra da daha yoğun olarak batıya, Atlas Okyanusu'na kadar yayıldıklarını öngörürler.


(Solda) Letnitsa'dan "kutsal evliliği" gösteren gümüş yaldızlı bir Trak plaketi -İÖ 400-350 yıl. (Sağda) Güney Urallar'da Sintashta'daki Tunç Çağı araba gömülmesi, genelde ilk Hint-Avrupa yayılmasının kanıtları olarak görülür.

Asya'nın belli başlı Hint-Avrupa dillerine gelince, bunlar genellikle üçüncü varsayıma girerler. Bu üçüncü modele göre Avrupa ve Batı Asya'daki Neolitik-Tunç Çağı topluluklarının büyük bir kısmında büyük dil değişimleri olmuştur.

Kuram genelde en eski Hint-Avrupalılar'ı Karadeniz ile Hazar Denizi'nin kuzeyindeki bozkırlara ve ormanlık steplere yerleştirir ve en eski Hint-Avrupa yayılmasının yarı göçebe ya da ehlileştirilmiş ata ve tekerlekli arabalara sahip yüksek derecede seyyar nüfus tarafından gerçekleştirildiğini iddia eder.

Bunlar ölülerini genellikle bir höyüğe (Rusça'sı kurgan) gömdükleri için buna Kurgan kuramı adı verilir. Buna göre seyyar nüfus, ÎÖ 5 ile 3. binyılda steplerden Güneydoğu ve Orta Avrupa'ya göçe başlamış ve buralardaki yerli halka kendi Hint-Avrupa dillerini benimsetmişlerdir.

Bu model toplumsal değişimi tam anlamıyla nüfus hareketine bağlamaz: Hint-Avrupa dilleri eski Hint- Avrupa toplumsal kurumlarının Avrupa'dakilerden daha saldırgan ve çekici olmaları nedeniyle yayılmıştır. Kurgan modeline göre Asya'nın Hint-Avrupalılar'ı İÖ 2000 yıllarında Volga-Ural bölgesinde araba süren aristokrasinin geliştiğini ve bunların doğuya ve Orta Asya'dan güneye yönelerek İran'da ve Hindistan'da Tunç Çağı seçkinlerini oluşturduklarım öne sürülmektedir.

Hint-Avrupa kökenlerini ve yayılmasını açıklayan tümüyle kabul edilebilir bir tek model olmamasına rağmen, sorun, bilimadamlarını insan kültürünün en esaslı unsurlarından biri olan dilin arkeolojik kayıtlarda nasıl izlenebileceğini sürekli olarak araştırmaya yöneltmektedir.

Hint-Avrupa dilleriyle elde edebildiğimiz her şey bizi, oluşturulmuş biçimlerin oldukça uzun bir evreye yayıldığına inanmaya yöneltir. Hint-Avrupa dillerinin belli bir ortalama derinliği vardır. Bu yüzden, bu dillerin içinde, arkeologların kazılarda yaptıkları gibi, kronolojik düzeylerin bir katmanbilimi gerçekleştirilebilir.

Bu gözlem, Hint-Avrupa dilinin, türdeşlikten yoksun toplulukların yığıştığı bir sabit değil, tek bir halkın dolaysız bir biçimde dili olduğunu doğrular. Bu toplumsal halkın ülkü ve değerleri bilinir: Veda, Homeros ve Kuzey Edda'nın şiirsel kalıp cümleleri arasındaki giderek artan çok sayıdaki denklik, bu durumun dolaysız bir kanıtıdır. Birbirinden çok ayrı yapıtlardan kalma anlatı şemalarının yinelenmesi, hiyerarşik, soylu, eril bir ideolojinin aktarıcılığını yapan sözlü bir Hint-Avrupa edebiyatının varlığım da doğrular.
 
ziberkan Çevrimdışı

ziberkan

Super Moderator
Ynt: Tarihi Gizemler

Kartacalıların Kurbanları

Zaman: İÖ 8-2. yüzyıl
Mekan: Kartaca, Tunus

Kronos'a (Ba'al Hammon) tapan Fenikeliler, özellikle de Kartacalılar, büyük bir istekte bulunduklarında, mutlaka başarılı olmak istiyorlarsa, çocuklarından birini tanrıya kurban ederek yakarlardı. CLEITARCHUS, İÖ 4. YÜZYIL SONLARI.

Kartaca, Doğu Akdeniz'den gelen Tyroslu (bugünkü Sur) Fenikeliler tarafından "Yeni Kent"leri (Kart-Hadaşt) olarak şimdiki Doğu Tunus'ta kurulmuştur. Bugün aynı yerde Tunus kentinin bir banliyösü vardır. Arkeolojik kayıtlarda İÖ 8. yüzyıl ortalarının daha öncesinden bir bulguya rastlanılmamışsa da, sözlü geleneklerde (örneğin Vergilius'un Aeneis'ine. göre) kenti İÖ 814 yılında kardeşi Tyroslu Pygmalion'dan kaçan Kraliçe Dido'nun kurduğu söylenegelmektedir.

Romalılar Kartaca'da yaşayanlara Phoenikes'ten (Fenikeliler) türetilen Poeni adını vermişlerdi. Pön Savaşları sözü de buradan gelir. Kartaca'nın Akdeniz'in ortasında olması ve verimli bir hinterlandı kontrol etmesi gelişip genişlemesine yol açmış, devlet İÖ 4. ve 3. yüzyıllarda gelişerek büyük bir imparatorluk olmuştur. Toprakları bugünkü Tunus'un tamamını kaplıyordu ve Fas'tan Batı Libya'ya kadar Kuzey Afrika kıyılarında pek çok yerleşim merkezi vardı. Ayrıca denizaşırı olarak Sicilya, Sardunya ve İspanya'da da topraklara sahipti.

Ancak Kartaca'nın toprak emelleri ülkeyi o çağda Akdeniz'de bir başka süper güç olan Roma ile çatışmaya zorlamıştır. Bu iki büyük devletin arasındaki iktidar mücadelesinde İÖ 264-146 arasında üç tane Pön savaşı yapılmış ve sonunda yenilen Kartaca, İÖ 146 yılında yağmalanıp yıkılmış, Romalılar tarafından tümüyle yok edilmiş, ve üstüne üstlük cehennem tanrılarına adanarak burada insan yaşaması bile yasaklanmıştır. Ancak, İÖ 122'den sonra Roma yönetimi, Kartaca topraklarında koloni kurmaya yeniden başladı.


BAAL VE TANİT

Kartaca tanrılarının başında gökyüzü tanrısı Baal ile yazıtlarda esrarlı bir biçimde "Baal'ın yüzü", yani Baal'ın dişi karşıtı ya da "yansıması" olan Tanit bulunurdu. Baal, anayurt Fenike'de tanınmış bir tanrı ise de, Tanit oralarda bilinmezdi ve İÖ 5. yüzyılda ortaya çıktıktan sonra baş dişi tanrıçalığı (Batı Sami Bereket Tanrıçası olan) Astarte'nin elinden almıştı.

Baal her nasılsa insanlardan uzak ve ürkütücü bir tanrıydı: Tepelerin ve özellikle dağ doruklarının tanrısıydı ama aynı zamanda verimli ovaların ve gökyüzünün de tanrısı kabul edilirdi. Kısacası, bütün evrenin tanrısıydı. Kartaca (neo-Pönik) yazısında TNT, Yunanca'da Thanneth ya da Thinith olarak yazılan Tanit, her şeyden önce gökyüzünün bir tanrıçasıydı ve böylece tarımsal refahı sağlayan yağmuru getirirdi. Tanit aynı zamanda Kartaca kentinin de baş koruyucu tanrısıydı.
KURBAN YERLERİ

Baal da, Tanit de kurban isterdi ve kurbanlar tophet olarak anılan kutsal açık hava mekânlarında sunulurdu. Kartaca'daki binlerce tophet yazıtından, kültün ve kurbanların odağının özellikle Tanit olduğu anlaşılmaktadır. Buna karşılık Doğu Cezayir'de bulunan Konstantin'deki Tophet'teki 800 yazıt çoğunlukla Baal'a adanmıştır.

Tunus'ta Sousse'de, Sardunya'da Sulcis'te (Sant'Antioco), Tharros ve Monte Sirai'de, Sicilya'da Motya'da kazılıp çıkartılan başka tophet'ler de vardır. Yazıtlarda tophet terimi kullanılmıyorsa da, bu terim Tevrat'ta, Fenike topraklarında çocukların kurban edildiği yerler için ("Toffette" olarak) kullanılmaktadır (Yeremya 7: 31, II Krallar 23:10)

Kartaca'daki tophet 1921'de, eski kentin güneyinde yapay Pön Limanı'nın 50 metre batısında bulunmuştur. Burası, en az 6000 metre karelik, çevresi duvarla çevrilmiş üstü açık bir alandı. Yıllar boyunca yapılan kazılarda kısmen yanmış kemiklerle dolu ve her biri, çevresi çakıltaşı döşenmiş bir çukura gömülü binlerce küp bulunmuştur, ilk başlarda çoğunun yerleri, yüzeyde küçük bir yontma taş taht ya da üzerinde bir betyl (oval ya da şişe biçimli bir taş, tanrının simgesi) oyulmuş bir taş blokla (cippus) belirlenmişti.

Ancak İÖ 4. yüzyıldan sonra üzerinde basit bir röliyef ve kimi zaman da kurbanı veren kişinin adıyla Baal ve Tanit'in adları yazılı uzun bir taş blok yerleştirmek âdet olmuştur. Bu taşların biçim ve süslemeleri zamanla değişmiş, özellikle de en üste "Tanit simgesi" (bir yatay çizgi ve daireyle çevrili üçgen) yerleştirilmesi gelenekselleşmişti. Şimdi Tunus'ta Bardo Müzesi'nde olan bir taşta, kolunun altında bir bebek (herhalde kurban) olan bir rahip görülmektedir.

Sıklıklarında farklılıklar olmasına rağmen Kartaca tophet'indeki yazıtlar İÖ 8. yüzyıl ortalarından kentin yıkıldığı İÖ 146 yılına kadar bir süreklilik göstermektedir. Her yıl ortalama 100 küp gömüldüğü hesap edilmektedir ki, bu toplam 60.000 kurban demektir.

ÇAĞDAŞ KAZILAR

Kartaca tophet'inde 1970'li yılların sonunda yapılan kazılar ilk istatistiki rakamları sağlamıştır. Yanmış kemikler hem insanlara hem hayvanlara aittir, ancak beklentilerin aksine hayvan kurbanlarına kıyasla insan kurbanlarının sayısında bir azalma görülmemiştir, ilk gömülenler arasında hayvan kurbanları toplamın üçte birini oluştururken İÖ 4. yüzyılda bu rakam on küpte bire düşmüştü: Bu dönemde kurbanların yüzde 90'ı insandı.

Yine araştırmaların gösterdiğine göre, en eski çağlarda (İÖ 8-6. yüzyıllar) kemikler ölü doğmuş ya da henüz doğmuş bebeklere aitken, İÖ 4. yüzyıldaki kurbanlar genellikle l ile 3 yaş arası çocuklardı. Hatta bu dönemden kalma küplerin üçte birinde, bir küpte iki ve kimi zaman üç çocuğun kemikleri bulunmuştur.
ÇOCUKLAR NEDEN KURBAN EDİLİYORDU?

Bu değişikliğin nedenini, hatta neden insanın kurban olarak seçildiğini, yazılı metin yokluğu yüzünden açıklayabilmek çok güçtür. Yeni doğmuş bebeklerden küçük çocuklara geçişin askeri ya da ekonomik krizden kaynaklandığını düşünmek mümkünse de, böyle kesin bir bağlantı hem kanıtlanamaz hem de herhalde pek muhtemel değildir.

En büyük kriz olan, Kartaca'nın İÖ 146 yılında yıkılmasına giden son dönemin tophet ritüeli, büyük ölçüde Romalılar tarafından daha sonra silindiğinden, doğru bir değerlendirme yapılması imkânı da yoktur.

Ama gene de çeşitli varsayımlar ileri sürülmüştür. Yazıtlarda kurban adayanların varlıklı kişiler olduğu görülmektedir. Kartacalı seçkinlerin ilk çocuklarını kurban etmeleri Kitabı Mukaddes'in, "hasadını ve masaranın akıttığını takdimde geciktirmeyeceksin. Oğullarının ilk doğanını bana vereceksin" (Çıkış 22: 29) emrini akla getirmektedir.

İlk DNA testleri sonunda birkaç vakada cinsiyet tayini yapılabilmişse de, kemiklerin durumu cinsiyetin belirlenmesine imkân vermemektedir. DNA testleri sonucunda, küplerde bulunan çocukların aynı aileden olup olmadıkları da belki anlaşılabilir. Bazıları çocukların kurban edilmesini tıpkı Spartalılar'ın istenmedik çocukları ölmek üzere bir tepeye bırakmaları gibi, bir tür doğum kontrol yöntemi olarak görmektedirler.

Ancak büyük çocukların kurban edilmesini açıklamak daha güçtür. Bir bebeğin henüz ana rahmindeyken Tanit'e adandığı ve eğer çocuk ölü doğmuşsa onun yerine ailenin başka bir çocuğunun kurban edildiği de öne sürülmüştür. Ancak bu uygulama bebek ölüm oranlarının çok yüksek olduğu varsayımım da beraberinde getirir.

Sabatino Moscati, Yunan ve Roma yazarlarının Yahudi aleyhtarı propagandayı yaydıklarını ve gerek bebeklerin gerek daha büyük çocukların yakılmadan önce doğal nedenlerle ölmüş olabileceklerini iddia etmiştir. Ancak böyle bir görüş, eski dünyada "kurban" eylemi konusunda bildiğimiz her şeyin reddi demektir. Kurban etmek, ölüleri gömmenin alternatif bir yöntemi değildir, tanrılar nezdinde başarılı olması için kurban edenin (burada ana-babanın) sıkıntı çekmesi gerekir. Arkeolog Charlotte Roberts, Motya tophet'inden 20 çocuğun kemiklerini incelemiş ve herhangi bir hastalık belirtisine rastlamamıştır.

Romalılar'ın Kuzey Afrika'yı ele geçirmelerinden sonra Baal ve Tanit kültü pek ince bir Romanlaştırma cilası altında devam etmiştir: Tanrılara Satürn ve Caelestis adları verilmiş ve bunlara, Hıristiyanlık'ın yayılmaya başlamasına kadar tapılmıştır. Kartaca'daki tophet yeri de unutulmamıştır.

Orada Roma döneminde Satürn'e ve Caelestis'e tapıldığını gösteren izler vardır. Ancak Romalılar'ın asla hoşgörüyle karşılamadıkları insan kurban etme uygulaması Kartaca'da da, diğer yerlerde de İÖ 146 yılında sona ermiş görünmektedir. Ancak bazı yazıtlarda görüldüğü gibi hayvanın, insan yerine "vekâleten" (vicarius) kurban edildiği unutulmamıştı ve 3. yüzyılda Hıristiyan Tertullianus'un, kendi gününde bile Afrika'nın bazı yerlerinde insan kurban etmelerinin devam ettiğini söylediği bilinmektedir.

Sousse ve Konstantin'deki İÖ 146'dan sonra devam ettirilen tophet'lerin modern koşullar altında yeniden kazılarak yanık kemiklerin incelenmesi, Tertullianus'un haklı olup olmadığını ortaya çıkaracaktır. Ama o haklı çıkmasa bile, Kartaca'nın yıkılışından yaklaşık dört yüzyıl sonra bile, Kartaca çocuk kurban etme uygulamasının hâlâ hatırlandığı böylece anlaşılmış olmaktadır.
 
ziberkan Çevrimdışı

ziberkan

Super Moderator
Ynt: Tarihi Gizemler

Olmekler Afrikalı mıydı?

Zaman: İÖ 1200-900
Mekân: Güneydoğu Meksika

Şaşkınlıktan donakaldım: Bu (Tres Zapotes Dev Başı 1) bir sanat eseri olarak abartmasız görkemli bir heykeldi.,. Ama beni şaşırtan Etiyopyalı tipiydi. Bu ülkede zencilerin bulunduğunu ve bunun da dünyanın ilk çağında olmuş olması gerektiğini düşündüm. MELGAR Y. SERRANO, 1869.

Eski Mezoamerika'nın en eski uygarlıklarının yaratıcıları Olmekler, Afrika'dan mı gelmişlerdi? Eldeki bütün kanıtlar bunların Amerika kıtasına Kuzeydoğu Asya'dan gelen Paleo-Kızılderililer'in soyundan olan Amerikan yerlileri olduklarını göstermektedir. Ayrıca Afrikalıların Kristof KoIomb'dan önce Amerika'ya geldikleri iddiasını doğrulayacak herhangi bir fiziki bulgu yoktur.

Arkeologlar Olmek ülkesinde ya da Amerika kıtasının bir başka yerinde Afrika'ya ait tek bir alet, bitki ya da hayvan kalıntısı, insan iskeleti, bir dil unsuru ya da herhangi bir somut kanıt bulamamışlardır. Şu halde mantıklı bir insan bu sorunun nasıl ve neden ortaya atıldığını merak edecektir.

ARKA PLAN

Jose Melgar y. Serrano, 1862 yılında Güney Meksika'nın Tuxtla Dağları'nda bir şeker hacienda'sını ziyaret ederken kendisine bir işçinin birkaç yıl önce toprağın altında bulduğu bazalttan yontulma dev bir insan kafasını gösterdiler. Kendi ülkesininkiler kadar Eski Dünya uygarlıklarıyla da ilgilenen kültürlü hır insan olan Melgar -şimdi Tres Zapotes Dev Başı l olarak anılan- heykelin olağanüstü bir bulgu olduğunun farkındaydı.

Daha sonraki yıllarda başın anlamını ve heykeli yapılan kişinin etnik kimliğini iki makale halinde yayınladı. O sırada entelektüel iklime hâkim olan yayılmacı fikirlere göre, baskı altında ezilen halefleri gibi Kolomb-öncesi Amerikan Yerlileri'nin de büyük ve güzel sanat eserleri yaratacak kültüre ve zekâya sahip olmamaları gerekiyordu.

Böylece Melgar, heykeli yapanların Eski Dünya'dan gelen göçmenler oldukları ve heykeli de bir Afrikalı, özellikle bir "Etiyopyalı" olarak yontmuş olduklarını kabul etmekteydi.

Melgar'ın başı, Olmek kültürünü araştıran Matthew W. Stirling'in başı tekrar temizlediği 1939 yılına kadar tümüyle unutuldu. Stirling'in Tres Zapotes, La Venta, Cerro de las Mesas ve San Lorenzo'da yaptığı araştırmalar bilim dünyasının dikkatini Olmek kültürüne çekmiş ve National Geographic dergisi Olmekler'i herkesin evine sokmuştu.

Olmek kültürü konusunda daha sonra yapılan araştırmalar aralarında 17 dev başın da bulunduğu yüzlerce taş heykeli ortaya çıkarmıştır. Ayrıca küçük yeşim oymalar, çanak çömlek ve başka çeşitli eşyalar da ele geçirilmiştir. Çağdaş bilimadamlarının çoğu bu olağanüstü anıtların, yaşayan ya da ölmüş Olmek hükümdarlarına ait olduklarını kabul etmektedir.

İlginç olanı, diğer 17 heykelin hiçbirinin "Afrikalı"ya benzememesidir ve Melgar'dan bu yana hiçbir arkeolog, onun Tres Zapotes başının etnik teşhisini kabul etmiş değildir. Şu halde Afrikalı Olmekler sorusu yakın zamanlarda neden yine ortaya atılmıştır?

ÇAĞDAŞ EFSANE

Gabriel Haslip-Viera ile arkadaşları, yakınlarda yaptıkları kapsamlı bir çalışmayla fikrin geçmişinin, Ivan Van Sertima'nın yazılarına ve özellikle Kolomb'dan Önce Geldiler (1976) kitabına dayandığını bulmuşlardır.

Bir arkeolog olmayan Van Sertima, "Negroid" Afrikalılar'ın Kolomb'dan çok önce sayısız kere Amerika kıtasına geldiklerini, bu gelen Afrikalıların Mezoamerika ile Güney Amerika'nın ilk uygarlıklarını yarattıklarını ya da etkilediklerini iddia etmektedir. Hiçbir ciddi arkeolog bu iddiaları kabul etmemişse de, bunlar Kuzey Amerika'daki çağdaş Afromerkezci hareket için önemli bir temel efsane olmuştur.

Haslip-Viera'ya göre Afromerkezci revizyonist tarih, "eski Mısır, eski Mezopotamya, Hindistan, Çin, Avrupa ve Amerika'nınki dahil dünyanın bütün eski uygarlıklarının 'siyah' ırktan insanlar tarafından yaratıldığım ya da onlardan esinlendiğini" iddia etmektedir.

Van Sertima ve diğerleri iddialarını desteklemek için şunları ileri sürmektedirler: Eski Dünya'da çeşitli zamanlardan ve yerlerden yazılı belgeler, Olmek dev başlarının "Negroid" yüz hatları, Olmek toprak höyükleriyle Mısır ve Nübye'nin taş piramitleri arasındaki mimari benzerlikler, bir yarıkürede bulunan bitkilerin diğerinde de bulunması ve Amerika kıtasında mumyalama uygulaması. Haslip-Viera ve arkadaşları her kanıtı tek tek inceleyip her birini reddetmektedirler.

Olmekler'in Mezoamerikan uygarlığının kökenlerinde oynadıkları önemli rol gözönüne alındığında, Afromerkezcilerin iddialarını desteklemek için 19. yüzyıl vahşisi hayali fikirlerini canlandırmış olmaları şaşırtıcı değildir. Ancak bunlar aynı dönemin aynı derecede yanlış ırkçı fikirlerini de devam ettirmektedirler ki, bu fikirlere göre Amerikan yerlileri, Eski Dünya'nın halklarıyla aynı düzeyde büyük kültürel gelişmeler yapmaktan yoksun daha aşağı seviyede bir uygarlık sayılmaktadırlar.
 
ziberkan Çevrimdışı

ziberkan

Super Moderator
Ynt: Tarihi Gizemler

Punt Ülkesi Neredeydi?



Zaman: İÖ yaklaşık 2450-1170
Mekân: Somali/Sudan/Etiyopya?

Yüzümü tanyerine çevirerek sana bir harika yarattım. Bütün kokulu çiçekleriyle Punt topraklarını senden huzur istemek ve senin verdiğin havayı solumaları için sana getirdim. III. AMENHOTEP'IN MEZAR TAPINAĞINDAKİ KİTABEDEN.

Kral Sahure'nin hükümdarlığından (İÖ yaklaşık 2450) III. Ramses zamanına kadar (İÖ yaklaşık 1170), en az bin üç yüz yıl eski Mısırlılar düzenli olarak Punt diye bildikleri bir bölgeye ticari seferler yapmışlardır. Punt'un Mısır'ın güneyinde bir yerde olduğu bilinmekteyse de, çağdaş bilimadamları bunun tam yerini ve Mısır ticari heyetlerinin hangi kara ve deniz yolundan gittikleri konusunu uzun zamandır tartışmaktadırlar.

Punt ülkesi ve halkı hakkındaki bilgimiz metinlerden ve resimlerden gelmektedir. Resimlerde çizilmiş sahneler ve kazınmış yazılar, tüccarların oraya altın, aromatik reçineler, ince tahtalar, fildişi ve vahşi hayvanlar (zürafa, maymun ve babunlar) gibi egzotik şeyler almak üzere gönderildiğini göstermektedir. Bazı Yeni Krallık tapınak ve mezarlarındaki resimlerde Puntlar, koyu kızıl tenli ve ince yüz hatlı insanlar olarak gösterilmiştir. Bunlar daha eski dönemlerden kalma resimlerde uzun saçlıyken, 18. Hanedan sonrasından başlayarak daha kısa saçlı olarak resmedilmişlerdir.

Punt, bir zamanlar günümüz Somali'si olarak düşünülmüşse de, artık Punt Ülkesi'nin, resimlerdeki ve röliyeflerdeki bitki ve hayvanların daha çok bulunduğu Güney Sudan'da ya da Etiyopya'nın Eritre bölgesinde olduğu iddia edilmektedir.
KRALİÇE HATŞEPSUT'UN PUNT RESİMLERİ

Kraliçe Hatşepsut'un Deyr el-Bahri'deki tapmağındaki çok iyi işlenmiş bir dizi sahne, belki de uzun bir hareketsizlik döneminden sonra Puntlar'la ticaret anlaşmasının yeniden başlamasını kutlamak için yapılmıştır. Resimlerde gayet belirgin olarak, Puntlar'ın direkler üzerinde duran konik biçimli ve merdivenle girilen saz kulübeleri görülmektedir. Deyr el-Bahri'de tasvir edilen bitkiler arasında palmiyeler ve mür ağaçları da vardır ve bu sonuncular mürrüsafi çıkarılması için parçalanmaya başlamışlardır.

Punt hükümdarı (Mısırlılar'dan uzun sakalı ve garip giysileriyle ayrılmaktadır) Mısırlı ticaret heyetini karşılamaya çıkmıştır. Hükümdarın adı Parahu olarak verilmekte ve Puntlular'ın tek lideri olduğu ima edilmektedir. Ancak pek çok başka yazıtta da, Mısırlıların Punt'ta her biri kendi liderlerine sahip farklı gruplarla karşılaştıkları belirtilmektedir.

Aşağı ve yukarı Nübye halkları da aynı şekilde, farklı adlar taşıyan kabileler arasında bölünmüştür. Parahu'nun bir reislikler konfederasyonun başı ya da Mısırlılar ile Punt'un daha iç bölgeleri arasında aracılık yapan bir kıyı kabilesinin temsilcisi olması mümkündür.


PUNT ÜLKESİNE DENİZDEN Mİ GİDİLDİ, KARADAN MI?

Ticaret kafilelerinin Thebes'ten Punt'a iki aşamada gittikleri kabul edilmiştir: Önce Doğu Çölü'nden vay a geçilip sonra teknelerle Kızıldeniz kıyısından aşağı (teknelere Kuseyr'den ya da Mersa Gawasis; den binilmiş olacaktı).

Deyr el-Bahri resimleri en azından büyük bir Punt seferinin tekneyle gidiş gelişlerini doğruluyorsa da (Hatşepsut'un filosunun çevresindeki balıklar nehirden çok deniz türleridir), bazı seferlerin 4. Şelale'ye kadar Nil'den gidip, sonra Kurgus kalesi yakınlarında Puntlular;la ticaret yapışması ya da oradan kara yoluyla Punt;a (ya da Punt ile Nübye arasındaki bir bölgeye) gidilmiş olması da mümkündür.

Kızıldeniz yolculuğu varsayımına karşı Nil Nehri ile kara yolculuğu varsayımını ortaya atan, Amerikalı Mısırbilimci Louise Bradbury'dir. Bradbury, III. Thutmosis ve II. Amenhotep dönemlerinin Başhazinedarı Min'in 18. Hanedan mezarındaki resimlerde, Min'in Kızıldeniz'den çok nehir ulaşımına uygun düz sallarla gelmekte olan Puntlular;la yapılan bir ticaret seferinin başında olmasına işaret etmiştir.

Hammamat Vadisinin doğusundaki Yeni Krallık yazıtlarının yokluğunun, bu kara ve/veya Kızıldeniz yolunun sık kullanılmadığının kanıtı olacağım belirtmektedir. Oysa Kurgus'ta 18. Hanedan'dan kalma duvar resimlerinde, burasının Puntlar ve Mısırlılar için işlek bir ticaret yeri olduğu görülmektedir.

Punt bir ticari ortak olarak sağlam bir biçimde yerleştikten sonra bile bir tür uzak Shangri-La olarak görülmeye devam etmiştir. Orta Krallık döneminin "Gemisi Batan Denizci" hikâyesinde kahraman, kendisini Punt kralı olarak tanıtan ve mürrüsafi veren tılsımlı bir yılanla karşılaşır.

Ancak Yeni Krallık'ın (İÖ 1070 yılları) son bulmasından sonra Mısır kayıtlarında Punt;tan çok az söz edilir. Bölgeye ilişkin en son gönderme, bir 26. Hanedan (İÖ 600) kitabesinde bulunmaktadır. Burada bile ticaretten çok iklim ön planda tutulmakta ve Punt Ülkesi, aşırı yağışın Mısır'da Nil'in taşkınlarına neden olacağı dağlık bir bölge olarak tanımlanmaktadır.
 
ziberkan Çevrimdışı

ziberkan

Super Moderator
Ynt: Tarihi Gizemler

Tutankhamon Öldürüldü mü?







Zaman: İÖ yaklaşık 1323
Mekân: Thebes, Mısır

Kocam öldü ve oğlum yok... Korkuyorum. ANKHESENAMUN, MISIR KRALİÇESİ, TUTANKHAMON'UN DUL KARISI, İÖ YAKLAŞIK 1323


Mısır Firavunu Tutankhamon'un (İÖ 1333-1323) mezarının 1922'de Howard Car-ter tarafından bulunması, entelektüel dünyanın gözlerini kamaştırmıştı. Mezarın dört odasından çıkan 2000'den fazla nesne, Mısır'ın eski gücünün zirvesinde bir hükümdarın, inanılmaz servetini ortaya koyuyordu.


En şaşırtıcı şeylerden biri de, kralın 10 kilo som altından yapılma iç tabutu ve onun içindeki mumyasıydı. Ceset çok kötü durumda olmasına rağmen, kral hakkında önemli bir gerçeğin bilinmesini sağlamıştı: Tutankhamon 20 yaşında ölmüştü.


İlk otopsi, tabutlar hemen açıldıktan sonra 1925'te Dr. Douglas Derry tarafından yapıldı. Derry "sol yanakta... yuvarlak bir çöküntü ve onu dolduran deride bir yara izi" buldu. "Bu çöküntünün çevresindeki derinin rengi değişikti". Derry ölüm nedeni hakkında bir fikir ileri süremedi.


1968'de Profesör R. G. Harrison tarafından çekilen röntgen filmleri ünlü firavunun tüberküloz olamayacağını gösterdi. Kafatası filminde görünen bir kemik parçası, kafaya inen sert bir darbenin yarattığı bir kanamaya neden olmuş olabilirdi. Filmler göğüs kafesinin ön tarafının da eksik olduğunu gösterdi. Göğüs kafesinin bu kısmı, mumyalama işlemi sırasında çıkarılmış olabilirdi.


Kralın büyük bir göğüs yarası aldığı ve bunun ancak ölümden sonra yapılan ameliyatla gömme için "temizlenebileceği" de iddia edilmiştir. Ancak başka bir yara izi olmadığı için, bu mumyalama sürecinde arkeolojik kayıtlarda sık sık ortaya çıkan ve açıklanamayan değişikliklerden biri olabilir.


Sonuçta, Tutankhamon'un ölüm nedeni konusunda araştırmacıları ikna edecek net bir fiziki ya da tıbbi kanıt yoktur. Ancak pek çok kimse, genç kralın ölümünden önceki ve sonraki olayların dolaylı kanıtlarına dayanarak, bir cinayet işlenmiş olmasından kuşkulanmıştır.


ÇOCUK KRAL

Tutankhamon Mısır'ın geleneksel çoktanrılı dinini kaldırıp yerine tek güneş tanrı Aton'a tapınmayı getiren "sapkın" Ahenaton'un halefi ve herhalde oğluydu. Ahenaton henüz yaşıyorken bile eski kültlere dönüş hareketleri olmuştu ve firavunun ölümüyle bu dini reforma karşı olan güçler iktidara gelmişlerdi.

On yaşında bir çocuk olan Tutankhamon, devlet ileri gelenlerinin ve kral naibi olan general Horemheb ile Ay'ın başında bulunduğu bir asker grubunun korumasındaydı. Ay, bir olasılıkla Ahenaton'un karısı ve Tutankhamon'un karısı Ankhesenamun'un annesi olan Nefertiti'nin babasıydı.


Generallerin yönetimi altında kral, geleneksel çoktanrılı dine dönmüş ve büyük bir tapınak restorasyonu programı başlatmıştı. Ancak Tutankhamon yaşı ilerledikçe kendi kararlarını verecek bir duruma gelecekti ki, bu danışmanlarının kişisel görüşleriyle uyumlu olmayabilirdi.

Kralın, erginlik yaşma eriştikten kısa bir süre sonra ölmesi kuşkulu olarak görülmüştür. Halefinin, danışmanı general Ay olması da bu denkleme katılmıştır. Bu arada, kraliçe Ankhesenamun ile Hitit Kralı arasında ilginç bir yazışma da gerçekleşmiştir. Kraliçe burada kocasının öldüğünü, kendisinin tebasından biriyle evlenip onu firavun yapmak istemediğini, bir Hitit prensi ile evlenmek istediğini ve "korktuğunu" yazmıştır. Araştırmacılar kadının aklındaki bu "tebanın", danışman Ay olduğu fikrindedirler.

Mektuptaki davete uygun olarak gönderilen Hitit prensi, daha Mısır'a varmadan yolda öldürülmüştür. Daha sonra Ankhesenamun'la evlenen danışman Ay, doğal olarak kral olmuştur. Ancak kısa bir süre sonra, Ankhesenamun'un ortadan kaybolduğu görülmüştür. Bu Ay'ın yeni bir oyunu olarak düşünülebilirse de, Ankhesenamun'un Mısır tahtını bir yabancıya teklif etmesinin de ihanetle eşdeğer olduğu unutulmamalıdır.

Tutankhamon eğer öldürülmüşse, Ankhesenamun'un ondan sonra Hitit askeri desteğini alarak yabancı bir kocayla hüküm sürmeyi planlamış olması da mümkündür. Böyle bir alternatif senaryo Ay'ı katil değil, Mısır'ın özgürlüğünü, komplocu bir kraliçeye karşı savunan bir kahraman durumuna getirir.

Ancak mumyada yapılan araştırmalarda kesin bir ölüm nedeni de saptanamadığından, bütün bu senaryolar yalnızca çok zayıf kanıtların muhtemel yorumları olarak kalmaya mahkûmdur. Kesin olarak söylenebilecek tek şey, Tutankhamon'un genç yaşta öldüğüdür.

Cinayet bir olasılıksa da, daha pek çok alternatif de sözkonusu olabilir. Şiddet sonucu ölüm ihtimaline gelince: Şimdi yıkılmış olan tapınaktan çıkarılan bloklarda, Tutankhamon'un askeri seferlere katılmış olabileceği görülmüştür. Savaşta ölmüş olabilir mi? Elimizdeki kanıtlarla ölümünün doğal ya da bir kaza sonucu olduğu olasılıkları gözardı edilemez. Tutankhamon'un ölüm nedenini herhalde asla öğrenemeyeceğiz.
 
ziberkan Çevrimdışı

ziberkan

Super Moderator
Ynt: Tarihi Gizemler

Tarım Mumyaları


Zaman: İÖ I800 - İS 400
Mekân: Batı Çin

Kurumuş derisi ve çökük göz boşlukları dışında uyuyan bir adama benzeyen kişiye bakarken garip bir duyguya kapıldım ve böylece çağımızın çok eski yüzyıllarında bu kasvetli Lop bölgesine yerleşmiş ve herhalde buradan hoşlanmış olan yerli halkın bir temsilcisiyle karşı karşıya olduğumu hissettim. AUREL STEIN, 1928.

Dünyanın en îyi korunmuş mumyaları Mısır'da ya da Peru'da değil, Batı Çin'de Tarım Havzası'nın büyük bir kısmını oluşturan Taklamakan Çölü'nde bulunmuştur, insanın biçimini öldükten sonra yapay olarak korumayı isteyen eski Mısır ve İnka uygarlıkları ile seleflerinin mumyalarının aksine Tarım mumyaları, Avrasya'nın ikinci büyük çölünün kuru ve tuzlu kumları arasında son derece doğal olarak korunmuştur.

Tarım mumyaları ilk olarak 20. yüzyılın başında İsveçli Sven Hedin, Alman Albert Von La Coq ve İngiliz Aurel Stein'in Çin'i batıya bağlayan İpek Yolu'nun kuzey ve güney omurgalarını oluşturan vaha kentlerini ortaya çıkarma seferlerinde bulunmuştur. Bu ilk seferlerde mumyalar çıkarılmış, fotoğrafları çekilmiş ve tarifleri yapılmıştı. Ancak bunları koruyacak ya da Batı müzelerine nakledecek tesisler yoktu.

Çinli ve Uygur arkeologlar ancak son zamanlarda bölgenin daha bilimsel araştırmalarım gerçekleştirmişlerdir. Uluslararası ilgiyi uyandıran da, onların daha sonra buldukları mumyalardır. Şu anda Batı Çin'de İÖ 1800 yıllarından Han Hanedanı'nın gücünü batıya doğru yaydığı İÖ ilk yüzyıllara kadar uzanan dönemden kalma en az 300 mumya vardır. Bundan sonraki tarihi döneme ait oldukları bilinenlerin sayısıysa daha fazladır.
MEZARLAR VE KUMAŞLAR

Tarım mumyaları arasında belirli bir mumya insanı yoktur: Mumyalar çeşitli yer ve kültürlerden, özellikle de eski İpek Yolu'nun güneybatı ve kuzeybatı boylarındandır. Arkeologlar mumyaları sığ çukur mezarlarda, kat kat saz, kütük ve hayvan postu altında derin çukurlarda ve tuğla odalarda bulmuşlardır.

Kurumuş olan Lobnur tuz gölü yakınlarındaki yerlerde ve Kavrighul mezarlığında bulunan en eski mumyalar en basit örtülerle, yünlü battaniyelere sarılıdırlar ama İÖ 1000 yılından sonra kalanlar giyimli ve tüylü şapkalı (bir adam on şapkayla gömülmüştü), gömlekli, pelerinli, pantolonlu, renkli çoraplıdırlar ve hatta ekose kumaşlara sarınmışlar-dır. İpek Yolu'nun kuzeyindeki Subeshi'de başlarında cadıların sivri başlıklarını andıran çok uzun şapkalı üç kadın mumyası da bulunmuştur.

Mumyalar dokuma uzmanları için çok büyük bir tarih öncesi kumaş kaynağıdır ve bu uzmanlar, kalıntıları ancak yeni yeni derinlemesine analiz etmeye başlamışlardır. Ancak bu mumyaların en büyük esrarı yüzlerindedir. Bu mumyalanmış insanlar, günümüzde Doğu Asya'ya hâkim olan Mongoloit tiplerden değillerdir.

Açık renk saç ve sakalları Tarım havzasının bu ilk yerleşimcilerinin Kafkasya'dan ya da Avrupa'dan gelmiş olacaklarını göstermektedir. Batının bu yabancılarını teşhis etmek, son zamanların arkeolojik keşiflerinin en büyük muammalarından biridir.
BU İNSANLAR KİMDİ?

Sincan'ın Tunç Çağı, yani İÖ 1800'den öncesi arkeolojisi hakkında çok az bilgi vardır ve bölgeye ilk kez ne zaman yerleşildiği bilinmediği için Tarım Havzası'nın bu hiç de çekici olmayan dünyasına ilk yerleşenler hakkında ancak bir tahmin yürütebiliriz. Ancak Tunç ve Demir çağları için varolan aşırı miktardaki kanıtlar, bunların ya batı sıradağlarından ya da kuzey steplerinden gelen Kafkas ırkından insanlar olduğunu göstermiştir.

Mumyaların yanı sıra mezarlarda iskeletler de vardır ve incelenen tarih öncesi 300 kaf atasından yalnızca yüzde 11'i Mongoloit fizik tipine uygundur ve bunlar da Sincan'ın doğusunda bulunmuşlardır. Sincan'ın hemen batısında olan Gansu bölgesinin ilk Çinli çiftçilerinin kendilerini çöl vahalarına çekecek bir şey bulamadıkları anlaşılmaktadır.

Bu insanların haleflerinin yazılı belge dönemine erişebildiklerini inanmak için bazı nedenler vardır. Hatta pek çok kimse, bunların soyundan gelenlerin kendi varlıklarının hikâyesini bıraktıklarına inanmaktadır.

Tarım Havzası yalnızca çok sayıda insanı ve diğer organik kalıntıları korumakla kalmamış, çok geniş bir ilk elyazmaları koleksiyonu da korumuştur: Burası Çin'in Budizmi benimseyen ilk bölgelerinden biriydi ve Budizm de yazılı söze büyük değer veren bir dindi. Elyazmalarının çoğu Sanskrit gibi Hindistan'ın daha yakın zamanlarda ithal ettiği dillerde yazılmış olup Budist manastırlarında bulunmaktadır. Yerli halkın dillerinde yazılmış olanlar ise iki gruba ayrılabilir.

Birincisi Hotanca ya da Hotan-Sakaca olup Güney Tarım'ın eski Hotan kentinde ve çevresinde ve Tarım Havzası'nın kuzeybatısındaki bazı vahalarda konuşulan dildir. Dil, Farsça ve Orta Asya'nın batısının pek çok dilini içeren İran grubuna dahildir. Saka Dili'ne en yakın dil, Avrupa'da İskitler olarak tanınan bozkır göçebelerinin dilidir.

Bu dil, Tarım Havzası'nın güneyinde ve batısında temsil edilmekteyse de, mumyalar genelde Hotanca'nın izine rastlanılmadığı güneydoğu ve kuzeydoğuda toplanmışlardır. Bu bölgelerde İran dilleri izleri varsa da, bunlar genelde ticaret dili olup halkın kullandığı dil değildi.


TOHARLAR

Mumyaların en çoğunun bulunduğu Tarım ve Turpan havzalarıyla Lobnur çevresindeki bölge, Tohar dillerinin daha sonraki dağılımıyla daha uyumludur. Toharca, Hint-Avrupa dilleri grubundandır, yani Avrupa'nın pek çok diliyle Asya'nın Iran ve Hint dilleriyle aynı tarih öncesi dilden kaynaklanmaktadır.

Toharcada pacer, mâcer, procer, ser, keu, okso, âu, twere, nuwe sözcükleri İngilizce'de sırasıyla father, mother, brother, sister, cow, ox, ewe, door ve new sözcükleriyle aynı Hint-Avrupa atasını paylaşır.

İpek Yolu'nun güney bölgesinden saf Toharca metin kalmamasına rağmen Hint belgelerinde o dilden alınmış kelimeler ve kişi adları bulunmaktadır. Toharlar erken Orta Çağ'dan kalma Budist mağaralarındaki resimlerde Kafkas ırkı yüz hatları ve gözlerle, açık renkli saç ve sakallarla çizilmişlerdir. Tarih öncesi mumyalardan birinin DNA analizinde mumyanın çağdaş Avrupalılar'ın yüzde 40'ında tipik olan aynı genetik mirası paylaşmakta olduğu görülmüştür.

İÖ 1000 yılından sonra kalma mumyalarda bulunan ekose kumaşlar da, Avrupa'nın Avusturya Alpleri'nde Hallstatt'ta bulunan en eski ekoselerine şaşırtıcı bir benzerlik göstermektedir. Elizabeth Barber, Avrupa ve Tarım ekoselerinin bu tür kumaşların en eski örneklerinin bulunduğu Kafkaslar'ın kuzeyinde ortak bir uzak kökeni paylaştıklarını ileri sürmüştür.

Toharlar, Hindikuş Dağları ile Ceyhun Irmağı arasında eski bir ülke olan Toharistan'a (Baktriane: Bugün Afganistan'ın ve Özbekistan ile Tacikistan topraklarının bir bölümü) adını veren eski bir halk olarak bilinir. Toharlar, Hunlar tarafından İÖ 3. yüzyılda batıya sürülen ve Çinlilerdin Yüeçi dediği halkla birlikte, kendi adlarını verdikleri bölgeye yerleştiler, buralara egemen oldular ve egemenliklerini Kushanlar olarak bilinen toplulukla birlikte Kuzeybatı Hindistan'a doğru genişlettiler.

Kushanlar'ın etkisiyle Budacılığı benimseyen Toharlar'ın egemenliği, 5. yüzyılda bölgeye Akhunlar'ın gelmesiyle son buldu. Tarım vahalarının en eski topluluklarından olan Toharlar, gelenekleriyle kendilerinden sonra Toharistan'da kurulan Kushan ve Akhun devletleri ile Türk hanlıklarını da etkilemişlerdir.

Tohar dillerinin diğer Hint-Avrupa dillerinden çok erken bir tarihte ayrıldığı, Hint ve İran dilleri konuşan komşularından ayrı olarak geliştikleri anlaşılmaktadır. Bu Toharların atalarının ÎÖ 4. binyılın ortalarında Kafkas ırkından bir grubun Volga-Ural bölgesinden doğuya doğru yapılan büyük göçün bir parçası olduğu iddia edilmiştir.

Afanasevanlar olarak bilinen bu insanlar, Sincan'ın kuzeyindeki Altay Dağları ile Minusinsk Havzası'na yerleşmişlerdir. Afanasevanlar'ın Tarım Havzası'na yerleşmek üzere İÖ 2000 yıllarında güneye göç etmiş olduklarını gösteren bazı kanıtlar da vardır.

Bu model her ne kadar kanıtlanmamışsa da, aslında Avrupa'dan gelen bir halk tarafından konuşulan bir Hint-Avrupa dilinin, Tarım Havzası'nın batısına kadar nasıl gittiğini gösteren ilginç bir açıklamadır. Böyle bir hareket en eski mumyalar için de bir dil kimliği sağlayacaktır
 
ziberkan Çevrimdışı

ziberkan

Super Moderator
Ynt: Tarihi Gizemler

Mithra Kültürünün Esrarı

Zaman: İS 1-4. yüzyıllar
Mekân: Roma İmparatorluğu

"Sabah tanrısı Mithra,
Büyük boğanın öldüğü bu yerde,
Karanlıklar içindeki çocuklarına bak
Kurbanımızı kabul et!

Sen pek çok yol yaptın,
Hepsi de ışığa varan.
Ve asker de olan Mithra
Bize ölmesini öğret!"

RUDYARD KIPLING, 1906

Mithra Kültü, bildiğimiz kadarıyla, 1. yüzyılın sonlarına doğru Roma'da ortaya çıkmıştır. Kültün ana esrarı tanrı Mithra'nın bir mağarada beyaz bir boğayı öldürmesidir ve bu eylemin insanlığa kurtuluş getirdiğine inanılmıştır. Boğa öldürme sahnesi ("tauroctony") ülke boyunca tanrının bütün tapınaklarında (mithraeum) çok küçük farklılıklarla betimlenmişti.

Bazı mithraeum'larda resmedilmiş bir iki dize ile yakınlarda Berlin'de bulunan bir papirüs parçası dışında herhangi bir ayin metni olmadığı için, Mithra Kültü'nün sırlarını çözmeye yarayacak elimizdeki tek ipucu bunlardır ve bu esrarı çözmek de hiç de kolay bir iş değildir.


KÖKENLER VE KÜLTÜN YAYILMASI

Mithra Kültü, genelde bir "doğu" dini olarak tanımlanır. Mithra araştırmalarının kurucu babası Belçikalı bilimadamı Franz Cumont'a göre kült, Doğu'da, herhalde İran'da doğmuş ve sonra batıya yönelerek Roma'ya kadar ulaşmıştır.

Mithra gerçekten de köken olarak bir doğu tanrısıydı ve resmedildiğinde de üzerindeki giysiler hep doğu giysileridir. "Frigya" şapkası denilen konik biçimli şapkası, doğu ile ilişkiyi vurgulamaktadır ve İÖ 1. yüzyılda Antik Çağlar'ın Kommagene'sinde (Güney Türkiye) Nemrut Dağı'ndaki röliyeflerde onu böyle giyinmiş olarak Kral Antiochus'u (İÖ 80-32) selamlarken görüyoruz.

Ayinlerde kullanılan "nama" ("selam") gibi sözcükler, meşale taşıyan Cautes ve Cautopes ile esrarengiz Ehriman gibi Mithra maiyetindekilerin adları hep İran ya da Mezopotamya kökenlidirler.

Ancak bu "doğu" unsurları ne kadar derine işlemiştir? Cumont'un Mithra Kültü'nün doğu kökenli olduğu tezini destekleyen önemli bir unsur Plutarkhos'un Büyük Pompey'in İÖ 67 yılında Akdeniz'de korsanlarla mücadelesini anlatan bir metninde yeralmaktadır.

Güneydoğu Küçük Asya'da Kilikya korsanlarının "garip kurbanlar getirdikleri ve Mithra Kültü'nde hâlâ varolan gizli ayinler yaptıkları" bildirilmektedir. Bu metin İÖ 1. yüzyıl ortalarında Doğu Akdeniz'de Mithra ayinlerinin varlığının kanıtı olarak kabul edilmiş ve Kilikyalı korsanların Mithra Kültü'nü batıya taşıyan aracılar oldukları iddia edilmiştir.

Ama bu doğru ise, o zaman neden Akdeniz dünyasında Mithra tapınakları ya da boğa öldürme sahneleri Hellenistik dönem boyunca hiç yoktur ve eğer Mithra Kültü'nün kökeni doğuda aranacaksa neden imparatorluk zamanında orada mithraeum'laıın sayısı çok azdır? Ve eğer Mithra Kültü gerçekten İÖ l. yüzyılın ortalarında batıya erişmişse neden orada kanıtlarım bulmamız için bir buçuk yüzyıl geçmiştir?


Plutarkhos, Mithra Kültü'nün henüz yayılmaya başladığı 2. yüzyılın ortalarında yazıyordu ve bu nedenle "gizli ayinler"den söz edilmesi bir tarih hatası olabilir: Kilikyalı korsanlar Mithra'yı tanrılarından biri olarak kabul etmiş olabilirler (Antiochus'un komşu Kommagene'de yaptığı gibi) ama boğa öldürme ve Mithra Kültü'nün ritüel ve ayinlerinin tümü o zaman herhalde daha icat edilmiş değildi. Mithra Kültü'nün kökenlerini İÖ 2. yüzyılda Doğu Türkiye'de Tarsus'un felsefe ve bilim çevrelerine yerleştiren alternatif bir görüş de aynı eleştirilere açıktır.

Boğa öldürme sahnesine benzeyen en eski gönderme, Domitianus'un saray şairi Statius'un 92 yılında yayınlanan bir şiirinde "bir Pers mağarasının kayaları altında inatçı boğanın boynunu büken" dizesidir. Tauroctony'nin ilk tasviri de şimdi British Museum'dadır ve bunu imparator Trajan'ın (98-117) muhafız alayı başkanının kölesi Alcimus yaptırtmıştır.


Bu nedenle kült, Roma'da entelektüel gruplar arasından çıkmış olabilir. Bunlar kurtuluş vaad eden kültlerin ve bir ölümden sonraki dünyanın geleneksel devlet dininden daha umut verici olduğu bir zamanda yeni bir din "yaratmış" olabilirler.

Mithra Dini, 125 yılından sonra özellikle kuzey sınırları boyunca ve Roma'nın limanı olan Ostia gibi kozmopolit yerlerde hızla yayılmıştır. Ostia'da 16 mithraeum bulunmuştur. Dinin ordu ve tüccar sınıfı arasında pek popüler olduğu anlaşılmıştır, ancak her şeyden öte yalnızca erkeklerle sınırlı olduğu için, (Hıristiyanlık gibi) evrensel bir cazibesi olmamıştır.


BOĞA ÖLDÜRME SAHNESİ

Tauroctony hızla standart hale getirilmişti ve bir iki bölgesel farklılıklar varsa da tablo imparatorluğun her yerinde aşağı yukarı aynı idi. Mithra boğanın sırtında çömelmiş, hançerini hayvanın boynuna saplıyor. Bu pozun esin kaynağı hiç kuşkusuz Roma'da Trajan Forumu'nda ve diğer yerlerdeki röliyeflerde görülen Zafer'in, sırtına abanarak bir boğayı zaptetmesi sahnelerinden alınmıştır.

Tanrı omzu üzerinden güneş tanrısı Sol'a bakar. İkisinin arasındaki güneş ışını aralarındaki yakın ilişkiyi gösterir ve Sol' un kuşu olan kuzgun da çoğunlukla oradadır. Ay tanrıçası Luna'nın bir büstü Sol'un büstünü dengeler. Meşalesini havaya kaldırmış Cautes ışığı, meşalesini aşağı çevirmiş Cautopates karanlığı temsil ederler ve boğa öldürme sahnesinin iki yanında yer alırlar. Işık ve karanlık arasındaki bu ikilik Mithra Kültü'nün temel unsurudur.


Boğanın altında bir akrep, bir yılan (derisini değiştirdiği için toprağın ve yenilenmenin sembolü) ve genellikle boğanın yarasından akan kanı yalamak için sıçrayan bir köpek vardır. Boğanın kuyruğundaki buğday başakları Mith-ra'nın bu kahramanca eyleminden doğan yeni hayatı temsil eder.

Ren ve Tuna nehirlerinin sınırlarındaki tasvirlerde boğanın altındaki bir aslan ve bir kap (şarap karıştırmak için) herhalde ateş ve suyu simgeler (ve böylece yılanın simgelediği toprakla bir üçlü oluşturur). Bu bölgedeki tauroctony'lerde Mithra'nın diğer işleri de görülür: Mithra'nın kayadan doğması, Sol ile anlaşma, su mucizesi (havaya bir ok fırlatmak), boğanın yakalanışı, mağarada Sol ile birlikte boğanın etinin yenmesi ve diğerleri.

Boğa öldürme sahnesindeki unsurların çoğu astrolojik sembolizm ile yakından ilişkilidir (örneğin, Taurus [boğa], Leo [aslan], Scorpi [akrep]) ve Mithra tauroctony'si bir "yıldız haritası" olarak görülmüştür: Bir kurama göre bu, bahar gündönümü Boğa burcundayken gök ekvatorunda bulunan bazı yıldızların sembolik tasviridir. Mithra ve onun kozmos üzerindeki hâkimiyeti kültün temelidir. Gökyüzünün yıldızları sırtındaki pelerinde ve mithraenum'ların kubbeli tavanlarında görülür.


TAPINAKLAR VE AYİNLER

Mithra tapınakları dört köşeli ve genelde küçüktürler: Bilinen en büyüğü Romanya'da Sarmizegethusa'da olup 26 metre boyundadır. Bunlar genellikle bir giriş, uçtaki Tauroctony'ye uzanan bir ana salondan oluşur: Tapınanlar iki yandaki yüksek platformlara uzanırlar. Bu nedenle mithraeum, kült üyelerinin toplantı odaları olup gizli ayinlerin yapıldığı bir yerdi: Hıristiyan kilisesine benzer ama yalnızca tanrının heykelinin bulunduğu ve törensel kurban olayının dışarıda açık havada bir sunakta gerçekleştiği putperest tapınaklardan farklıdır.

Bir Mithra tapınağında neler yapıldığı ise bilmemektedir. En alttaki Kuzgun'dan yerel Mithra cemaatinin lideri olan en üstteki Pater'e (Baba) kadar yedi derece olduğunu biliyoruz. Dördüncü derece olan Aslan'ın özellikle önemli olduğu anlaşılmaktadır ve bazı metinlerde tapınaktan leonteum olarak söz edilir.

Bir dereceden diğerine geçmek bazı sıkıntıları gerektirir: Adayın gözleri bağlanır (bazı fresklerde meşale ile damgalamalar ve kılıçla açılan yaralar görülmektedir), bir tapmakta (Hadrianus Duvarları'nda Carrawburgh) bir işkence çukurunun olduğu ve adayın burada sembolik olarak yakıldığı söylenmektedir.

Sol ve Mithra'nın boğa eti yemelerinin sembolü olarak da (bazı mithraeum'larda bulunan kemiklere bakılırsa) pahalı sığır eti yerine koyun ya da tavuk yenilirdi. Kimi zaman boğanın eti ve kanı yerine ekmek ve şarap kullanılırdı ki, bu da Mithra Kültü'nü Hıristiyanlık'la çatışmaya sokmaktadır. 4. yüzyıl başlarında Hıristiyanlığın resmen kabul edilmesiyle Mithra Kültü de çöküşe geçmiş ve tapınaklar, büyük bir olasılıkla Hıristiyanlar tarafından yıkılmıştır.


MİTHRA SÖZCÜĞÜNÜN KÖKENİ

Sanskrit dilindeki Mitra Avesta ve Pehlevi dillerinde Mithra, Yunanca ve Latince'de Mithras olarak yazılırdı. Tanrısal köken olarak, Hinduizmin Veda Döneminde Adetya tanrılarından biriydi; ayrıca Zerdüşt dini öncesi İran'da da güneş, adalet, antlaşma ve savaş tanrısıydı.

Mithra ilk kez İÖ 1400 tarihli Veda metinlerinde geçmiştir. Hindistan'dan Pers topraklarına, Persler'in Büyük İskender'e yenilmesinden sonra bütün Yunan dünyasına sıçrayan Mithra'nın Roma dönemi esrarını hâlâ korumaktadır.
 
ziberkan Çevrimdışı

ziberkan

Super Moderator
Ynt: Tarihi Gizemler

Keltler Kimlerdi?

Zaman: İÖ 600-İS 100
Mekân: Avrupa

Belki de geçmişin ve günümüzün bir avuç bilimadamı dışındakilerin çoğu için "Kelt"... içine herhangi bir şeyin konulacağı ve herhangi bir şeyin çıkarılabileceği bir tür sihirli torbadır... Ünlü Kelt alacakaranlığında her şey mümkündür ve bu tanrılarınkinden çok mantığın alacakaranlığıdır. J. R. R. TOLKİEN, 1963.

Günümüzde bizler Keltler'i Avrupa'nın Atlas Okyanusu kıyıları halklarından biri olarak düşünürüz ama Keltler bir zamanlar (İÖ 2. binyıl ile İÖ 1. yüzyıl arasında) Avrupa kıtasının en çok yerine dağılmış insanlarıydı. Tarihte ilk bilinen Keltler'e İÖ 5. ve 6. yüzyılların Yunan tarihçilerinin yazılarında rastlıyoruz.

"Kelt" terimi (Yunanca Keltoi, Latince Celta, çoğulu Celtae] ilk önceleri Yunan Massalia (çağdaş Marsilya) kolonisinin iç taraflarında yaşayan insanları tanımlamak için kullanılırdı. Terim daha sonra Latince Galli (Galyalılar) ve onunla ilişkili Yunanca Galatoi (Galatyalılar) kelimesiyle eşanlamlı olarak, İÖ 3. yüzyılda Atlas Okyanusu'ndan Karadeniz'e kadar geniş bir Avrupa kuşağına hâkim olup İspanya, İtalya ve Anadolu'da kolları olan güçlü bir insan grubunu tanımlamak için kullanıldı.

Klasik yazarlar bu kıta insanları ile Kelt ya da Galyalı olarak tanımlamamalarına rağmen Britanya ve İrlanda sakinleri arasında da yakın benzerlikler bulmuşlardır.
KELT KİMLİĞİ

Klasik çağdakiler için bu insanları birleştiren şey, ortak gelenek ve inanç ve hepsinin üstünde de ortak bir dildi. Çünkü bu insanlar şimdi büyük Hint-Avrupa diller ailesinin bir parçası olan ve şimdi Kelt Dilleri denilen bir dili konuşuyorlardı. Bu dillerin çağdaş temsilcileri Galce, Brötonca, İrlanda Dili ve İskoç Galce'sidir, ancak eski ve hatta daha yakın tarihi zamanlarda başka Kelt dillerinin de konuşulduğu bilinmektedir.

Kıta Avrupası'nın Keltçe konuşan insanlarının hepsinin değilse de bir kısmının kendilerini Kelt diye tanımladıkları bilinmektedir. Ancak, Britanya ve İrlanda halklarının kendilerini böyle adlandırdıklarını gösteren herhangi bir kanıt yoktur. Bu durum Kelt kimliğini, çağdaş Britanya'nın arkeolojisinin en tartışmalı konularından biri yapmıştır: Britanya ve İrlanda'nın tarih öncesi sakinleri, kendileri ya da çağdaşları kendilerini öyle adlandırmamış olsalar bile, Keltler olarak tanımlanabilirler mi?

Kelt Dilleri, herhalde 5000 yıl önce gelişmeye başlamıştır. Yakın zamanlara kadar bunların Orta Avrupa'nın küçük bir bölgesinde ortaya çıkıp sonra göç dalgalarıyla yayıldıklarına inanılıyordu. Batı Avrupa, Britanya ve İrlanda'da tarihöncesi büyük göçler konusunda arkeolojik ve genetik kanıtlar bulunamadığı için, bu görüş artık evrensel kabul görmemektedir. Bunun yerine ortaya uzun vadeli etnik ve kültürel süreklilik tablosu çıkmıştır ki, bu da Britanya ve İrlanda tarihöncesi hakkındaki çok uzun zamandır devam eden varsayımların yeniden gözden geçirilmesine neden olmuştur.

Britanya ve İrlanda'da kendilerine Kelt adım veren eski insanlar yaşamadığı gibi, kıta Keltler'inin adalara büyük çaplı göçleri de olmamıştır. Bu durumda Keltler'i, Britanya ve İrlanda tarihöncesinden çıkarmak sözkonusu olmuşsa da, günümüz Keltler'i buna şiddetli bir tepki göstermişlerdir: Öyle ya, eğer geldiğinizi iddia ettiğiniz tarihi topluluklar Kelt değillerse, Kelt olmak ne anlama gelmektedir? Bu konuda etnik temizlik suçlamaları bile yapılmıştır.

Şu halde Britanya ve İrlanda tarihöncesinden çı-karmayacaksak, Keltler'i nasıl tanımlamalıyız? Etnik kimlik temelinde kültürel olduğu için eski Keltler'i genetik bir toplum (bir "ırk") olarak tanımlayanlayız. Genetik araştırmalar Avrupa halklarında binlerce yıllık önemli bir süreklilik göstermiştir. Kimlikler değişmiş ama halk büyük ölçüde aynı kalmıştır.

Daha iyi bir yaklaşım, eski Keltler'i, Kelt Dilleri konuşan topluluklar olarak tanımlamak olacaktır. Kendilerine ne ad verirlerse versinler, Britanya ve İrlanda halkları geç tarihöncesi dönemde -hepsi değilse de, çoğu- Kelt dilleri konuşuyordu. Britanya ve İrlanda tarihöncesinin göç temelli yorumları bir kenara atılırsa o zaman adaların Kelt dillerinin ilk geliştiği yerler olduklarını söylemek mümkündür. Zaten bu dillerin adaya ticaret aracılığıyla ya da fatih bir aristokrat seçkinler yoluyla geldiğini gösteren pek fazla kanıt da yoktur.


BİR EFSANE DOĞUYOR

Eğer eski Keltler antik dünyanın muammaları arasındaysa, bunun nedeni modern romantiklerin onları oraya koymuş olmasıdır. Modern arkeolojinin doğumuna kadar eski Keltler konusundaki tarihi bilgi Klasik Roma ve Yunan yazarlarının eserlerine dayanıyordu ve bunlar da onlardan korkuyla, nefretle ve hor görmeyle söz etmişlerdi. Bu yazarlar eski Keltler'i güçlü bir rahip sınıfı olan mağrur savaşçı bir ırk olarak gösterirler.

Kelt savaşçıları disiplinsiz ve haşin, yemeye içmeye düşkün, şerefleri ve statüleri açısından kıskanç insanlardı. Şiir ve kelime oyunları takdir edilirdi, Druidler'in rahip sınıfı yalnızca tanrılarla aracılar olarak değil, yirmi yıllık çıraklık dönemlerinde ezberledikleri kabile gelenek ve yasalarının bekçileri olarak da saygı görürlerdi, hepsi etkinlik ve güce sahiptiler.

Druidler, ayinlerini kutsal meşeliklerde yaparlar, insan kurban ederlerdi. Çizilen bu tablonun amacı, Keltler'i Yunan ve Roma uygarlığının düzenli dünyası karşısında küçük düşürmekti. Ancak zamanla birlikte değerler de değişir.

18. yüzyıl sonlarında Avrupa tarihinin en etkili kültürel gelişmelerinden biri başladı: Romantik hareketin başlangıcı, bilimsel rasyonalizmin karşı konulmaz yükselişine karşı entelektüel bir başkaldırı. Romantikler için Romalılar'ın ve Yunanlılar'ın kötülük olarak gösterdikleri şeyler erdemdi. Keltler'in şiddete düşkünlükleri ve disiplinsizlikleri tutkulu bir bağımsızlık ve bireycilik, körinançları ruhsallık ve doğa sevgisi oldu.

Çoğunlukla Ortaçağ'ın İrlandalı keşişleri tarafından kaydedilmiş Kelt efsane ve folkloru hakkındaki yeni bilgiler, Klasik klişeye bir başka dünya havası verdi ve buna zamanla "Kelt alacakaranlığı" adı verildi. Aradan geçen iki yüzyılda Keltler'in kahraman, şair ve maneviyatçı -yani modern sanayi toplumunun antitezi- oldukları görüşü Kelt milliyetçileri ve "New Age" taraftarları gibi çok farklı insanlar tarafından hâlâ eleştirilmeden kabul görmektedir. Ancak bu eski Keltler'den çok, modern toplumun değerleri ve kaygılarıyla ilgili bir şeydir. Keltler gerçekte nasıl insanlardı?
KELT GERÇEĞİ

Gelişmiş Kelt dünyasına, zirvede olduğu İÖ 3. ile 1. yüzyıllar arasında bakarsak Keltler'in çağdaşları Romalılar'dan, eski Yunanlılar'dan ve ilk Cermenler'den pek farklı olmadıklarını görürüz. Keltler bu sırada krallıklar, seçilmiş yargıçlar ve meclisler {"Senatolar") gibi Klasik dünyadakilere paralel siyasal kurumlar geliştirmişlerdi. Artık oppida adı verilen ve kimi tam gelişmiş kasabalar olan iyi planlanmış yerleşim birimlerinde yaşamaktaydılar.

Yunanlılar ve Romalılar gibi Keltler de değiş tokuşun yerini nakit ekonominin aldığı bir sistemde para kullanmaktaydılar. Yazı da başlamıştı. Keltler teknolojik olarak o kadar çağdaştılar ki, Romalılar fıçı, gemi inşa tekniği, örme zırh ve lejyoner başlıkları tasarımı gibi onların yeniliklerinden çoğunu benimsemişlerdi. Keltler kesinlikle savaşçıydılar ve kelle avcılığı gibi bazı âdetleri kendilerine özgüydü.

Kelt toplumu yüksek derecede rekabetçiydi ve seçkinlerin prestij ve servet kazanmaları için savaş önemli bir alandı. Bu bakımdan çağdaşlarından hiç farklı sayılmazlardı. Roma imparatorluğu da genişlemesini aynı emeller peşinde koşan aristokratlara borçluydu.

Keltler'e ilişkin en eski arkeolojik kanıtlar, Avusturya'da Salzburg yakınlarındaki Hallsstut'ta bulunan İÖ 700 dolaylarından kalma kabile şefleri mezarlarıdır. Demir Çağı kültürünün ilk örneklerinden biri olan mezarlarda, Eski Yunanlılar'la ticaret sonucunda edinilmiş bronz ve çömlek kaplar gibi eşyalar bulunmuştur. Soyut geometrik desenler ile stilize kuş ve hayvan biçimlerinden oluşan, ayırt edici bir sanat üslubu olan La Tene kültürü de Keltler'in ürünüdür.

Keltler'in dini inançlarında öyle özel bir manevi-yatçılık yoktu. Korular, pınarlar ve nehirler gibi doğal yerlere saygıyı Cermenler, Yunanlılar ve Romalılarla paylaşmaktaydılar. Bu saygıları onları çevreleriyle insanlık tarihinde başkalarından daha uyumlu yaşamaya itmiş değildi: Tarım alanı açmak için Avrupa'nın ormanlarının büyük bir kısmını temizlemişlerdi.

Keltler de çağdaşları gibi, sanayi öncesi toplumlarda tek servet kaynağı olan toprağı işlemeleri karşılığında en çok şeyi almak isterlerdi. Druidler'in tapınması Klasik dinin resmiliğinden dünyalar kadar farklıysa da, İÖ 1. yüzyılda tapınaklar yapmaya başlamış olmaları onların da daha biçimsel tapınmaya döndüklerini göstermektedir, insan kurban etme uygulamaları da onları diğer çağdaşlarından ayırmamaktadır, ilk Cermenler'de de bu âdet vardı ve Romalılar'ın o kadar zevk aldıkları öldürücü gladyatör karşılaşmaları da bir cenaze töreninin parçası olarak başlamıştı.

Şu halde eski Keltler günün standartlarına göre gelişmiş, rasyonel ve çağdaş insanlardı. Onlar ne önyargılı Klasik yazarların barbarlarıydı ne de modern romantiklerin alacakaranlık kuşağı insanları. Roma tarafından fetihlerini (İÖ 3. yüzyıl - İS 1. yüzyıl) hem cazip hem pratik yapan şey de Keltler'in Roma sistemine kolayca uyum sağlayabilecek yapıda olmalarıydı.

Kelt dünyasının Roma hâkimiyetinden kurtulan tek yerinin -Kuzey Britanya ve İrlanda- aynı zamanda sosyal ve ekonomik açıdan en az gelişmiş bölgeleri olması da ilginçtir.
 
ziberkan Çevrimdışı

ziberkan

Super Moderator
Ynt: Tarihi Gizemler

Roma'nın Kayıp Lejyonları

Zaman: İS 1. ve 2. yüzyıllar
Mekân: Roma İmparatorluğu

Kartallara katıldığımda (Dünmüş gibi hatırlarım) Yola çıkmadan önce Bir kız öptüm Clusium'da. ROSEMARY SUTCLIFF, 1954

Lejyonlar, Roma'nın önce İtalya'yı, sonra da en geniş çağında İskoçya'dan Büyük Sahra'ya, İspanya'dan Basra Körfezi'ne kadar uzanan büyük imparatorluğu kurdukları askeri birlikleriydi, Her lejyon ortalama 6000 kişiye ulaşabilirdi. Her lejyonda, ilk sırada dört, ikinci ve üçüncü sıralarda üçer olmak üzere 10 cohors bulunurdu (cohors= 300 kişi).

Yedi lejyonun yan yana gelen 25.000 kişilik ağır piyadesi, 2,5 km'lik bir cephe oluştururdu. Roma devleti işgalci niteliğini yitirip topraklarını savunan bir güce dönüşürken, cohors'un gücü 500-600 kişiye yükselmişti.

Lejyonlara ünlü esnekliğini ve gücünü veren iki piyade silahı vardı: 2 metre uzunluğunda bir mızrak (pilum) ve 50 santimlik enli ve ağır bir kılıç (gladius). Korunma amacıyla her lejyoner bir miğfer takar, bedenin üstünü koruyan kösele bir zırh giyer ve dışbükey bir kalkan da taşırdı.

Lejyonlar, ilk başta Roma ve İtalya'dan, daha sonraları fethedilen topraklardan ve lejyonların sınırlardaki sabit üslerine yakın yerlerden toplanan askerlerden oluşurdu. Roma imparatoru liderliğindeki bütün askerler profesyoneldi ve 25 yıl hizmet görürlerdi.

Tarihi kaynaklardan ve daha önemlisi kitabelerden ve arkeolojiden bunların nerede üslendiklerini, kimlerden oluştuklarını, bir eyaletten diğerine nakillerini, hangi savaşa katıldıklarını ve iç örgütlenmelerini bilmekteyiz. Kalelerinden çoğu kazılıp ortaya çıkarıldığı için de, askerlerin günlük yaşantılarını, ne yediklerini ve hangi silah ve teçhizatı kullandıklarını biliyoruz.
SAVAŞIN CİLVELERİ

Bazı lejyonlar 400 yıldan fazla ayakta kalmışlar, unvanları ve personel kaynakları değişmiş, kendileri değişen koşullara ayak uydurmuşlar, aradan on yıllar ve yüzyıllar geçerken baskılara ve tehditlere karşı koyabilmişlerdir. Bazılarının yaşam süreleri çok daha kısa olmuş, savaşlarda kırılmışlar, yenildikleri ya da itaatsizlik ettikleri için dağıtılmışlardır.

Örneğin, üç lejyon (XVII, XVIII ve XIX) vali Quinctilius Varus liderliğinde 9 yılında Almanya ormanlarında kaybolmuştur. Bu olay, Roma tarihlerine "Varian Felaketi" olarak geçmiştir. Bu lejyonların rakamları bir daha hiç kullanılmamıştır.

Olay, tarihi yazarlarca, özellikle yaşlı imparator Augustus üzerindeki etkisi nedeniyle kayıtlara geçmiş ve yenilgi alanının bir kısmı 1987'de metal detektörü kullanan bir İngiliz subayı tarafından Osnabrück'ün kuzeyindeki Kalkriese'de bulunmuştur.

I. Germanica Lejyonu ("Cermenler Galibi"), IV Macedonica ("Makedonlar Galibi"), XV Primigenia ("İlk Doğan"), XVI Gallica ("Galyalılar Galibi") ve V Alaudae ("Tarlakuşları") 69 yılı (Dört İmparatorlar Yılı) içsavaşında kaybeden tarafta oldukları için ya dağıtılmışlar (I, V ve XV) ya da kazanan taraf olan Flavian hanedanına sadakati belirten yeni bir ad altında (Flavia) yeniden düzenlenmişlerdir (IV ve XVI).

SAVAŞTA KAYIP MI?

Çağdaş araştırmacılar bazı lejyonların tarihi kayıtlardan bir anda yok olmasının nedenim bulabilmiş değillerdir: XXI. Rapax (bir kuşun avına saldırıp "kavraması" anlamında) lejyonu, 1. yüzyılın sonlarına doğru ortadan kaybolmaktadır. Bu lejyon hakkında bir daha bilgi yoktur.

Tuna sınırında olan lejyon, çağdaş Romanya'nın Daçlar'ına karşı 86-92 savaşında yok edilmiş olabilir. Kökenlerini Galatya (Orta Anadolu) Kralı Deiotarus'un İÖ 1. yüzyılda toplayıp teçhiz ettiği birlikten alan XXII. Deiotariana lejyonundan en son 119 yılında Mısır'da haber alınmıştır. Lejyonun Yahuda'da Bar Kohba'nın liderliğindeki 132-5 ayaklanması sırasında savaşta eriyip yok olduğuna inanılmaktadır.


DOKUZUNCU LEJYON

IX. Hispana lejyonunun kaybolması, onyıllardır Roma tarihi araştırmacılarını meşgul etmiştir ve kamuoyunun hayalinde "kayıp" bir lejyonun en üstün örneği olarak kalmıştır. Kökeni İÖ 58'den 49'a kadar Jul Sezar liderliğinde savaşan bir lejyona dayanan Dokuzuncu, bir süre İspanya'da hizmet gördüğü için Hispana adını almıştır.

İÖ 13 yılında Balkanlar'a nakledilen Lejyon, bir süre bugünkü Hırvatistan'da kalmış, sonra 43 yılında Britanya'ya gönderilecek güce katılmış ve ondan sonra da yeni Britannia eyaletinin garnizonunun bir parçası haline gelmiştir.

Bu lejyonun Britanya'daki faaliyetleri kısmen bilinmektedir: 60 yılı civarında bulunduğu Lincoln'da bazı askerlerinin mezartaşları günümüze kadar kalmıştır. Yine kalan mezartaşlarından lejyonun 70 yılında York'ta olduğu anlaşılmaktadır.

Lejyon, vali Julİus Agricola liderliğinde Kuzey Britanya'ya başarılı seferler yapmış ve lejyonun askerleri 83 yılında Kuzeydoğu İskoçya'da Mons Gtaupius'ta kazanılan büyük zaferde görev almış olmalılardır. Lejyon bundan sonra York'a dönüp 107-8 yılında Ouse Nehri üzerindeki yeni taş kalenin kapılarından birini inşa etmiştir.


"DOKUZUNCU'NUN KARTALI"

Dokuzuncu lejyonun son yıllarını ve aniden ortadan kayboluşunu belirlemek amacıyla çeşitli kuramlar ileri sürülmüştür. Son zamanlara kadar lejyonun Britanya'da, belki de kuzey sınırlarında 115-17 yıllarım arasında çıkan karışıklıklarda imha edildiği kabul ediliyordu. Yeni imparator Hadrianus 122 yılında Britanya'ya muhtemelen Dokuzuncu'nun yerini alması için VI. Victrix ("Muzaffer") lejyonunu göndermiştir.

Bir kurama göre, kuzeye doğru ilerleyen lejyon Kuzey Britanya'nın İskoç sisleri arasına girmiş ve bir daha dönmemiştir. Kamuoyunca benimsenen bu görüş Rosemary Sutcliff'in Dokuzuncu'nun Kartalı (1954) romanına konu olmuştur. Roman adını Hampshire'da Silchester'de bulunmuş küçük bir bronz kartaldan almış, yazar bunu Dokuzuncu Lejyon'un kartallı bayrağı olarak kabul etmiştir.

Silchester'de bulunan kartal büyük bir olasılıkla tanrı Jüpiter'in ya da bir imparatorun kült heykeline aittir. Zaten kartalın biçimi, sikkelerde ve röliyeflerde görülen kartal amblemine benzememektedir.

Dokuzuncu'nun kitabelerde yer alan subay ve askerlerinin mesleklerinin ayrıntılı bir incelemesi lejyonun 115-17 yıllarında kaybolduğu görüşüne gölge düşürmektedir. Yakın zamanlarda elde edilen bazı bulgulara göre lejyonun ya da bir kısmının Romalıların Aşağı Cermenya eyaletinde Nijmegen garnizonunda bir süre bulunduğu anlaşılmıştır. Ancak bunun tarihi kesin değildir.

Bazıları lejyonun daha doğuya, Kapadokya'da Fırat sınırına, hatta Yahuda'ya gidip orada son bulduğunu iddia etmişlerdir. Kısacası, ne olduğu konusunda yeterli bilgimiz yoktur. Britanya'da kaybolduğunu ya da dağıtıldığını gösteren bir kanıt yoksa, bunun aksini gösteren sağlam bir kanıt da yoktur. Olay halen çözümlenmeyi beklemektedir.
 
ziberkan Çevrimdışı

ziberkan

Super Moderator
Ynt: Tarihi Gizemler

Bataklık Cesetleri



Zaman: İÖ, 1. yüzyıl-İS 4. yüzyıl
Mekân: Kuzey Avrupa

1640 baharında Schalkholzer Bataklığı'ndan bir insan cesedi çıkarıldı. Adam herhalde öldürülmüş ve oraya gömülmüştü. BAUERNCHRONIK DES HARTICH SIERK AUS WROHM, 1615-64.

Kuzey Avrupa'nın şaşırtıcı derecede iyi korunmuş bataklık cesetleri hem popüler hayalgücünü hem de bilimsel varsayımları uzun bir süre etkilemiştir. Bu ıssız ve tehlikeli bataklıklarda bu insanların ne işleri vardı? Nasıl bu kadar iyi korunabilmişlerdi? Ve cesetlerin çoğunun şiddete maruz kaldıkları gözönüne alınırsa neden burada ölmüş ya da öldürülmüşlerdi? Bunlar tanrılara ya da bu sulak yerlerin ruhlarına mı kurban edilmişlerdi? Yoksa kaza ya da cinayet çok daha inandırıcı bir açıklama olabilir miydi?

Bataklık cesetlerinin ilk esrarı olan bu kadar iyi korunmuş olmaları kolaylıkla açıklanabilir. Burada en önemli şey, bataklıklardaki bataklık yosununun turba oluşturmasıdır. Bu da bakterilerin üreyememesi ve böylece de organik maddelerin (aynı zamanda bataklık cesetlerinin) bataklık yosunu içinde bakteri saldırısına uğramaması demektir.

Yosunda doğal bir deri tabaklama kimyasalı vardır ve bu da bataklık cesetlerinin derilerini korurken, rengini de "Maillard reaksiyonu" adı verilen bir süreçle koyu kahverengiye dönüştürür. Bataklık yosunu ölünce turbaya dönüşür ve bataklık cesedi, biriken tabakaların altında kalır. Son yüzyıllarda yakıt olarak turba kullanılması ve son zamanlarda bahçelerde turbanın hâlâ kullanılır olması nedeniyle, bataklık cesetleri bu turba kullanımı sırasında tekrar günışığına çıkmıştır.

KEŞİF VE TARİHLEME

Eski çağların bataklık cesetlerinin en eski keşif kayıtları 17. yüzyıldadır ve 18. ile 19. yüzyıllar boyunca bulunan ceset sayısı da artmıştır. Bu cesetlerden bir kısmı bir iz bırakmadan kaybolmuşlar, bir kısmı yeniden kutsanmış topraklara gömülmüşler ama turba bataklığının koruyucu ortamı olmadan hemen çürümüşlerdir. En az bir bataklık cesedi, "mumya tozu" kaynağı olduğu gerekçesiyle pahalı bir ilaç olarak satılmıştır.

Ciddi bilimsel araştırmalar ancak 1870'lerden sonra başlamışsa da, en ünlü bataklık cesetleri keşifleri ancak 20. yüzyılda gerçekleşmiştir. Aynı zamanda teknolojideki ilerlemeler de Danimarka'daki Tollund (1950) ve Britanya'daki Lindow Moss (1984) cesetlerinde ayrıntılı analizler yapılmasını mümkün kılmıştır.

Bataklık cesetlerinin mükemmel bir biçimde korunmuş olmaları gerçek eskiliklerini maskelediği için, bunların gerçekten ne kadar eski olduklarım anlamak için büyük çabalar harcanmıştır. Danimarka'da 1950'de Tollund Adamı'nı bulan turba kesiciler, yakınlarda öldürülmüş bir cinayet kurbanı bulduklarım sanarak polise başvurmuşlardı.

1983'te Cheshire'da Lindow Moss'da saçları, gözleri ve beyninin bir parçası olan bir kafatası bulununca polis bunun bilinen bir cinayet kurbanına ait olduğunu sanmış ve zanlı kişi de, delilleri görünce cinayeti işlediğini itiraf etmişti. Ancak radyokarbon testleriyle Tollund Adamı ile Lindow Kadını'nın ikisinin de yaklaşık 2000 yaşında oldukları saptanmıştır.

En yaşlı bataklık cesedinin -Danimarka'nın Fyn adasından Koeljberg Kadını- 10.000 yıl öncesine ait olduğu tespit edilmiştir. Mezolitik Dönem'e ait olan bu cesette, daha sonraki Neolitik örneklerde olduğu gibi, yumuşak doku korunamamıştır. Bataklık cesetleri tam olarak Demir Çağı'nda başlamakta ve Britanya ile irlanda, Hollanda, Danimarka ve Almanya'da çıkmaktadır.

Küçük bir kısmı Ortaçağ ya da Ortaçağ sonrası döneme aitse de, büyük bir çoğunluğu İÖ 1. yüzyıl ile İS 4. yüzyıl arasındaki dönemden kalmadır. Bu sıklık bunların kaza sonucu ölmediklerini, o belirli dönemde Kuzey Avrupa'nın pek çok bölgesine özgü kurban ya da idam uygulamaları olduğunu göstermektedir.


CİNAYET Mİ, KURBAN MI?

Bu insanların zamansız ve şiddet kullanılarak öldürüldükleri bellidir. 1984'te Lindow Kadını'nın yakınlarında bulunan Lindow Adamı'nın başına iki darbe vurulmuş, boğazı kesilmiş ve boynu bir garotla kırılmıştı. Diğer Danimarka bataklık cesetleriyle Graubelle Adamı'nın da boğazı kesilmişti ama alnındaki yara ve kırık bacağı da bir kaza olamazdı.

Tollund Adamı asılarak öldürülmüştü. Borremose Kadını'nın kafa derisi yüzülmüş olabilir. Yde Kızı bıçaklanmış ve boğulmuştu. Bu insanların çok farklı yöntemlerle öldürülmüş olmaları gerçekten ilginçtir. Bunların cinayet kurbanları olmayıp planlı olarak idam ya da kurban edilmiş olduklarını gösteren başka özellikler de vardır. Cesetlerin büyük bir kısmı çıplak gömülmüştü; giysilerin bulunduğu durumda bunlar sanki kişi idamdan önce soyulmuş gibi başka yerlerde bulunmuştu. Windeby ve Yde genç kızlarının başlarının bir yanı tıraş edilmişti.

Arkeologlar bu cesetlerin açıklamasını 2. yüzyıl başlarında yaşamış Romalı yazarlardan Tacitus'ta aramışlardır. Tacitus, Cermen halkları üzerindeki araştırması Germania'dâ Kuzey Avrupa yerli toplumlarında bazı suçlar için verilen cezalar konusunda şunları yazmaktadır: "Hainler ve asker kaçakları ağaçlara asılırlar. Korkaklar, görevden kaçanlar ve doğa-dışı suçlar işleyenler sazdan bir sepet altında bataklığa gömülürler." Burada sözü edilen "doğadışı" hem eşcinsellik hem de rastgele cinsel ilişki olabilir.

Zina suçu işleyen kadınlar ayrı olarak ele alınmıştır: "Suçlu kadın kocası tarafından cezalandırılır. Koca kadının saçlarını tıraş eder, onu çırılçıplak soyar ve akrabaların önünde evinden çıkarıp köyün içinden geçirerek kırbaçlar." Bulunan cesetlerin çıplaklığı bu anlamda rezil etme işareti olabilir. Erken Ortaçağ döneminden bir Burgonya yasasına göre kocasını reddeden bir kadın bataklığa atılır.

Bataklık cesetlerinin suçlular mı yoksa kurbanlar mı oldukları henüz kesin değildir. Kuzey Avrupa'da adakların göllere ve bataklıklara atılma geleneği vardır ve bunların arasında, Trundhum güneş arabası gibi görkemli madeni eşyalar da bulunmaktadır. Bataklık cesetleri de bu geleneğin bir parçası olarak görülebilir. Ama aynı zamanda bataklığa gömülmenin İS ilk yüzyıllarda Cermen toplumları tarafından bir ceza türü olarak kullanıldığını gösteren kanıtları da gözardı edemeyiz.

Bataklık cesetlerinde yapılan mide analizleri, kurbanın son yemeğini tespit etmemize yarayan ipuçları da vermiştir: Tollund ve Grauballe Adamı son yemek olarak yavan bir yulaf çorbası içmişlerdir. Ancak Grauballe Adamı'nın parmak uçları elleriyle çalışmadığını gösterdiği için kendisi yüksek düzeyde biri olmalıydı.

Yediği yulaf zehirli olduğundan komadayken ölmüş olabilir. Son analizde Kuzey Avrupa'nın bataklık cesetleri için bir tek açıklama olmayabilir. Ancak bunlardan pek azının sisli havada uğradıkları talihsiz ve basit bir kaza sonucu bataklıkta öldüğü açıktır.
 
ziberkan Çevrimdışı

ziberkan

Super Moderator
Ynt: Tarihi Gizemler

Eski Çağ Kâhinleri

Zaman: İÖ 6. yüzyıl-İS 4. yüzyıl
Mekân: Yunanistan

Eski Yunanlılar, Tanrıların ölümlülerle konuştuklarına ve gelecek konusunda rehberlik edebileceklerine inanırlardı. Tanrılarla iletişim kurmak günlük hayatın bir parçasıydı. Kâhinler kent kent dolaşıp kehanet satarlar, fal bakarlardı. Bir kuşun uçuşu, bir kurbağanın kalıntıları, bir rüyadaki görüntüler, hatta bir hapşırmanın zamanlaması bile, eğer doğru yorumlandığı takdirde, tanrıların iradesini bildirirdi.

Yunanlılar'ın en önemli buldukları ilahi mesajlar Kehanet Tapınaklarında iletilenlerdi. Bunlar genelde sabit mekânlardı ve tanrılara ve kahramanlara burada doğrudan doğruya danışılabilirdi. En ünlüsü Delphi'deki Apollon Tapınağı'ydı ancak eski literatürde daha pek çok tapınaktan da söz edilmektedir.

Kehanet Tapınakları'nın popülerliği yüzyıllar boyunca yükselip azalmış, yenileri ortaya çıkarken bir kısmı kullanılmaz olmuştur. Yine de 1000 yılı aşkın bir süre, kişiler ve site devletler önemli kararlarda rehberlik etmeleri için buraları ziyaret etmişler ve karşılığında tapınaklara armağanlar ve çoğunlukla da çok değerli hazineler bağışlamışlardır.

Ancak Kehanet Tapınakları'na başvuranların nasıl bir yardım aldıkları bir muammadır. Eski Yunan edebiyatının pek çok tanınmış hikâyesinde bunların mesajları (özellikle de Delphi'ninkiler) hileli ve yanıltıcı ve kehanette bulunulan kişi için felaket getirici olarak tasvir edilmiştir. Yunanlılar'ın önemli kararlarda neden kâhinlere güvenmek istedikleri anlaşılmış değildir. Bu yerlerde kullanılan kehanet yöntemleri konusunda kesin bir bilgimiz yoktur. Kehanet Tapınakları muamması, bilimadamlarını günümüzde bile kandırmaya -ve şaşırtmaya- devam etmektedir.
HEZEYAN İÇİNDE KADINLAR VE KOMPLOCU RAHİPLER

Delphi'deki Apollon Kehanet Tapınağı, hem eski literatürde hem de çağdaş bilimadamları arasında en çok dikkati çekendir. Burada "Pythia" adı verilen bir kâhin kadının ilahi vahiy aldığına inanılırdı ve bu vahiy, eskiler arasında en prestijli kehanet yöntemiydi. Bunun nasıl uygulandığı tartışmalıdır.

Söylentilere göre kadın Apollon'un üç ayaklı taburesi üzerinde otururken, oturduğu yerin altından gelen sarhoş edici buharları koklayarak ve defne yaprakları çiğneyerek ilahi bir vecd durumuna geçerdi. Sonra prophetai denilen tapınak rahipleri, onun anlaşılmaz hezeyanlarını şiirlere çevirirlerdi.

Bilimadamları ilk başlarda bunu bir mantık çerçevesine oturtmaya çalışarak kabul ettiler. Bazıları prophetai''nin yalnızca bir ziyaretçiden aldıkları bilgiyi başkasına ilettiğini ileri sürdüler. Diğerleri, rahiplerin insanların sırlarını öğrenen ve onlara istedikleri şeyi söyleyen kurnaz psikologlar, hatta durumlarından benimsedikleri davaları desteklemek için yararlanan politik komplocular olduklarına inandılar.
KÂHİN Mİ, KÂR PEŞİNDE Mİ?

Ancak bu tür hilekârlığın başarılı olması kuşkuludur. Yunanlılar bu alandaki sahtekârlıkların farkındaydılar: Aristophanes'in popüler komedilerinde karakterler sık sık sahtekâr ve açgözlü kâhinleri eleştirir. Ziyaretçilerden bir tür ücret alındığını bilmemize rağmen Kehanet Tapınakları'na böyle suçlamalar yöneltilmemiştir.

Delphi Kâhini'ne rüşvet verilme girişimini anlatan bazı hikâyeler varsa da, bunların sayısı gayet azdır ve kâhinin ahlaksızlığından çok, rüşveti vermeye çalışanın tiksindirici karakterinin çizildiği bellidir.

Yunanlılar, Kehanet Tapınakları'nın sahipliğinin hiçbir kişiye, gruba ya da devlete ait olamayacağını garanti altına aldıkları için buralardan ve hazinelerinden herhangi bir kimsenin bir kâr elde edebileceğini düşünmek güçtür. Zenginlik yalnızca tanrınındı ve tapınaklarda onu yüceltmek için sergilenirdi. Yalnızca çok nadir anlarda ve çok sıkışık durumlarda bir kimse bunları ödünç almaya cesaret edebilirdi ve bunun da cezası çok ağırdı.

Anlayabildiğimiz kadarıyla Delphi ve diğer Kehanet Tapınakları, gerçek kehanet aracıları olarak görülüyordu. Kâhinleri gözden düşürme telaşında olan ilk Hıristiyan yazarlar bile onları rüşvet almakla suçlamamışlar, yâlnızca kehanetlerini şeytan işi olarak nitelemekle yetinmişlerdir.

Ancak kâhinlerin Yunan toplumunda nasıl bir işlev gördüklerini hâlâ tam olarak bilemiyoruz. Son zamanlarda iki araştırma alanı bu konuya ilginç ama tartışmalı görüşler getirmiştir. Çağdaş kültürlerdeki kâhinlere yönelik antropolojik araştırmaların getirdiği kıyaslamalı malzeme, anlayışımızı genişletmekteyse de, günümüze kalan eski kehanetlerin yakından incelenmesi, geleneksel anlatımın yeniden gözden geçirilmesini gerektirmiştir.


SORULAR VE CEVAPLAR

Kâhinleri kullanan pek çok kültürün insanları gibi Yunanlıların da bunlara gelecek konusundaki merakları için başvurmadıkları anlaşılmaktadır. Yunanlılar kâhinlere hangi hareket yolunu benimseyecekleri konusunda danışmışlar ve genelde zaten verilmiş kararlarının doğrulanmasını beklemişlerdir. Sorular genelde bir "evet" ya da "hayır" cevabı alacak biçimde sorulmuştur.

Dodona'da Zeus Tapınağı'ndaki kâhin, bize kişilerin soruları hakkında en çok malzemeyi sağlamıştır. Delphi'de de aynı soruların sorulduğunu biliyoruz. Sorular evlilik, çocuklar, iş ve seyahat dahil olmak üzere günlük hayatın çeşitli alanlarını kapsamaktadır. Devletin soruları arasında siyasal konular ve yerleşim yerlerinin kurulması bulunmaktadır.

Kâhinlerin dini konularda da aracılar olarak görev üstlendikleri görülmüştür ki bu, dini uzmanı olmayan bir toplumda gayet önemliydi. Kişiler sık sık bir projenin başarısını sağlamak için hangi tanrıya başvurmaları gerektiğini sorarlarken, devlet başvurularında çoğunlukla dini uygulamada yapılacak düzenlemeler ve yenilikler yer almıştır.

Tarihi cevapların analizi, Kehanet Tapınağı'na baş-vuranların geleneksel hikâyelerin o karmaşık bilmeceleriyle pek karşılaşmadıklarını göstermektedir. Bazıları Delphi'deki Pythia'nın cevaplarını ziyaretçilere doğrudan doğruya kendisinin verdiğine inanmaktadırlar. Kadının vecd durumu da tartışmalıdır.

Başka kültürlerde benzer kurumlarla kıyaslamalar, bunun hır "direnç" biçiminde işlemiş olacağım göstermektedir. Yani konuşanda tarafsızlık görünümünü güçlendiren bir mekanizma. Buharlar çıkan yarık ve defne yaprağı çiğneme, kesinlikle daha sonraki yazarların hayalgüçlerinden doğmuş olsa gerektir.



SIRADAN DOĞRULAMA

Bu analizler, Yunanlıların Kehanet Tapınakları'na neden başvurduklarını anlamamızı kolaylaştırırsa da, geleneksel hikâyelerin o karışık mesajları konusunda da düşünmeye zorlamaktadır. Kâhinler gerçekten böyle kehanetlerde bulunmuşlar mıdır?

Eski Yunanlılar buna inanıyor ve bunları sonradan ortadan kalkmış olan eski bir uygulamaya bağlıyorlardı. Bu hâlâ geçerliliğini koruyan açıklamadır. Diğer (araştırmacılar bu hikâyelerin yalnızca atasözleri, söylentiler ve o zaman çok yaygın olan genel kehanetlerin bir karışımı olduklarını ileri sürmektedirler.

Hangi açıklamayı kabul edersek edelim, bu hikâyeler Yunanlıların ölümlü ile ilahi bilgi arasındaki farkı nasıl gördüklerini açıklamaktadır ve bu da bize onların gelecek konusunda rehberlik olarak gördükleri şey için kâhinlere neden başvurduklarını anlamamıza yardımcı olur.
 
ziberkan Çevrimdışı

ziberkan

Super Moderator
Ynt: Tarihi Gizemler

Mayaların Kayıp Kenti








Zaman: İS 250-909
Mekân: Orta Amerika

...Madalyon tabletlerde bunları yapan insanların kendileri hakkında bilgiler yazdıklarını ve bu tabletler aracılığıyla bir gün yok olmuş bir ırkla konuşarak kentin üzerindeki esrar sisini dağıtacağımızı düşünüyorduk. JOHN LLOYD STEPHENS, 1841

Guatemala, Meksika ve Belize'yi kaplayan ovalar üzerinde uçmak, Orta Amerika'nın son büyük vahşi topraklarını görmek demektir. Kereste ve toprak elde etmek amacıyla ormanların giderek azalmasına rağmen bölge, hâlâ dünyanın en önemli arkeolojik alanlarından biridir.




Burası bin üç yüz yıl önce Maya uygarlığının yoğun bir biçimde iskan edilmiş merkeziydi: Sayısız büyük kentte yüksek piramitler ve geniş alanlara yayılmış saraylar vardı, geniş meydanlarında ustalıkla oyulmuş anıtlar tanrısal hükümdarlarını yüceltirdi. Çok uzun zaman önce terk edilmiş bu kentler bugün yalnızca ağaç kökleriyle birbirine bağlanmış höyüklerden ibarettir.




En etkileyicileri dahil Maya kalıntıları, tozlu akademik dergilerin sayfaları arasından nadiren çıkar. Ama bazıları gerçek bir üne, hatta mistik bir havaya sahiptirler. 1970lerde üzerlerinde gayet güzel hiyeroglifler olan yağmalanmış bir dizi heykel, hemen hemen aynı anda sanat piyasasında boy gösterdi. Bunlar balta girmemiş ormanlarda keşfedilmeyi bekleyen çok önemli bir başkentin ürünleri miydi? Pek çok kimse öyle düşündü ve buraya "Q Alanı" adı verildi (Latin Amerika İspanyolca'sında "hangi" anlamına gelen "que?" sözcüğünden).

Q Alanı'nın nerede olduğu hakkındaki yegâne ipuçları hiyerogliflerdedir. Aynı "oyma amblem" (glif) -ki belirli bir krallığın "tanrısal efendisi"ni anlatan bir kraliyet unvanıdır- çeşitli taşlarda bulunmuştur. Klasik dönemin (İS 250-909) politik ortamı 50 küsur krallığa bölünmüştü ve bunlar çok sınırlı site-devletlerdi. Bu belirli amblem en önemlilerinden biri olan Kaan ya da "yılan" krallığını belirtiyordu. Bu önemli krallığın başkentinin neresi olduğu hâlâ bilinmemektedir.

20 yıl süren ve çeşitli görüşlerin kimi zaman öne çıkıp kimi zaman kaybolduğu tartışmada bazıları Yılan başkentinin büyük Calakmul Harabeleri olduğu fikrinden şaşmamışlardır. Orada pek çok anıtın bulunması - en az 117 tane- genelde bu sorunun çözümlenmesini kolaylaştıracakken yerel yumuşak kireçtaşının çabuk bozulması ve bin yıl süreyle tropik yağmurlar altında kalması, yazıların çoğunu silmiştir.




Silinmiş metinlerin dikkatli incelenmesi ve kazılardan yeni çıkarılan bulgular, ancak son yıllarda somut yanıtlar sağlamaya başlamıştır. En önemli katkı, Yılan başkentiyle ilgili iki yer adının tanınmasıyla sağlanmıştır: Oxte'tuun ("Üç Taş") ve chiik naab' (anlamı henüz bilinmemektedir). Her ikisi de Calakmul metinlerinde sık sık yer almaktadır ki, burada kent ile çevresinden sözedildiği kesindir.

Şu halde, eğer Calakmul, Yılan'ın kentiyse, Q Alanı heykelleri oradan mı gelmiştir? Son araştırmalar bunun böyle olmadığını göstermektedir? Calakmul, Klasik Maya dünyasının en büyük hegemon'larından ya da süper güçlerinden biriydi ve hükümdarları 130 yıl boyunca "üst-krallar" olarak daha alt düzeyde olan çağdaşlarına hâkimdiler.

Q Alanı taşlarının Calakmul hanedanına tâbi kralların hâkimiyetini kutladıkları ve birden fazla yerden geldiklerini gösteren belirtiler vardı. Daha büyük parçalardan bazılarının artık El Peru kentinden oldukları bilinmektedir. Acaba, diğerlerini teşhis edebilme umudu nedir?
CENGELDE BİR KEŞİF

1996'da Maya ormanında eski yollan araştıran bir NASA uydusu, Guatemala'da Los Veremos yakınlarında chicleros (sakız toplayıcıları) tarafından bir göl kıyısında yapılan bir tür kamp tespit etmişti. Yapılan bir keşif seferinde muhtemel bir kano rıhtımı bulunurken, yakınlardaki höyüklerde hiyeroglifli kırık bir anıt ortaya çıkarıldı.

Harvard Üniversitesi Peabody Müzesi'nden lan Graham ve David Stuart'ın ertesi yıl yaptıkları araştırmalarda bu yıkıntıların haritası çıkarıldı, buraya La Corona ("Taç") adı verildi başka daha uzun kitabeler bulundu.

Bu kitabeler La Corona'nın Calakmul ile yakın ilişkisini ortaya koymuştu. Stuart, Chak Ak'ach Yük ("Büyük Hindi") adını tespit etti. Bunun büyük Calakmul kralı Yich'aak K'Ak'ın ("Ateş Pençe") yaptığı önemli bir ayine katılan yerel bir hükümdar olduğu anlaşıldı. Chak Ak'ach Yük, Q Alam anıtlarından en büyüklerinden birinde, Calakmul'da Maya top oyunu oynarken görülmektedir. Bu bağlantı bu panonun en azından La Corona'dan ya da ona çok yakın bir yerden geldiğim göstermektedir.

La Corona, Q Alanı bilmecesinin kısmen çözümlese bile, ormanın, geri kalan parçaları içinde barındırdığını biliyoruz. Daha çok çalışma ve biraz da şansla geri kalanları da ortaya çıkarabiliriz. Q Alanı'nı arama gerçek bir balta girmemiş orman serüvenidir ama bu aynı zamanda, Kolomb-öncesi Amerika'nın en mükemmel yazı sistemi olan Maya hiyerogliflerinin çözülmesinin, Maya tarih ve politik coğrafyasını çözmekte etkin bir araç olduğunu da göstermektedir.
 
ziberkan Çevrimdışı

ziberkan

Super Moderator
Ynt: Tarihi Gizemler

Nazca Çizgilerinin Gizemi

Zaman: İÖ 100-İS 700
Mekân: Güney Peru

Peru'nun güney kıyılarının Nazca halkı küçük krallıklar federasyonuydu: Çiftçiler, balıkçılar ve uzman dokumacılar. Bunlar, hassas bir Çizim tahtası potansiyeline sahip bir çöl olan Pampa de Ingenio'nun kenarlarında yaşarlardı.




Burada ince kum ve küçük taşlardan oluşan toprak tabakasını kaldırmışlar ve beyaz alüvyonun üzerine yerden asla tim olarak görülemeyecek büyüklükte gayet karmaşık bir çizgiler ve figürler ağı bırakmışlardır. Çölün tepesinden bir uçakta bakıldığında, bazıları bir uçak pisti kadar geniş olan bu çizgilerin vadiler ve alçak




tepeler boyunca kilometrelerce uzandığı görülür. Diğerleri merkezlerden yayılırlar. Bazı çizgiler dev kuşlar, maymunlar, bir balina, örümcekler ve hatta bitkiler oluşturacak biçimde birleşir ama bunları yaratanlar bu nesneleri asla tümüyle görebilmiş değillerdi. Şu halde uçakları olmayan insanlar bu çizgi ve resimleri neden çizmişlerdir?

ÇİZGİLERİN ARAŞTIRILMASI

Almanya doğumlu matematikçi Maria Reiche, 1939 yılında Nazi Almanyası'ndan Peru'ya kaçmış ve Nazca'da öğretmenliğe başlamıştı. Reiche, çok geçmeden gördüğü bu çizgileri kaydetmeyi ve korumayı kendisine iş edindi ve uzun yıllar boyunca onları ölçtü. Bu çizgilerin ufuktaki göksel olayları belirttiğine ve hayvanların da gökyüzündeki takımyıldızları temsil ettiğine inanıyordu.

Reiche 1963'e kadar yirmi yılı aşkın bir süre hemen hemen tek başına çalıştı. Ama bir süre sonra, gizemli olaylar ve okült olgularla uğraşan popüler kültür dalgası pampaya akın etmeye başladı. Sözde arkeolog Erich von Daniken, yazdığı popüler arkeoloji (ya da uzay) kitaplarında çizgilerin eski astronotların uzay gemileri için hazırlanmış pistler olduğunu bile ileri sürdü!




1970'li yılların sonunda bilimadamları, Nazca Çizgileri'nin Peru kıyılarının büyük bir kısmında bulunan ve "jeoglif" (jeo-oyuklar) adı verilen yer çizimlerinin benzerleri olduğunu anladılar. Anthony Aveni ve Gary Urton, 62 tane ışını andıran merkezin krokisini çıkardılar ve Nazca yakınlarından kimi 13 kilometre uzayan 762 uzun çizginin dizilişini incelediler. Aveni bunları bilgisayara yükleyince çoğunun yıllık yağmur sularının Andlar'dan kıyı nehirlerine akmaya başladığı Kasım başlarındaki kritik günlerde ufukta güneşin doğduğu noktayla çakıştıklarını tespit etti.




Arkeolog Persis Clarkson, 1600 kilometrelik çizgilerde kültürel kalıntılar aradı. Çizgiler boyunca yürüyen insanların kamp yerleri olabilecek kaba sığınaklar ve çanak çömlek parçaları buldu. Aveni ile arkadaşları Nazca Çizgileri'nin pampaya su gelişi sırasındaki ayin faaliyetinin önemli bir kısmı olarak yerel akraba grupları tarafından korunan, temizlenen ve süpürülen yollar olduğuna inanmışlardı.

Işın merkezleri suyun pampaya bitişik nehir vadilerine geldiği yerlere yakın alanlarda toplanmıştı. Yamuk oyuklar eski dereyatakları arasındaki yüksek arazi parçalarındaydı. Belki de bunlar suyun akış yönünü işaret etmekteydiler.
ÇİZGİLERİN ANLAMI

Çizgilerin eski Nazca yaşamında önemli bir sembolik rol oynadığını kabul etsek de, Nazca inançları hakkında bir bilgiye sahip olmadığımız için hayvan ve bitki "jeoglif"lerinin anlamını bilemiyoruz. Andlar'da dağ tanrılarının insanları koruyup havayı kontrol ettiğine inanılırdı. Bunlar göllerle, nehirlerle ve Büyük Okyanusla (hem verimliliğin hem suyun nihai kaynağı) ilişkilendirilir. Nazca yağmur yağdırma ayinlerinde, sulama kanalları için su kaynağı olan yerel dağlar önemlidir.

Arkeolog Johan Reinhard, çağdaş Bolivya'da bazı kırsal kiliselerin ve haç-I.ırııı uzun yer çizgilerinin ucunda yer aldığını göstermiştir. Örneğin, Bolivya'nın Sabya köyünden uzanan kutsal çizginin başında, her Ocak ayında köyün reisi yağmur için adaklar sunar.




Bir başka arkeolog olan Helaine Silverman ise, Caluıachi adında bir tören merkezini kazmıştır. Silverman'ın kazdığı alanda, höyükler, mezarlıklar ve tapınaklar ağının yüzleri dışarıya, "jeoglif"leri ise pampaya dönüktür. Mekâna bitişik olan nehir hemen hemen hiç kurumaz ve bu kutsal yerde su bütün yıl kaynayarak yüzeye çıkar. Cahuachi ve diğer mekanlardaki Nazca resimleri, papazların ve mitolojik yaratıkların maskeli performanslarını vurgulamaktadır.




Belki de bu çizgiler yerel dünyaya kök salmış politik, toplumsal ve dini fenomenlerdi. Bunlar boyunca yürüyenler kutsal yere gelince ritüel varlıklara dönüşmekteydiler ve dönüşüm dans, süslü kostümler ve maskeler ve şamanist translarla mümkün oluyordu.

Esrarengiz Nazca Çizgileri hep tartışmalı kalacak. Ancak son araştırmalar, çöldeki çizgilerle Büyük Okyanus boyunca yaşayan insanları ve tarım ürünlerini besleyen can-verici su arasında yakın bir ilişkiye işaret etmektedir.
 
Geri
Üst